Pesah bayramından* hemen sonra havanın açılmaya başlamasına, bahse girerim ki dünyada hiç kimse benim kadar, ben kantor*·k Peysa’nın oğlu Motl ile komşumuzun buzağısı Meni (bu adı ona ben taktım) kadar böylesine sevinmemiştir. Bu ilk sıcak günde, onunla ben, güneşin ilk tatlı ışıklarını aynı anda vücudumuzda duyduk, çıplak toprağın bağrını yararak çıkmaya başlayan yeşil otların kokusunu biz ikimiz aynı anda aldık ve biz ikimiz bizi kuşatan karanlıktan insanın yüzüne gülen, gerçek baharın ilk sabahına aynı anda çıknk. Bana sorarsanız, boşa giden hamur ve ilaçlarla günlerimi geçirdiğim bu soğuk, nemli bodrumdan, kelimenin tam anlamıyla bir delikten gün yüzüne çıktım. Buzağıyı da, yana yatmış ve delik deşik olmuş duvarlarından kışın karla- • Pesah bayramı (hamursuz bayramı): Yahudilerin Mısır’dan çıkışlarını anmak amacıyla her yıl kutladı klan bayram (ç.n.). ** Kanıor: Sinagogda koro başı (kilise hanendesi). rın içeri savrulduğu, yazın da yağmurun kamçıladığı küçük, karanlık, çamurlu ve pislikten batmış durumdaki bir ahırdan çıkarıp salıverdiler. Bu şekilde, özgür güneş aydınlığına kavuşan biz ikimiz -ben ve buzağı Meni- doğaya karşı gönül borcu duyarak, her birimiz kendimizce sevinçten oynay1p zıplamaya başladık. Kollarımı havaya kaldırıp iki yana ayırarak ve ağzımı kocaman açarak bütün gücümle temiz bahar kokusunu içime çektim. İçime çektiğim bu temiz hava, beni sanki yukarılara, bulutların hafif bir buğu gibi süzüldüğü, bembeyaz kuşların bir görünüp bir gözden kaybolduğu ve derin mavilikte yüzercesine cıvıldaşıp ötüşlüğü gökyüzünün o uçsuz bucaksız maviliğine doğru kaldırıyormuş gibi geliyordu bana. Bayramlarda sinagogun vaiz kürsüsünde babamla birlikte söylediğimiz o sözsüz, melodisiz, coşkun dalgaların yarauığı kıvrak çağlayanın o güzelim şarkısı, hayranhk ve sevinç dolu bir tür şarkılar şarkısı kabaran göğsümden kendiliğinden kopuveriyordu. Baharın ilk gününde işte böyle sevindim. Buzağı ise sevincini bambaşka bir şekilde gösterdi. O, ilk iş olarak yüzünü nemli, kararmış gübre yığınına daldırdı, sonra ön tırnaklarıyla yeri kazıdı, bundan sonra da kuyruğunu kaldırdı ve aniden dört ayağını birlikte yerden keserek sıçradı ve böğürdü: “Mö-ö-ö!. .. ” Bu “Mö-ö-ö” bana o kadar gülünç geldi ki, kahkaha atmaktan kendimi alamadım ve hemen tıpkı onun gibi kusursuz bir şekilde “Mö-ö-ö” diyerek buzağıyı taklit etmeye başladım. Benim onu taklit edişim galiba buzağının hoşuna gitmişti: Tekrar böğürdü ve tekrar dört ayağını birden toplayarak havaya zıpladı. Anlaşılacağı gibi ben de, sıra bana geldiğinde hoplayıp zıpladım. Ve bu, birkaç kez böyle de- vam etti: Ben zıplıyorum, buzağı zıplıyor; buzağı “Mö-ö-ö” diye bağırıyor, o susunca ben başlıyorum: “Mö-ö-ö! . ” Eğer ağabeyim Elya ense kökume bir şaplak atmasaydı, bu oyun kim bilir daha ne kadar sürecekti: – Demek bunun için ortadan kayboldun! Şuna bakın hele, yakında dokuz yaşında bir delikanlı olacak, ama bir buzağıyla yaramazlık yapıyor! Haydi eve, marş, işe yaramaz haylaz! … Bekle gör, babam seni haşlayacak!. .. 2 Ne saçma! Babam hiç de benı haşlamayacak. O hasta. Sonbahardan, ta bayramdan beri, artık eskiden olduğu gibı sinagogda çalışmıyor, geceler boyunca hep öksürüyor Bize bir doktor geliyor. Bu doktor esmer, şişko, siyah bıyıklı, gözlerinin içi gülen, neşeli bir adamdır. O bana “puzır” (tombiş) diyor ve karnıma fiske vuruyor. Annemi, bana sadece patates vererek kötu beslediğine inandırmaya çalışıyor boyuna. Hasta babama ise et suyu ve süt, sut ve et suyu verilmesini emrediyor. Annem doktorun bu öğutlerini dikkatle dinliyor, ama doktor gidince yüzünu önluğuylc gizliyor, omuzlan sarsılmaya başlıyor. Sonra gözlenni kuruluyor, ağabeyimi bir köşeye çağırıyor ve onunla bir şeyler [ısıldaşıyorlar. Annem ağabeyimi bir yere göndermek istiyor, o ise gitmeyi reddediyor. – O insanların yanında hizmetkarlığa gideceğime, yerin dibine gömülürüm daha iyi, diyor ağabeyim. Bugün ölsem bundan daha iyidir!. .. – Dilin kopsun, alçak! Senin için aylak aylak gezmek daha önemli! diyor annem fısıltıyla, dişlerini sıkarak lafı ağzına ukıyor ve ondan umudunu kesiyor. Annem etrafına bakınıyor, Elya’yı paralamaya hazır. Ancak hemen yumuşuyor ve: – Peki, ne yapalım yavrucuğum? Babana acı! Onun kurtulması gerek … diyor. Elya büfede göz gezdirerek: – En iyisi bir şeyler satmak, diye öneride bulundu. Annem de büfeye baktı. Gözlerini silerek fısıldadı: -Ama ne satayım ben? Canımı mı? Sana göre daha satacak bir şeyler var. Sanki büfe tamtakır değil de! … – Ne varsa! diyerek razı oluyor Elya. Annem birden: – Soyguncu! Cani! diye haykırıyor ve gözleri kan çanağına dönüyor. Ah, kimin benimkiler gibi böyle cani ruhlu çocukları var?! Annem öfkeden kabına sığınıyor. Fakat biraz ağladıktan sonra gözlerini kuruluyor ve Elya’nm önerisine boyun eğiyor. Böylece kitapları, babamın dua örtüsünün gümüş saçağını, yaldızlı iki kadehi, annemin ipek robunu ve nihayet bir elden öteki ele geçen diğer bütün eşyaları samlar. Kitapları, seyrek sakallarını sürekli kaşıyıp duran, ufak tefek bir adam olan seyyar kitapçı Mihl satın aldı. Zavallı Elya, onu bize çağırmak için üç defa gitmek zorunda kaldı, en sonunda onu evimize getirmeyi başardı. Annem kitapçı Mihl’i görünce çok sevindi, ama babaırun duymaması için, parmağım ağzına götürerek yavaş konuşmasını işaret etti ona. Mihl annemin ne demek istediğini anladı. Başını kitap rafına doğru kaldırarak ve alışkanlıkla sakalını kaşıyarak yavaş bir sesle: -Hadi, gösterin bakalım, neler varmış sizde? dedi. Annem bana başıyla, masaya çıkıp raftaki kitapları vermemi buyurdu. Onun emrini ikiletmedim. Büyük bir sevinçle masanın üzerine sıçradım, ama o anda da kendimi boylu boyunca yere uzanmış buldum. Bunun üzerine, ağabeyimin düşüncesine göre “bir deli gibi” böyle sıçradığım için ondan paparayı yedim. Sonra kendisi masaya çıktı ve kitapları Mihl’e vermeye başladı. Mihl bir ehyle sakalım kaşımayı sürdürürken, diğer eliyle de kitapların sayfalarını çevirip gözden geçiriyordu. Her kitapta bir kusur buluyordu; birinin cildi iyi yapılmamış, bunun arkası berbat durumda, şu öteki tam bir kitap bütünlüğü taşımıyor … Bütün kitapları, ciltleri ve bütün kitap arkalarını gözden geçirmeyi bitirdikten sonra sakalını kaşıyarak şöyle dedi: -Bu bir talmud* olmalı, tam derleme, bunu belki alırım … Annem bembeyaz kesildi, ağabeyim ise, annemin aksine kırmızı bir kumaş gibi kızardı. -Sadece talmud derlemesini satın alacağınızı niçin daha önce söylemediniz? diyerek, ağabeyim Mihl’e çıkıştı. Siz sadece insanlann kafasını kanştırmak, zamanlanm çalmak için gelmişsiniz!. .. -Sessiz ol Elya! Senden rica ediyorum, sessiz ol! diyerek annem ağabeyime yalvarıyor. Bitişik odadan babamın hırıltılı sesi işitiliyor: – Kim var orda? Annem ona yanıt veriyor: -Burda kimse yok! Annem ağabeyimi hasta babamın yanına yolluyor, kendi de Mihl’le pazarlığa tutuşuyor ve sonunda bütün kitaplan satıp elden çıkarıyor. Fakat anlaşılan, annem kitapları yok pahasına satmıştı, çünkü Elya içeri girip Mihl’in ne kadar ödeme yaptığını sorduğunda: -Bu senin işin değil! diyor annem ona. Kitapçı Mihl ise, kitapları çarçabuk bir çuvala dolduruyor ve aynı çabuklukla ortadan toz oluyor. • Talınud: MÔ lll. yy. ile V. yy. arasında düzenlenen, Yahudiliğin din, yaşam ve hukuka ilişkin emirlerinin toplandığı ki:_ap. 3 Bana en çok keyif veren büfenin satışı oldu. Doğrusu, babamın dua örtüsünden gümüş saçağın sökülüşü de eğlenceliydi. Kuyumcu losel’in nasıl pazarlık ettiğini dinlemek, hepsinden daha ilgi çekiciydi. Yüzünün orta yerinde kırmızı bir leke olan solgun benizli bu adam, evimizden üç defa ayrıldı ve geri döndü, en sonunda, istediğini elde etti kuşkusuz. Pazarlık bittikten sonra, pencerenin önüne oturdu, ayak ayak üstüne attı ve sapı geyik kemiğinden yaplimış san renkli bir çakı çıkardı cebinden; orta parmağım bükerek gümüş saçağı ustaca sökmeye başladı. Eğer saçağı onun gibi böyle ustaca sökebilseydim, kendimi dünyanın en mutlu insanı sayarmışım gibi geliyor bana. Annemin nasıl hüngür hüngür ağladığını görecektiniz! Artık neredeyse nişanlanacak yaşta yetişkin bir delikanlı olan Elya bile, eşyaların satılmasından dolayı yüzünü duvara döndü, tuhaf bir şekilde feryadı bastı ve ceketinin eteğiyle gözlerinin yaşını kurulamaya başladı. Babam odasından sesleniyor: -Ne oluyor orda? -Yok bir şey! diye annem yanıtlıyor onu, ağlamaktan kızaran gözlerini de siliyor. Annemin alt dudağı ve yüzünün bütün alt yarısı öylesine titriyordu ki!. .. Onun bu halini görüp de insanın gülmekten kendini alabilmesi için taş olması gerekirdi. Ama bütün bunlar, büfenin sanşı sırasında olanlarla kıyaslandığında bir hiç kalırdı. Birincisi, büfemizi nasıl alıp götürecekler? Bütün hayatım boyunca bu büfe, duvarla bütünleşmiş gibi geliyordu bana. Onu yerinden sökmek mümkün olacak mı? lkinci olarak, bundan böyle annem ekmeği, pazar sepetini, tabakları, kalaylı kaşık ve çatallan (bizde iki tane gümüş ka- şık ve bir çatal vardı, ama annem onlan satmış bulunuyor anık) nereye koyacak ve biz pesah bayramı yemeğini nerede saklayacağız? Marangoz Nahman, kocaman kırmızı tırnaklı parmaklarını uzerinde gezdirerek büfeyi ölçerken, ben hep bunları düşünuyordum. Nahman’ın yaptığı ölçüme göre, büfe kapıdan geçmeyecekti. Elya· – Pekı içeri nasıl gırmiş? diye sordu. – Bunu ona sor! dıye Elya’yı tersliyor Nahman. Nereden bileyim ben, nasıl girmiş? Süruklemişler, gördüğün gibi de girmiş. Ben bile büfe için endişelenmeye başlarken (onun bizde kalacağım düşunuyordum) bir dakika kadar geçti. Ancak benim bu kaygım fazla uzun surmedi. Nahman, kendisi gibi marangoz olan iki oğluyla birlikte göründü ve onlar salın aldıkları malı şeytanca bir ustalıkla tutup kaldırdılar. Önde Nahman, onun arkasından bufeyi kaldıran iki oğlu, onların arkasında da ben, yürumcye başladık. lhuyar Nahman emırler yağdırıyordu: – Kopl, yan yüru! Mendi, sağa git! Kopl, acele etme! Mendi, tul!. .. Onların etraOarında hoplarıp zıplayarak ben de yardım ediyordum. Elya ile annem yardım etmek istemiyorlardı. Öylece ayakta dikılmiş duruyorlar, büfenın çıktığı, örümcek ağlarıyla bürülü duvardaki boş yere bakarak ağlıyorlardı. Onların bu hali tuhaftı, bildikleri ve yaptıkları tek şey ağlamaktı.
Solom Aleyhem – Kucuk Motl
PDF Kitap İndir |