Simone De Beauvoir – Ikinci Cins Kadin

ESKİ Yunan’dan bugüne, kadına yöneltilen suçlamaların hepsinde neden bunca ortak nokta bulunduğunu anlamak kolaydır: kadının içinde bulunduğu durum, birtakım yüzeysel değişikliklere rağmen, hep aynı kalmıştır ve kadının “kişiliği” dediğimiz şeyi oluşturan da işte bu durumdur: kadın “dünya kurulalı beri içinde taşıdığı niteliklerin, içkinliğin kurbanıdır,” kadının özünde yadsımacılık vardır, kadın ihtiyatlı ve eli sıkıdır, kadında doğruluk ve titizlik kavramı yoktur, kadın ahlâk nedir bilmez, kadın en aşağılık anlamda çıkarcıdır, kadın yalancıdır, oyuncudur, hep kendisini düşünür… Bütün bu sözlerde doğru bir yan vardır. Yalnız bütün bu davranışlar kadının hormonlarından gelmediği gibi, beyin hücrelerine doğuştan da kazınmış değildir: bunların hepsi, birer kalıp halinde, içinde bulunduğu durum tarafından yaratılmıştır, işte bu açıdan, bireşimci bir gözle kadının durumunu gözden geçireceğiz şimdi; bu, bizi birtakım tekrarlara zorlayacak, ama aynı zamanda, iktisadî, toplumsal ve tarihsel koşullar içinde, “kadının ölümsüz yanını” yakalamamıza izin verecek. Kimi zaman, “kadın dünyası” erkek dünyasıyla karşılaştırılır, oysa bir kez daha belirtmek gerekir ki, kadınlar hiçbir vakit özerk ve kapalı bir toplum kuramamışlardır; erkeklerin yönettiği bir topluluğa karışmışlardır ve burada, ikinci derecede bir yerleri vardır; ancak birbirlerine benzedikleri için, mekanik bir dayanışmayla birbirlerine bağlıdırlar: bir bütün halinde olan topluluklardaki organik dayanışma yoktur kadınlar arasında: gerek Eleusis kentinde dinsel konulu oyunlar oynanırken, gerek bugünkü kulüplerde, sanat ve edebiyat toplantılarında, yardım demeklerinde, bir “karşı-evren” olarak ortaya çıkabilmek S K ADIN III üzere birleşmişlerse de, bu karşı-evreni de yine erkek dünyasında kurmaktadırlar. Ve durumlarındaki çelişme de zaten buradan gelmektedir: kadınlar hem erkek dünyasında yaşamakta, hem de bu dünyayı yadsıyan bir küre içine kapanmaktadırlar; ve tabii bu küreye kapanıp erkek dünyası tarafından da kuşatıldıktan sonra, hiçbir yere rahatça yerleşememektedirler. Boyuneğişlerinin altında hep bir yadsıyış, yadsıyışlannın altında da hep bir kabullenme gizlidir; bu bakımdan, tutumları, genç kızınkine yakındır; ama bu tutumu sürdürmek çok daha zordur, çünkü yetişkin kadın yaşamını birtakım simgeler aracılığıyla düşlemekle yetinmeyip, yaşamak zorundadır. Kadın, dünyanın bütünüyle erkek dünyası olduğunu kabul eder; erkekler kurmuştur bu dünyayı, onlar yönetmektedir ve bugün dünyanın efendisi onlardır: kendisine gelince, o bu dünyadan sorumlu değildir; onun bağımlı, ikinci derecede bir varlık olduğu kabul edilmiştir zaten; şiddet dersleri almamış, topluluğun öbür öğelerinin karşısına hiçbir zaman bir özne olarak çıkmamıştır; etine, evine kapanmıştır; kendini, bütün erek ve değerlerin yaratıcısı olan şu insan yüzlü tanrılara oranla, edilgin bir varlık gibi hissetmektedir. Bu anlamda, onu “ömrünün sonuna dek çocuk” kalmaya mahkûm eden önyargıda doğru bir yan var demektir; kendilerinden korkulmadığı sürece, işçilere, kara derili kölelere, sömürgelerdeki yerlilere de “koca çocuk” denmiştir: bunun anlamı, sözü geçen insanların, başka insanların önerdiği doğrularla yasaları tartışmasız kabul ettikleriydi. Kadının kısmetinde söz dinlemek saygı göstermek vardır. Kendisini kuşatan, dünya dediğimiz şu gerçeklik üzerinde, salt, düşünce açısından da olsa, etkili olamaz. Dünya, onun gözünde, içi görünmeyen, donuk bir varlıktır. Nitekim, o maddeye boyun eğdirmesine izin verecek teknik bilgiler edinmemiştir; ayrıca maddeyle değildir onun savaşı, yaşamladır: yaşamsa birtakım araçlarla zaptedilmez: onun gizli yasalarına boyuneğmekten başka çare yoktur. Dünya, Heidegger’in tanımıyla, insanın istemiyle güttüğü erekler arasındaki “araçlar toplamı” olarak gözükmez kadına: tam tersine, dikbaşlı, yenilmez bir direniştir o; kadın için dünya, alınyazısının egemenliği altındadır, anlaşılmaz isteklerle doludur. Ananın karnında insanî biçimine dönüşen o kan çileğindeki gizi hiçbir matematik eşitliğe dökemezsiniz. 2 KADININ DURUMU VE KiŞiLiĞi 9 hiçbir makine onun evrimini hızlandırıp yavaşlatamaz; kadın, en ustalıklı aygıtların parçalara bölmekte ya da çoğaltmakta güçsüz kaldığı, zaman denen şeyin direnişini etinde duyar; o bu zamanı ilkin ayın dönüş hızına bağlı olarak hisseder, yıllar bu eti önce olgunlaştırır, sonra bozar. Günlük yaşamında, mutfak da ona sabrı ve edilginliği öğretir; tam bir simya bilimidir mutfak işi; ateşin, suyun keyfine uymak, “şekerin erimesini beklemek,” mayanın tutmasını, çamaşırın kurumasını, meyvelerin olgunlaşmasını beklemek gerekir.


Ev işleri., hemen hemen teknik bir çalışmadır; yalnız, kadının mekanik nedenselliğin yasalarına inanmasına izin verilmeyecek kadar tekdüzeli ve ilkeldirler. Aynca, bu alanda bile nesnelerin kendilerine göre birtakım hevesleri vardır; bazı kumaşlar yıkamaya “gelir,” bazıları “gelmez,” kimi lekeler kolay çıkar, kimisi çıkmaz, kimi eşyalar durduktan yerde kırılır, toz dediğinse sanki yerden biter. Kadının düşünce biçimi, hâlâ, toprağın büyülü güçlerine tapan tarımsal uygarlıklarınla gibidir: büyüye inanır o. Edilgin aşk anlayışı, cinsel aruzuyu ona bir istenç ve ele geçirme olarak değil, kaynak bulucu’nun sarkacım sallayan güce benzer bir çekim gibi gösterir; etinin varlığı, erkeği gıdıklayıp heyecanlandırmaya yeter; gizli bir su neden fındık ağacından kesilmiş bir sopayı titretmesin? Kadın, birtakım dalgalar, ışınlar, akıcı maddelerle çevrili hisseder kendini; uzaktan duyuma, yıldız falına, ışın yoluyla duyuma, Mesmer’in1 mıknatısına, ermişlere, ruh çağırmaya, falcılara, üfürükçülere inanır, dinle en ilkel boş inanları, mumlan, adakları falan kanştınr: ermişlerde, doğanın eski tanrılannı bulur: şu ermiş yolcuları korur, öbürü doğum yapan kadınları, bir başkası kaybolan eşyayı: ve tabii, hiçbir mucizeye şaşmaz. Yaşam karşısındaki tutumu, yalvarıp yakarmak, dua etmektir; belli bir sonuca varabilmek için önceden denenmiş birtakım yollara başvurur. Böylece, neden görenekçi olduğunu anlamak kolaylaşıyor; zamanın, onun için, yenilik getiren bir boyutu yoktur, yaratıcı bir fışkırma değildir zaman; eskiyi tekrarlamaya mahkum olduğundan, geleceği, geçmişin yinelenmesinden başka bir şey saymaz; sihirli sözcüğü ya da formülü bildiniz mi zaman da doğum 1 Franz Anton Mesmer, 1734-1815 arasında yaşamış bir Alman hekimi. Mik-natısla bütün hastalıktan iyileştirdiğine inanmış, epey ün ve para yapmıştır. 10 K ADIN III ritmine ayak uydurur; ama bu sonuncu da aylara, mevsimlere bağlıdır; her yeni gebelik, her yeni bahar, tıpatıp, bir öncekini tekrarlar; bu çemberimsi devinim içinde, zamanın biricik oluşumu, yavaş bir bozuluştur: zaman yüzdeki çizgileri bozduğu gibi, ev eşyasıyla giysileri de eskitir; en verimli güçler, yılların akışı içinde, yavaş yavaş tükenir. O yüzden de, kadın, bozmaktan başka ereği olmayan bu güce güvenmez. Yeryüzünün görünüşünü değiştirebilecek, sahici bir eylemin ne demek olduğunu bilmemekle kalmaz, bu dünya içinde, sonu gelmez, karmakarışık bir bulut ortasındaymışçasına yitiktir de. Erkek mantığını kullanmayı beceremez. Stendhal, gerektiği zaman, kadının da bu mantığı en az erkekler kadar ustaca kullandığını göstermiştir. Ama mantık denen araç, onun için, kullanma fırsatını bulamadığı bir şeydir. Bir kıyas, ne’bir mayonezin güzel olmasına, ne de ağlayan bir çocuğun susturulmasına yardım eder; erkeğin akılyürütmeleri, kadının yaşadığı somut gerçekliğe uymaz.

Ve erkeklerin egemen olduğu dünyada, hiçbir şey yapmayan, hiçbir tasarıya uygulanmayan düşüncesi, düş’ten ayrılmaz pek: etkin olamadığı için, doğru nedir bilmez kadın, îşi gücü imge ve sözcüklerledir: bunun için de, en çelişik savlan rahatça kabul eder; nasıl olsa etkisi dışında kalan bir alandaki gizleri açığa çıkarmaya uğraşmaz; bu konuda korkunç derecede belirsiz bilgilerle yetinir: partileri, düşünceleri, yerleri, insanları, olayları birbirine karıştırır; kafasının içi tam bir panayır yeridir. Ama zaten oraya aydınlık getirmek, dünya sorunlarını açık seçik görmek onun işi değildir: ona, erkek yetkesini kabul etmeyi öğretmişlerdir; bunun için de, kendi hesabına eleştirmekten, inceleyip yargılamaktan vazgeçmiştir. Bu konuda, bir üst tabakanın eline bırakmıştır kendini. Onun için de, erkek 3 dünyası, aşkın, mutlak bir gerçeklik gibidir gözünde. Frazer: “Erkekler tanrıları yaratır, kadın bunlara tapar,” der. Erkekler, kendi yarattıkları putlar önünde tam bir inançla diz çökemezler; kadınlarsa, yaşam yolunda o ulu heykellerden birine rastladılar mı, bunları hangi elin yarattığını düşünmeden, uslu uslu yere kapanırlar.2 Özellikle Düzenin, Hakkın bir önderde canlanmasından hoşlanırlar. J. P. Sartre, Kirli Etler. “Hoederer: Dikkafalıdırlar, anlıyor musun, hep hazırlop fikirlere konarlar, bunun için de, Yüce Tann’ya inanırlar. Fikirleri pişirip kolaran biziz ve işin aslını biliriz; ama hiçbir zaman, tam haklı olup olmadığımızdan emin değilizdir.” KADININ DURUMU VE KİŞİLİĞİ 11 Her Olmypos’ta, egemen bir Zeus vardır; saygıdeğer erkeksi öz, bir yüce örnekte toplanmalıdır, baba, koca ya da sevgililer bunun belirsiz yansılarından başka bir şey değildir. Bu ulu toteme gösterdikleri hayranlığın cinsel olduğunu söylemek biraz alaylı bir laf olur; ancak şurası bir gerçektir ki, onlar bu put karşısında, sorumluluklardan arınma ve diz çöküp tapma konusunda çocuksu düşü bütünüyle gerçekleştirmektedirler. Fransa’da, Boulanger, Petain, de Gaulle3 gibi generaller kadınları hep yanlarında bulmuşlardır; bir zamanlar l’Humanite gazetesinin kadın habercilerinin General Tito’dan ve süslü püslü üniformasından söz ederken nasıl kalem titrettikleri hâlâ hatırdadır.

Kartal burunlu, çenesinin duruşu istemini açığa vuran general, yani diktatör, evrenden ciddî işler bekleyen Tanrı Baba’dır, bütün değerlerin biricik güvencesidir. Kadınların kahramanlara ve erkek dünyasındaki yasalara saygısı bilgisizlikleriyle etkisizliklerinden gelmektedir; onlar bir yargı sonucu değil, körü körüne inanarak kabul ederler: inançsa, o kör gücünü, bilgi olmayışından alır: kör, tutkulu, inatçı ve salakçadır inanç; koyduğu şeyi, akla, tarihe ve bütün yalanlamalara karşı, koşulsuz olarak koyar. Bu inatçı saygı, çeşitli durumlara göre, iki çehreye bürünebilir: kadın, kimi zaman yasanın içeriğine, kimi zaman da salt dış biçimine bağlanır. Kadın eğer yerleşik düzenden çıkar sağlayan seçkin azınlığın içindeyse, bu düzenin sarsılmama-sını ister ve bu konuda Nuh der, peygamber demez. Erkek, daha başka kuruluşlar, başka bir ahlâk, başka bir anayasa meydana getirebileceğini bilir; kendini bir aşkınlık olarak hissettiğinden, tarihi de sürekli bir oluş diye kabul eder; en tutucu erkek bile, belli bir evrimin kaçınılmaz olduğunu bilir, gerek eylemini, gerek düşüncesini buna uydurur; tarihin oluşumuna katılmayan kadın, onun gereklerini anlamaz: gelecekten çekinir, zamanı durdurmak ister. Babasının, erkek kardeşlerinin, kocasının önerdiği putlar yıkıldı mı, onların yerine, göğe, ye- “General’in geçtiği yollarda biriken halk, özellikle kadınlardan ve çocuklardan meydana gelmişti.” (General’in, 1948’de, Savoie’da yaptığı gezi sırasındaki Gazeteler.) “General’in geçtiği yollarda biriken halktan, özellikle kadınlardan gelen sevgi gösterisi görülecek şeydi. Bazıları tam bir coşkunluk içindeydi, hemen her sözünü alkışlıyor ve bu arada öylesine bağırıyorlardı ki, yüzleri gelincik gibi kıpkırmızı kesiliyordu.” (Aux Ecoııtes, 11 Nisan 1947). 12 KADIN lII nilerinin nasıl oturtulacağını hiç mi hiç bilemez; bu yüzden de, canını dişine takarak, onları savunmaya girişir. Amerikan îç Savaşı sırasında, en hızlı köleciler kadınlardı; ingiltere’de Boerler Savaşı, Fransa’da 1871 Commune’ü sırasında en büyük çılgınlığı kadınlar gösterdiler; kadınlar, yüzlerine takındıkları duyguların yoğunluğuyla ödünlemeye çalışırlar eylemsizliklerini; zafere ulaşıldı mı, sırtlanlar gibi saldırırlar yenilen düşmana; yenilgi halindeyse, keskin bir sirke gibi, her türlü uzlaşma girişimine karşı çıkarlar: fikirleri tutumdan ileri gitmediği için, çoktan modası geçmiş dâvaları rahatça savunabilirler: 1914’te kralcı, 1949’da Çar’cı olabilirler. Erkek, kimi zaman, gülümseyerek kışkırtır onları: kendisinin büyük bir ölçülülükle öne sürdüğü görüşlerin kadına en aşın biçimde yansıdığını görmekten hoşlanır çünkü, kimi zaman da, fikirlerinin bu alık ve inatçı görünüşü karşısında müthiş sıkılır. 4 Kadın, ancak kadınla erkeğin iyice kaynaştığı uygarlık ya da sınıflarda böyle sarsılmaz bir çehreye bürünür. Genellikle, körü körüne inandığından, yasa olduğu için sayar yasayı: yasa değişse bile, saygınlığı değişmez: kadınların gözünde, hak güçlünündür; çünkü erkeklere tanıdıkları haklar güçlerinden gelmektedir; bunun için de, bir toplum çözüldüğü zaman, galiplerin ayaklarına ilk kapananlar kadınlardır.

Onlar, genel olarak, dünyayı olduğu gibi kabul ederler. Başlıca nitelikleri, boyuneğişleridir. Pompei’de küller altında kalan heykelleşmiş insanlar çıkarıldığında, erkeklerin birtakım başkaldırı gösterilerinde bulundukları, göğe yumruk salladıkları ya da kaçmakta oldukları, kadınlarınsa iki büklüm olup yere kapandıkları görülmüştür. Her şeye karşı güçsüz bellerler kendilerini: yanardağlara, polislere, işverenlere, erkeklere karşı. “Kadın kısmı acı çekmek için yaratılmıştır, derler. Neylersin, kardeş, yaşam bu… elden bir şey gelmez.” Bu boyuneğiş, çoğu zaman hayran kaldığımız sabrı doğurur kadında. Bedensel acılara, erkekten çok daha iyi katlanırlar: koşullar gerektirdiğinde, stoacı bir yüreklilik gösterebilirler: erkeğin o saldırgan cesaretinden yoksun oldukları için, pek çok kadının, edilgin bir direnişin sakin inatçılığıyla dikkati çektiği görülmüştür; para sıkıntılarına, yoksulluğa, felâketlere kocalarından çok daha canlı bir biçimde karşı koyarlar; telâşın hiçbir türlüsünün yenemeyeceği zamana saygı besledikKADININ DURUMU VE KiŞiLiĞi 13 lerinden, vakitlerini hesaplamazlar, herhangi bir işe o sakin inatçılık-lanyla giriştiler mi, zaman zaman, pek parlak basanlar elde ederler. “Kadın istemeye görsün,” der atalarımız. Eliaçık kadında, boyuneğiş hoşgörü biçimini alır: her şeyi kabul eder, ne insanların, ne de nesnelerin olduklarından başka olamayacaklanna inandığı için, hiç kimseyi mahkûm etmez. Kendini beğenen kadın yüce bir erdem haline getirebilir bu niteliği, örneğin, stoacılığı içinde taşlaşıp kalan Madam de Charriere böyledir. Ama aynı boyuneğiş kısır bir sakınıma da yol açabilir; kadınlar, yakıp yıkmaktan ve yenisini yapmaktansa, eldekini saklamaya, onarmaya, çekidüzen vefmeye, çalışır; anlaşma ve uzlaş-malan, devrimlere yeğlerler. XIX. yüzyılda, işçi haklarının genişlemesine en büyük engel kadınlar olmuştur: bir Flora Tristan’a,4 bir Lou-ise Michel’e5 karşılık kimbilir kaç çekingen ev kadım kocasına tehlikeye atılmaması için yalvarıp yakarmıştır! Onlar yalnız grevlerden, işsizlikten, yoksulluktan değil, aynı zamanda başkaldırmanın günah olmasından korkmaktaydılar. Öyle de böyle de boyuneğeceklerine göre, alışılmışı serüvene yeğ tutmalarını anlamak kolaylaşıyor; o minicik mutluluklarını sokaklarda değil, ancak evlerde kurabiliyorlar çünkü.

Yazgıları, kısa ömürlü, kınlıp dökülebilen nesnelerinkiyle iç içedir:, bunları yitirdiler mi, hiçbir şeyleri kalmayacak demektir. Ancak özgür, kendini zamanın ötesinde olumlayabilen varlık her türlü yıkımı yenebilir; oysa kadının elinde bu yüce sığınak yoktur. Özellikle, özgürlüğün gücünü hiçbir zaman sınamadığı için inanmaz özgürlüğe: ona göre, dünya karanlık bir yazgıya uyularak yönetilmektedir ve buna karşı çıkmak kendini beğenmişlikten başka bir şey değildir. Geçmesi için zorladıktan yollan kendisi açmamıştır: oralara güle oynaya koşmaması çok olağandır.6 Ona bir gelecek hazırlarsanız, 4 Fransa’da kadın haklan için ilk savaşan Hora Tristan (1803-1844), ressam Andre Chazal’in eşi, Gauguin’in de büyükannesidir. 5 Louise Michel (1830-1905), Paris’te öğretmenlikle işe başlayan, 1871 Commu-ne’üne katılan, mahkûm edilip yeni Kaledonya’ya sürülen sonra bağışlanan ve ölene dek devrim için savaşan bir Fransız. Gide, Günlük. “Creuse ya da Loth’un kansı: biri oyalanır, öbürü de geriye bakar, ki bu da oyalanmanın başka bir türüdür. Şundan daha büyük bir tutku çığlığı işitilmemiştir: Ve sizinle birlikte Labirent’e inen Phedre, Ya sizinle bir/ikte kurtulacak, ya da yitip gidecek. Ama tutku onu kor eder, doğruya giden yolda bir iki adım attıktan sonra oturacak, ya da geri dönmek isteyecektir — ya da kendini taşıtacaktır.” 14 5 KADIN III geçmişe dört elle sanlmadığını görürsünüz. Kadınları somut bir biçimde eyleme çağırdığınız, çizilen ereklerde kişiliklerini buldukları zaman, en az erkekler kadar yürekli ve atılgan olurlar.7 Onlara yüklenen bir sürü kusur: değersizlik, küçüklük, utangaçlık, ikiyüzlülük, tembellik, boş işlerle uğraşma, köle ruhluluk falan gibi şeyler, yalnızca, ufuklarının kapalı olduğunu göstermektedir. Kadın, denir, duygularıyla yaşar, kendiliğinden var olan şeylerle yetinir gider; iyi ama, önce başkaları tarafından buna mahkûm edilmiştir de, onun için böyle yaşar. Hareme kapatılan köle, gül reçeline, kokulu banyolara hastalık derecesinde düşkün değildir: ama vakit geçirmek zorundadır; kadın böyle tatsız tuzsuz bir haremde —bu ister kapalı bir ev, ister bir kentsoylu konağı olsun— yaşadıkça, mutlaka rahatlık ve kolaylığa sığınacaktır: ayrıca, açgözlüce şehvet peşinde koşusu da, çoğunlukla doyumsuz oluşundan gelir; cinsel yönden doyumsuz ve erkeğin özentililiğine, “erkek dünyasının çirkinliklerine” mahkûm olduğundan, kaymaklı salçalarla, bir yudumda insanın başını döndüren şaraplarla, kürklerle, suyun, güneşin, bir hanım arkadaşın ya da bir genç âşığın okşayışlarıyla avunur.

Erkeğin gözüne böylesine “fizik” bir varlık olarak gözüküşü, içinde bulunduğu durumun onu, hayvansı yanına büyük bir önem vermeye zorlamasındandır. Onun eti, erkeğin-kinden daha bağırgan değildir: ama o bu etin en küçük mırıltısını kollar ve büyütür; şehvet, tıpkı acının yakıcılığı gibi, şu anı yaşamanın en keskin örneğidir; anın şiddeti, geleceği de, evreni de yadsımaktadır: etin tutuşmasının dışında kalan her şey bir hiçtir; kadın, bu kısa süreli tanrılaşma sırasında hadım ya da doyumsuz değildir artık. Ancak şunu bir kez daha belirtelim ki, anlık yaşamın bu kolay zaferlerine böylesine değer verişi, elinde bundan başka bir şey bulunmayışındandır. Havailiğinin nedeni, o “iğrenç maddeciliği”ninkinin aynıdır; büyük şeylere el uzatamadığı için küçüklere değer vermektedir: aynca, günlük yaşamını dolduran kıvırzıvır işler, aslında, son derece ciddidir de; çekiciliğini, basan umudunu süslenmesine, güzelliğine borçludur. Çoğunlukla tembel, ağırkanlı gözükür; ama karşısına çıkan işler de, Nitekim işçi kadınların tutumu, son yüzyıl içinde, çok değişmiştir, özellikle Kuzey bölgesindeki son maden işçileri grevlerinde, erkeklerle omuz omuza gösterilere ve kavgaya katılarak, onlar kadar tutkulu ve enerjik olduklarını tanıtlamalardır. KADININ DURUMU VE KiŞİLİĞİ 15 tıpkı zamanın boşu boşuna akışı kadar yararsızdır; gevezeliği, sözüm-ona yazarlığı, aylaklığını unutmak içindir: olanaksız edimlerin yerine sözcükleri koyar. Şurası bir gerçektir ki, kadın, insanca bir iş tuttuğu zaman, erkek kadar etkin, etkili, suskun ve çileci olabilmektedir. Kadın köle ruhlulukla suçlanır; efendisinin ayaklan dibine serilmeye, kendisini döven eli öpmeye hazır olduğu söylenir, genellikle gerçek bir onurdan yoksun bulunduğu doğrudur; “gönül postası” öğütçülerinin, kocalan tarafından aldatılan, âşıklarınca yüzüstü bırakılan kadınlara verdiği öğütler, korkunç bir köleliğin izlerini taşımaktadır: kadın birtakım şirretliklerle kendini bitirip tüketmekte, sonra, erkeğin önüne atacağı sevgi kırıntılarıyla yetinmektedir. Erkeği biricik yaşama nedeni ve yolu diye kabul eden kadın, erkeğin desteği olmadan ne yapabilir ki? Bütün aşağılanmaları sineye çekmek zorundadır; kölede “insanlık onuru” diye bir şey olamaz; postunu kurtarabilirse ne mutludur. Ve nihayat kadının “son derece maddî,” “evine bağlı,” aşağılık derecede çıkarcı oluşu, bütün ömrünü yemek hazırlamak, bulaşık yıkamakla geçirmeye mahkûm edilişindendir: büyüklük duygusunu bu yaşama biçiminden çıkaracak değil ya. Yaşamın o tek düzeli tekrarını, bütün olumsallığına ve yapmacıklığına rağmen sağlamak zorundadır: bu durumda, kendisinin de hiç durmadan aynı şeyleri tekrarlaması, yeni bir şey bulmadan eskiyi sürdürmesi, zamanı hiçbir yere varmayan bir kısırdöngü gibi görmesi doğaldır; hiçbir iş yapmadan, habire uğraşmaktadır: böylece, elinde bulunan şeyin içinde yabancılaşıp gitmektedir;

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir