Ray Bradbury – Karahindiba Sarabi

Birçok kitabım ve öyküm gibi, bu kitap da bir sürpriz oldu. Tanrı’ya şükür, yazar olarak çok genç olduğum zamanlardan beri böyle sürprizlerin doğasını öğrenmeye başlamıştım. Sanırım önceleri, her yeni başlayan kişi gibi, bir fikri var edebilmek için onu dövebilir, yumruklayabilir ve kırbaçlayabilirsiniz. Elbette, böyle bir davranış karşısında her iyi fikir tırnaklarını geriye çeker, size sırtım döner, gözlerini sonsuzluğa diker ve ölür. Yirmili yıllarımın başlarında, her sabah yatağımdan kalkarak masama gidip sadece kafamda oluşmuş olan bir sözcüğü veya sözcük dizilerini kâğıda aktarmaya uğraştığım sözcük ilişkilendir-me çabalarım bana büyük rahatlık sağladı. O zaman, sözcüğe karşı ya da onun için silahlanmış olurdum, ve bu sözcüğü kaldıracak ve onun yaşamımdaki anlamını bana öğretecek karakterlerin düzenlemesini yapmaya koyulurdum. Bir ya da iki saat sonra, beni afallatarak, yeni bir öykü bitmiş ve tamamlanmış olurdu. Bu tam ve çok hoş bir sürprizdi. Kısa süre sonra tüm hayatım boyunca böyle çalışmam gerektiğini anladım. Önceleri kişisel karabasanlarımı, çocukluk gecelerimin gece ve zamana karşı korkularını tasvir edebilecek sözcükler için zihnimi dikkatle araştırır ve bunlardan öyküler derlerdim. Sonra, yeşil elma ağaçlarına, doğduğum eski eve, büyükbabamla büyükannemin yaşadığı bitişik eve ve büyüdüğüm yerdeki yazların bütün yeşil çayırlarına uzun uzun bakar ve bunlar için sözcükler bulmaya çalışırdım. Bu kitapta okuyacaklarınız tüm o yılların karahindibalarının bir derlemesinden ibarettir. Bu sayfalarda tekrar tekrar ortaya çıkan şarap me-taforu da yerine son derece oturuyor. Tüm yaşamım boyunca görüntüleri topluyor, onları bir yere depoluyor ve unutuyordum. Anıları çıkartıp açmak ve bana neler önerebileceklerini görmek için sözcükleri katalizör olarak kullanarak bir şekilde kendimi geriye göndermek zorundaydım.


Böylece, yirmi dört yaşımdan otuz altı yaşıma kadar, yarı yanmış bir kestane fişeğine, paslanmış bir oyuncağa veya yaşlanınca olacağım insana geçmişini, yaşamını, insanlarını, oyuncaklarım ve unutulmuş pişmanlıklarını hatırlatmak için gençlik yıllarımın birinde yazmış olduğum bir mektubun parçasına rastlamak umuduyla büyük ebeveynlerimin Kuzey Illinois çayırını düşünmediğim bir gün bile geçmedi. Karahindibaları, babam ve erkek kardeşimle yabani üzümleri toplayışımızı, bir sivrisinek üreme yeri olan cumba penceresinin kenarındaki yağmur varilini yeniden keşfetmeyi ya da arka verandamızın civarında dolanan altın-tüylü arıların kokusunu ne kadar hatırlayabileceğimi görmek, büyük bir iştahla ele aldığım bir oyun oldu. Biliyorsunuz, arılar gerçekten kokar; eğer kokmuyorlarsa, kokmaları gerekir çünkü ayakları milyonlarca çiçeğin baharatıyla tozlanmıştır. Ve sonra koyağın nasıl olduğunu hatırlamak istedim. Özellikle Lon Chaney’in güzel korku filmi Operadaki Hayalet’i gördükten sonra geç saatlerde eve dönerken, kardeşim Skip’in önden koşarak tıpkı Yalnız Adam gibi koyak-deresi köprüsünün altında saklandığı, sonra haykırıp sıçrayarak beni yakaladığı, bu nedenle ağzımda bir şeyler geveleyerek kaçtığım, düştüğüm, kalkıp yeniden eve kadar kaçmaya başladığım o geceleri. Bu harika bir malzemeydi. Sözcük-ilişkilendirmem boyunca aldığım yolda eski ve gerçek arkadaşlıklara tosladım. Arizo-na’daki çocukluğumdan arkadaşım John Huff’ı ödünç aldım ve onunla uygun şekilde vedalaşabilmek için onu doğuya, Green Town’a postaladım. Yol boyunca kendimi çoktan ölmüş ve çok sevilmiş olanlarla kahvaltılara, öğlen ve akşam yemeklerine oturttum. Çünkü ebeveynlerini, büyük ebeveynlerini ve kardeşini (bu kardeş onun “kuyusunu kazdığı” zaman bile) gerçekten seven bir çocuktum. Yol boyunca kendimi bir bodrumda babamla üzüm cenderesini çalıştırırken veya Bağımsızlık Günü akşamı Bion amcamın ev yapımı pirinç topunu doldurup ateşlemesine yardım ederken buldum. Böylece şaşkınlık içinde kaldım. İlave etmeliyim ki kimse bana kendimi şaşırtmamı söylememişti. Bilgisizlik ve deneme yoluyla yazmanın eski ve en iyi yollarına ulaşmış ve gerçekler, tıpkı silah ateşlenmeden kaçan bir bıldırcın gibi çalılıklardan dışarı fırlayınca şaşırmıştım. Bir çocuğun yürüme ve görmeyi öğrenmesi gibi, körlemesine yaratıcılığa takılmıştım.

Duygularımı serbest bırakmayı öğrenmiştim ve Geçmişim bunların hepsinin bir şekilde doğru olduğunu söylüyordu. Bu nedenle kendimi, evin yanındaki o fıçıdan bir maşrapa yağmur suyu getirmek için koşan o çocuğa çevirdim. Ve elbette, ne kadar su alsanız o kadar su akar fıçıya. Akıntı hiçbir zaman kesilmez. Tekrar tekrar o zamanlara dönmeye devam etmeyi öğrendiğim zaman, üzerinde oynayacağım (çalışacağım değil, hayır) bir sürü anım olmuştu. Eğer büyümenin ve yaşlanmanın ortasındayken başka ağustosların yeşil çayırlarındaki Tanrı’nın otlaklarında oynayan ve kanı tohumlamak için ağaçların altında bekleyen karanlığı hisseden “bir adamın içinde saklanan çocuk” olmasaydı, Karahindiba Şarabı da olmazdı. Birkaç yıl önce, Karahindiba Şarabı ve Sinclair Lewis’in daha gerçekçi çalışmaları üzerine makale yazan bir eleştirmen, nasıl olup da kitabım için Green Town olarak yeniden isimlendirdiğim Waukegan’da doğup büyümüş olabileceğimi, körfezin ne kadar çirkin ve şehrin aşağısındaki kömür rıhtımlarının ve tren manevra alanlarının ne kadar kasvetli olduğunu nasıl fark etmediğimi merak ederek beni hem eğlendirmiş hem de şaşırtmıştı. Ama elbette onları fark etmiştim ve bir genetik büyücü olarak onların güzelliğine hayran kalmıştım. Trenler, furgonlar, kömür ve ateşin kokusu çocuklar için çirkin değildir. Çirkinlik sonradan rastladığımız ve ondan utanç duyduğumuz bir kavramdır. Furgonları saymak çocukların önde gelen işlerinden biridir. Büyükleri onlara engel olan trenlere söylenirler, öfkelenirler ve alay ederler, ama çocuklar uzak yerlerden bile geçen furgonları mutlulukla sayar ve adlarını söylerler. Ve yine, sabah karanlığının beşinde tuğla kaldırımları buhar tüten müthiş asitli sularla yıkayan karnavalların ve filleriyle sirklerin geldiği şu sözde çirkin tren manevra alanları. Rıhtımlardaki kömüre gelince, kamyonun ve onun çınlayarak aşağıya inen, beni karanlık definesinin altına gömmekle tehdit ederek bodrumumun uzak bir alanına bir ton güzel meteor bırakan metal borusunun gelişini beklemek için her sonbaharda aşağıya, bodruma inerdim. Başka bir deyişle, eğer oğlunuz bir şairse, at gübresi onun için sadece çiçek anlamına gelebilir, ama elbette, hangi at gübresi daima böyle olabilir.

Belki de yeni şiirim, hayatımın bütün yazlarının bir kitapta filizlenmesini bu takdim yazısından daha iyi anlatabilir. Şiirin başlangıcı şöyle: Bizans değil geldiğim yer, Ama başka bir zaman ve yerden geldim Irkı sade, çalışkan ve doğru olan; Çocuk olarak Kendimi dışarıya, IlUnois’ye bıraktım. Sevgi ve zarafeti olmayan bir isim Waukegarı’dı, işte oradan geldim Ve hayır, iyi dostlarım, Bizans değil. Şiir, doğum yerimle ömür boyu süren ilişkimi tarif ederek devam ediyor: Yine de en uzak ağaçların en yüksek noktalarından Geriye baktığımda gördüğüm Her Yeats’in doğrulayacağı gibi Parlak, sevgili ve mavi bir ülke. O zamandan beri sıklıkla ziyaret ettiğim Wa-ukegan, diğer orta batı şehirlerinden ne daha gösterişli ne de daha güzeldir. Çoğu kısmı yeşildir. Ağaçlar sokakların ortasına dokunur. Evimin önündeki sokak hâlâ kırmızı tuğlalarla döşeli. O halde burayı özel kılan şey nedir? Ben orada doğdum. Bu benim hayatimdi. Onu gördüğüm gibi yazmak zorundaydım: İşte biz efsanevi ölülerle büyüdük Orta batının ekmeğini kaşıklamak için Ve eski tanrıların parlak marmeladım Fıstık yağı gölgelere yaymak için, Orada, göklerimizin altındakini Afrodit’in kalçası zannederek… Sundurma parmaklıklarının yanında sakin ve cesur Sözleri saf bilgelik, bakışları saf altın Büyükbabam, gerçek bir efsane Tüm Platonlann yerine geçen, Büyükannem salıncaklı sandalyesindeyken Onarırdı sökülmüş yenleri özenle Nadir ve parlak kar taneciklerini Örerdi yaz gecesinde bizi kışlamak için. Ve dumanlarıyla bir araya gelen amcalar Şakalarda gizlenen bilgelikler yayar Ve Delfi bakireleri kadar zeki teyzeler Dağıtır efsunlu limonatalar Ve çocuklar orada rahip çömezleri gibi diz çöker Yaz gecelerinde Yunan kemeraltında; Sonra yatağa gidiş, orada tövbe etmeye Masumiyetin kötülüklerine; Kulaklarında cızırdayan sineğimsi-günahlara Geceler ve yıllar boyunca kulaklarına söylenen Ne Illinois ne de Waukegan Ama şen gökyüzü ve şen güneş Tüm kaderimizin sıradanlığı boyunca Ve Yeats kadar parlak olmayan Belediye Başkanı Ancak, hâlâ kendimizi tanıyoruz. Sonuç? Bizans. Bizans. Waukegan/Green Town/Bizans.

O zaman, Green Town var mı? Evet, ve yeniden, evet. John Huff adında gerçek bir çocuk var mıydı? Evet, vardı. Ve bu onun gerçek adı. Ama o benden aynlıp gitmedi, ben ondan ayrılıp gittim. Ama mutlu son, o hâlâ sağ, kırk iki yıl sonra, ve hâlâ sevgimizi hatırlıyor. Yalnız Adam var mıydı? Vardı. Ve bu onun adıydı. Ve ben altı yaşlarındayken memleketimde geceleri etrafta dolaşarak herkesi korkuturdu ve hiç yakalanmadı. En önemlisi, içindeki Büyükbaba, Büyükanne, pansiyonerler, amcalar, dayılar, teyzeler ve halalarla büyük ev var mıydı? Buna zaten yanıt verdim. Koyak gerçek miydi ve geceleri gerçekten derin ve karanlık mıydı? Öyleydi. Şimdi de öyle. Birkaç yıl önce, koyağın zaman içinde sığlaşmış olabileceğinden korkarak kızlarımı oraya götürdüm. Çok rahatladım ve koyağın eskisinden daha derin, daha karanlık ve daha gizemli olduğunu bildirmekten mutluluk duyuyorum. Şimdi bile, Operadaki Hayalet’i izledikten sonra oradan geçerek eve gitmezdim. Böylece, işte hepsi sizin.

Anlam kazandıkları tüm mutluluklarla ve ima ettikleri tüm kederlerle Waukegan, Green Town’dı ve Bizans’tı. Oradaki insanlar tanrılar ve cücelerdi, ölümlü olduklarını biliyorlardı; bu nedenle tanrıları utandırmamak için cüceler uzun boyluymuş gibi yürüyor ve tanrılar da ufak olanların rahat etmeleri için çömeliyorlardı. Ne de olsa hayatın kendisi, arkadan dolanıp lanet bir mucize aramak için başka insanların kafasına girmek, ve şöyle demek: Hey, demek sen böyle görüyorsun? Eh, şimdi, bunu hatırlamam gerek. O zaman, işte benim, bir zamanlar ağzında şekerleme, köpek dişleriyle yarasa elbisesi giymiş ve ağaçlarda tepetaklak asılı duran, sonunda on iki yaşlarında ağaçlardan yere düşerek kendine oyuncak bir daktilo makinesi bulup ilk “romanım”; yaşamı olduğu kadar ölümü, ışığı olduğu kadar karanlığı, genci olduğu kadar yaşlıyı, akıllı ve aptalı birlikte, tam dehşet kadar saf neşeyi de yazan çocuğu kutlayışım. Son bir anı. Ateş balonları. Bugünlerde onları nadiren görürsünüz. Ancak duyduğuma göre bazı ülkelerde hâlâ yapılıp, altlarında asılı küçük saman ateşinin sıcak soluğuyla dolduruluyorlar. Ama 1925 lllinois’sinde, bizde hâlâ vardı ve büyükbabamla ilgili son anılarımdan biri de buydu. Kırk sekiz yıl önce, Dört Temmuz gecesinin son saatinde büyükbabam ve ben çayıra yürüyüp küçük bir ateş yakmış ve armut biçimindeki kırmı-zı-beyaz ve mavi çizgili kâğıt balonu sıcak havayla doldurmuştuk ve titreşen bu parlak-melek varlığı verandanın önünde sıralanan amcalar, halalar, kuzenler, anneler ve babaların önünde son bir an için başımızın üstüne kaldırmıştık; sonra yaşam, ışık ve gizemden oluşan bu şey, bahar havasında çok yavaşça parmaklarımızın arasından kurtulup yukarıya, uyumaya başlamış evlerin üstünden yıldızların arasına doğru kırılgan, harikulade, hassas ve hayatın kendisiymiş gibi güzel bir şekilde yükselmişti. Büyükbabamın, kendi düşünceleri arasında, yukarıda sürüklenen bu tuhaf ışığa baktığını gördüm. Kendimi gözlerim yaşlarla dolu olarak gördüm, çünkü bitmişti, gece sona ermişti. Bir daha asla böyle bir gece olmayacağını biliyordum. Kimse bir şey söylemedi. Hepimiz sadece gökyüzüne baktık, soluk alıp verdik ve hepimiz aynı şeyi düşündük, ama kimse söylemedi.

Yine de birinin sonunda söylemesi gerekirdi, değil mi? Ve bu da bendim. Şarap hâlâ aşağıdaki mahzenlerde duruyor. Sevgili ailem hâlâ karanlık verandada oturuyor. Ateş balonu, henüz gömülmemiş olan o yazın gece semalarında hâlâ sürükleniyor ve yanıyor. Neden ve nasıl? Çünkü ben öyle olduğunu söylüyorum. Ray Bradbury Yaz, 1974 KARAHİNDİBA ŞARABI Sessiz bir sabahtı, şehir karanlıkla örtülmüştü ve yatağında dinleniyordu. Yaz havada toparlandı; rüzgârın uygun bir dokunuşu vardı, dünyanın soluğu uzun, sıcak ve yavaştı. Sadece kalkmanız, pencerenizden dışarı sarkmanız yeterliydi ve bunun aslında özgürlüğün ve yaşamın ilk gerçek zamanı, yazın ilk sabahı olduğunu anlardınız. On iki yaşındaki Douglas Spaulding dipdiri uyandı, yazın bu ilk sabah akıntısının onu aylaklaştırmasına izin verdi. Üçüncü kattaki küçük kubbeli yatak odasında yatarken onun kendisine verdiği yüksek gücü hissetti; haziran rüzgârında yükseklerde, şehirdeki en yüksek kulede dolandı. Geceleyin, ağaçlar birlikte yıkanırken, deniz fenerinden gelen bir işaret ışığı gibi bakışlarını her yöne, denizin üstündeki karaağaç, meşe ve akçaa-ğaç sürülerine çevirmişti. Şimdi… “Vay canına,” diye fısıldadı Douglas. Takvimde günbegün karalamak için önünde tüm bir yaz. Seyahat kitaplarındaki tanrıça Şiva gibi, ellerinin her yere uzandığını, ekşi elmaları, şeftalileri ve gece yarısı eriklerini kopardığını gördü. Ağaçların, çalıların ve nehirlerin içinde giydirilecekti.

Donmuş kırağı buzundan evin kapısında memnuniyetle donacaktı. Büyükannenin mutfağında on bin piliçle beraber mutlulukla pişecekti. Ama şimdi, bildik bir görev onu bekliyordu. Haftada bir gün, annesini, babasını ve küçük kardeşi Tom’u bitişikteki küçük evlerinde uyurken bırakıp buraya kaçması, karanlık spiral merdivenlerde koşarak büyük ebeveynlerinin küçük kubbeli yatak odasına çıkması ve süt şişelerinin kristal şıngırtısından önce uyanıp sihirli ayinine başlaması için bu büyücü kulesinde fırtınalar ve hayallerle birlikte uyumasına izin verilmişti. Açık pencerenin önünde durdu, derin bir nefes aldı ve üfledi. Sokak ışıkları siyah bir pastanın üzerindeki mumlar gibi söndü. Tekrar tekrar üfledi ve yıldızlar kaybolmaya başladı. Douglas gülümsedi. Bir parmağını uzattı. Şurada ve şurada. Şimdi tam orada ve orada… Ev ışıkları yavaşça göz kırparken, soluk sabah toprağında sarı kareler kazındı. Şafak ülkesinde bir pencereler serpintisi aydınlanarak kilometreler boyunca uzandı. “Herkes esnesin. Herkes kalksın.” Altındaki büyük ev kımıldadı.

“Büyükbaba, dişlerini su bardağından al!” Uygun bir ara verdi. “Büyükanne ve Büyükbüyükan-ne, sıcak çörekler kızartın!” Kızarmış sulu hamurun ılık kokusu, kiracıları, halaları, amcaları, ziyaretçi kuzenleri odalarında canlandırmak için esintili koridorlarda yükseldi. “Tüm yaşlı insanların yaşadığı cadde, uyan! Bayan Helen Loumis, Albay Freeleigh, Bayan Bentley! Öksürün, kalkın, haplarınızı yutun, dolaşın! Bay Jonas, atınızın ipini bağlayın, çöp arabanızı alın ve yola koyulun.” Şehir koyağının ötesindeki kasvetli konaklar, uğursuz canavar gözlerini açtılar. Yakında, aşağıdaki sabah caddelerinde iki yaşlı kadın, tüm köpeklere el sallayarak elektrikli Yeşil Makinelerini süreceklerdi. “Bay Tridden, araba hangarına koşun!” Yakında, üstünde sıcak mavi kıvılcımlar çıkartarak, şehir tramvayı tuğla caddeler nehrinde yüzecekti. Douglas, Çocuklar Caddesi’ne, “John Huff, Charlie Woodman, hazır mısınız?” diye fısıldadı. Islak çayırlardaki sünger gibi ıslanmış beyzbol toplarına; ağaçlarda bomboş asılı salıncak iplerine: “Hazır!” “Anne, Baba, Tom, uyanın.” Saat alarmları hafifçe çıngırdadı. Adliye binasının saati gümledi. Onun elinden fırlatılmış bir ağ gibi kuşlar ötüşerek ağaçlardan fırladı. Bir orkestrayı yöneten Douglas, doğu göklerini işaret etti. Güneş yükselmeye başladı. Kollarını kavuşturdu ve bir sihirbazın gülümsemesiyle gülümsedi. Evet, efendim, diye düşündü, ben bağırınca lıerkes sıçrıyor, herkes koşuyor.

Güzel bir mevsim olacak. Şehre son kez parmaklarını şıklattı. Kapılar çarpılarak açıldı; insanlar dışarı çıktı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir