Stefan Zweig – Buluşmalar, İnsanlar Kentler, Kitaplar

Dostlarım yıllardır, çeşitli konular üzerinde düşüncelerimi kaleme aldığım denemeleri bir kitapta toplamamı ısrarla söyleyip duruyordu. Ancak içimde engel olamadığım bir kuşku bu önerilere hep karşı çıkmama neden oluyordu. O yıllarda, titiz bir yazarın her kitabı kendi içinde organik bir bütün oluşturmalı diye düşünüyordum. Çeşitli yazıları iki kapak arasına sıkıştırıp, kitabı sanki bir bütünmüş gibi göstermek yapmacık olurdu. Bana göre, kişiliği uzun ömürlü birinin ne söylemiş ve yazmışsa hepsinin önem kazandığı o doruk noktasına varıldığı zaman değişik görüşlerinin bir araya getirilmesi anlam kazanırdl. Yıllar boyu hep böyle düşünmüş olduğum için de kendimi burnu Kafdağı’nda biri olarak kabul etmiyorum. Yıllar yılı hiçbir şey yapmadım, üzerinden zaman geçmesini bekledim. Fakat sonunda, o zaman var ya, beni zorlayan yine de o oldu. Çünkü otuz yıl boyunca yeryüzünde ne olup bittiğine bir edebiyatçı gözüyle bakmak, kendi içinde kapalı bir zaman b ütününü oluşturmuştu. Bu dönemde yaşananlar ve oluşan düşünceler, kendini beğenmiş bir bireyin görüşlerini yansıtmıyordu artık. Çoktan beri bütün bir neslin malı olmuş insanlık duyarlığı ve olaylar toplamı haline gelmişti. Son yıllarda gençlerle yaptığım görüşmeler sırasında, bana fuJılı sanki bugün yaşanmış gibi gelen kimi olayların ve tanımış (l/dll,0.lım insanların, onlar için çoktan beri geçmiş sayıldığını, bu nedenle de bambaşka bir anlam taşıdığıııı giderek daha çok fark etmeye başlamıştım. Gençler, alınyazıları kendilerine büyük olanak tanımış ve birçok olayın içine girmiş bu kişilerden artık tanıklık etmelerini istemekteydi. Sonunda, başından beri sadece kendimden söz etmediğim ve yıllar boyu sağa sola yayılmış denemeleri bu kitapta bir araya getirmeye karar verdim.


Benim buradaki bütün ralüm, bizim neslin varoluşunun anlamını yüceleştiren değerleri ve yaşanmış olayları okura iletmede aracılıktan başka bir şey değil. Bu yazılar gençliğimde beni yüreklendirmiş olan olayların, mutluluğun, kazancın ve deneyimlerin birikimidir. Onlar insanlarla, kentlerle, kitaplarla, resimlerle ve müzikle buluşmalardır. Kimi zaman kişiyi coşturan, kimi zaman ise onun aklını başına getiren anlardır. Belki bazı okurlar bu yazılarda, günümüzde çoğu insan için (ne yazık ki) pek önemli sayılan bir konuyu, politikayı bulamayacaktır. Eğer kitap bir a nlamda bir bütün oluşturabiliyorsa, ancak yaşamım boyunca inandığım, her zaman tarafsız kalma ilkem sayesinde mümkün olmuştur bu. Ödün vermeden ve sürekli çaba göstererek en yabancı şeyi bile anlamak istemek; toplumları ve zamanları, kişileri ve eserleri olumlu yanlarıyla görmek, yaratıcılıklarını değeriendirmek ve onları kavramakla kimsenin yıkamayacağı o idealimize sadık kalmış oldum. İnsanların, düşüncelerin, kültürlerin ve ulusların birbirleriyle uzlaşmasına hümanizmin aracılık etmesini yaşamım boyunca hep hedefledim. Londra, 1937 S tefa n Zwe ig İYVf�yvl�rl� bU/lU/fu-v�l�r • RI LKE ‘YE VEDA 20 Şubat 1927 günü Münih Devlet Tiyatrosu’nda yapılmış olan konuşma Müzikle başladı o zaman, yine müzikle sona eriyor. Coşkuyla hareket eden dalgaların arasına çekingen ve alçakgönüllü yayılıyor sözler. Alçakgönüllü sokuluyor sözlerim, eğiliyor üzerinde çiçeklerin henüz açmadığı alçakgönüllü mezara. Bugün hep birlikte yasını tuttuğumuz o insana, Rainer Maria Rilke’ye veda ederken sadece müzik kusursuz. Söz, hepimizin içinde sadece onda neredeyse mükemmel bir müzik idi, yalnız onun dudaklarında alışılmışlığın sislerinden kendini kurtarıyordu. Sözün o donuk vücudunu kolayca, sanki uçar gibi havaya yükseltiyor, örneklerle anlatımı yeğleyerek sözü yüksek dünyalara çıkarıyor, içindeki bütün sırları hissettiriyor, günlük konuşmamız hiç kavranamayan bir büyü oluyordu. Onun yaratıcı sözleri çok değişik şeyleri bir araya getirip yoğuruyordu, yaşamın bütün şekilleri onun satırlarının çınlayan aynalarında kendilerini arıyordu.

Ölüm bile onun şiirlerinde bütün gerçeklerin en temizi, en gereklisiymiş gibi kendini belli ediyordu. Bizler ise, en alttakiler, yakınmaların boğuculuğunu yaşıyor, bir edebiyatçı için yakınıyoruz. Her zaman görünmeyen bir Tanrı idi sanki bu insan. Bizler onu görebildik duyguların kocaman organlarıyla, duyarlı ruhunun sarsıntılarıyla. Onun kişiliğinde alışılmamışı yaşadık. Edebiyatçı, evet o bir edebiyatçı, bir ozandı, Rainer Maria Rilke, ne kadar yakışıyor ona bu kelime. Bu çok eski, kıitsal, bu çok önemli kelime bize değersiz, belirsiz bir kelimeyi, yazarı, yazan bir yazarı çağrıştırır. Rainer Maria Rilke ise bir ozandı. O her zaman, tekrar tekrar, katışıksız ve kusursuz biriydi. Sadece yaratıcı kişiliği sayesinde değildi bu, soylu yaşamın ruhuna verdiği duruluk da onu yüceltiyordu. Kısa süren yaşamı boyunca kullandığı her kelime, ele aldığı her konuyla o doğru ve kararlı bir ozandı. O birçok başka edebiyat adamı gibi, çevrelerine saçtıkları ışınlarla ünlenmiş, kısa bir süre doruğa çıkmış ve dünyanın dışarıdan içeriye doğru kişinin ruhuna çöktüğü o dolu dolu anların ozanı değildi. Hayır, o her zaman kendini apaçık gösteren, çoğu kez huzur bulmayan, katışıksız bir ozandı. Biliyoruz, onun yaşamı boyunca ozan olmadığı bir an bile yoktu. Dudaklarının arasından çıkan her söz, yazdığı her mektup, ince, bir melodi kadar zarif vücudunun her hareketi, yazısının yumuşaklığı, güıümseyişi.

Bütün bu uyuşum ve biriciklik, mısralarını kusursuzca şekillendiren o yaratıcılığının bir sonucuydu. Onun kişiliğinden bize, çevresini kristallerin sardığı, şiirleri gibi çok saydam bir berraklık ve uyuşum ışıIdardJ. Okurlarına ulaştırdığı şeylerde bulunan bu sürekli belirginlikti bizi gençliğimizden bu yana, o insana, sanatçıya derin bir saygı duyarak bağımlı kılan. Çünkü kişiliğindeki ve yarattıklarındaki bu sürekli biriciklik sayesinde Rainer Maria Rilke’ de katışıksız bir yazın adamını gördük biz, onun soluğu nu hissettik. O, Rainer Maria Rilke, her zaman için bir ozandı. Onun ozanlığı doğuştandı. Bu soylu isim daha yaşamının ilk günlerinde onundu ve bütün dünya böyle tanımıştı onu hep. Öğrenci Rilke çocukken el yazısını daha doğru dürüst öğrenmeden şiirler yazıyordu. Bıyıkları daha yeni yeni terliyordu, ağzından müzik üzerine güzel sözler çıkmaya başladığında. Çocukluk oyunlarından başka oyunlara nasıl geçtiğini anlamamıştı bile. Kullandığı dil başlangıçta hafifti, fakat içi zamanla dolmuş, o çocuğa isteyerek teslim etmişti kendini. Hep arayış ve deneyi Ş halindeki bu insan on altı, on yedi yaşlarına geldiğinde mısralarındaki ezgiselliği ko- layca başarmıştı. Yaratıcı gencin vücudu daha doğru dürüst gelişmemişti, şiirlerinde kullandığı anlatım ise çoktan mükemmelliğe erişmişti. Böylesine bir ozanlık yeteneğine daha çocuk yaşta nasıl sahip olmuştu, kimse bunu bilmiyor. Kökleri ataları na uzanan ve yeryüzünün derinliklerin€ inen bu gizemi kim çözebilir? Nesiller boyu giderek yorulmuş, kaybolup gitmeye başlamış soyluların bu son ferdinde ansızın yeniden canlanmış olan şey yetenek miydi? Prag’ın tarihi sokaklarındaki loşluk muydu o hep meraklı çocuk yüreğine hayat veren? Yoksa akşamları tarlalarda kulağına çarpan ya da pazar günleri odasında yalnız başına geçiren hizmetçi kızın söylediği o Slav şarkıları mıydı? Bunlar sadece izler, tahmin edilen şeyler … Çünkü onun gibi, sanki on milyonlarca ağzın konuşa konuşa yıpratamadığı, öğütüp on milyonlarca harfe dağıtamadığı binlerce yıllık bir dili yepyeni ve capcanlı yeniden karşımıza çıkaran, bu olağanüstü ozanın nasıl doğmuş olduğunu acaba hangimiz gerçekten söyleyebilir? Hayır, binlerce saf insan arasından bir tek bu kişinin nasıl olup da ozan olabildiği dünyaya özgü nedenlerle hiçbir zaman açıklanamaz.

Bu çağdaş insanı, soylu bir aileden gelmiş, mavi denizci giysili bu çelimsiz çocuğun kanında bir şeylerin akmaya başladığını, zamanla içimize girip, duygularımızı doldurduğunu düşünmek öylesine güzel ki! Rainer Maria Rilke’ den bir mısranın, birkaç kelimenin, müziğindeki bir ezginin hepimizin bilinçaltında-olduğunu bilmek ne güzel bir duygu … Artık soluk almayan, konuşmayan o insan, henüz yaşamakta olan bizlerden çok daha uzun kalacak bu dünyada. Daha ciddiyetin ve sorumluluğun ne olduğunu kavramadan Rainer Maria Rilke şairliğini çoktan kanıtlamıştı. Kolayca ve oyun oynar gibi uçuşarak konmuşlardı çocukluğunun üzerine ilk mısralar. İki oyun arasında yuvarlak harflerle özene bezene yazmıştı onları. Daha erginleşmeden okul defterlerine yazdıklarını ince kitapçıklar halinde bastırtmıştı. Ne güzel, daha o mısralar, onun gibi özlem dolu biz yaşıtlarında yankılanmış, çevresine ulaştırdıkları bizlerin gözlerini iyice açmıştı. Yirmi yaşındayken çoktan üne ermiş, ancak bu ünün o baştan çıkarıcı ve yoldan sap- tırıcı tehlikesine kapılmamış, sadece sorumluluğun acı yanlarını, görevinin zorluğunu üstlenmişti. Bu olağanüstü insan, başkalarının ya çok geç öğrendiği, ya da hiç öğrenemediği bir görevi gerçek bir şair olarak sürekli üstlenmesi gerektiğini, bunun için de hep çaba göstermenin zorunlu olduğunu nasıl da kavramıştı o çok genç yaşında … İşte bu erken bilinçlenme, mükemmeliyete götüren o zor ve sonu olmayan yola sokmuştu Rainer Maria Rilke’yi. ° bu yolda hiç yorulmadan ve hiç sapmadan yürüyüp durmuştu. Çekemeyen budalaların dışlayıcı bir davranışla, “değersiz” deme cesaretini kendinde bulduğu bu, sessiz, yumuşak, değişik görüşleri yeğleyen, güçsüz ve hüzünlü görünüşlü Rilke; yaşadığı dönemin insanlarından çok daha fazla zoru tanımış, yaratıcı bir insanın yüklenmesi gereken o sorumluluğu üstlenmişti. 0, Rainer Maria Rilke, gürül gürül akmak için ruhun dopdolu olması gerektiği bilincine çok erken varmıştı. Şiirlerinin altın rengi balı ağır, saydam ve akıcı olacaksa, şairin duyguları da arılar gibi çiçekten çiçeğe uçmak zorundaydı; bunu genç yaşta anlamıştı. Çağırnızdaki lirik şairlerinden hiçbiri mükemmeliyete ulaşmak için onun gibi sonsuz çaba göstermemiştir. Romanı Malte Laurids Brigge’ de yazdıkları unutulmazdır: “Mısralar, birçok insanın söylediği gibi, duygular değildir. Onlar yaşanmış anlardır, deneyimlerdir.

Bir mısra yazabilmek için birçok kenti görmeli, insanları ve başka şeylerle birlikte, hayvanları tanımalı, kuşlar nasıl uçuyor hissetmeli, çiçekler sabahın ilk ışıkları ile nasıl açıyor bilmeli … Düşünebilmeli, unutulmuş yörelerdeki yolları yine anımsamalı, beklenmeyen tanışmaları ve ayrılmaları da … Çocukluğun gizemli günlerini düşünmeli, üzdüğü ana babaları, zor geçen çocuk hastalıklarını da … Sessiz odalarda geçen günleri, deniz kıyısındaki sabahları, evet denizleri, ötelere uğultularla ve yıldızlarla uçup giden geceleri anımsamalı … Bütün bunları düşünmek yeterli değildir. Biri ötekine hiç benzemeyen sayısız aşk da anılarda yer almalı, yeni doğmuşların çığlıkları da, beyazlar içinde uyuyan loğusalar da. Fakat ölüme gidenlere de eşlik etmeli, oturmalı onların odalarına açık pencerede, kesik kesik inlemelerini dinlemeli … Hep anılar- la dolu dolu olmak da güzel değiL. Unutabilmeli onları çok fazla olduklarında. Ve yine gelmelerini beklemeli büyük bir sabırla. Sadece anılara sahip olmak yetmez. İçimize girip kanımıza karıştıkları, bakışımız ve davranışı arım ız oldukları zaman, isimsiz ve bizden farksız, işte hiç beklenmeyen o anda bir mısranın bir kelimesi anıların ortasından ayağa kalkar…” Kafasında böyle düşüncelerle, hep bir şeyler toplayarak ve bir şeylere kulak kesilerek, yaşamı boyunca vatansız genç Rilke ülkeleri dolaşmış, bütün yollarda yürümüş, yaratıcılığına güç katmıştl. Kremlin’e gitmiş, Kremlin’in çanları şiirlerinde yankılanmıştı; Tolstoy’un gözlerinin içine bakmış, onun maviliklerinde insanları ve alınyazılarını görmüştü … İspanya’ya yolculuk yapmıştı; – İtalya’ya, Mısır’a ve Afrika’ya da. Güneşin oralarda ağaçsız topraklara bizim ormanlarla dolu dünyamızdan daha başka vurduğunu ayırt etmişti. İskandinavya’ya gitmiş, beyaz geceleri yaşamıştı; güney ülkelerinde de akşam loşluğunun kadife gibi yumuşaklığını. Her yere gitmişti o; hep tek başına, hiç konuşmadan, çoğu kez kulak kabartarak, heyecanla bakmış, izlemiş, sessizce ruhuna doldurdukları sonra şiirlerinde müzik olmuştu. O yolculuk yıllarında kimse bilmemişti kendine vatansızlığı seçmiş bu insanın nerelerde bulunduğunu. Şiirlerinin içi her geçen gün hep daha çok renklerle dolmaya başlamıştı. Ve sonra, hiç beklenmeyen bir anda lirik yazıları doymak bilmez, bitmek tükenmez bir zenginlik kazanmıştı. Onun dolu dolu ve pml pırıl anlatımına çağımızın hiçbir lirik şairi ulaşamamıştır.

Bu genç insanın daha önce sadece duyguların bir üflemesi olarak kavradığı dünya giderek daha çok damarlarına giriyor, şekilleniyor ve kişilik kazanıyordu. Her geçen gün işitme, görme ve hissetme duyularının ona taşıdıklarıyla daha çok duygulanıyordu. Bu sessiz yaratıcı insan kimi şeylere ne kadar güçlü dokunursa, köklerini ne kadar derinlerden çekip çıkarırsa, içindeki arzu onu, gözle görünen ve kavranabilen her şeyi tekrar ·eski şekilleriyle geri vermesini engelliyor, arkalarındaki gücü bir senfoniymiş gibi yorumlamaya zorluyordu. Bu güç her şeyi bir arada tutuyordu. Bu güç yaratıcıydı: Tanrı … Sayısız parabolikte, kulenin çevresini sa- ran bulutlar gibi, kanatlar takmış ruhu onun çevresinde dolaşıp duruyordu. Giderek artan seslenmelerle, uzun uzun okunan ulvi dualarla, heyecanlı mistik kendinden geçmelerle o sonsuza sokuluyordu. Sonunda tek tek ve parçalanmış şekiller bir araya gelip, Tanrıya uzanan o katedrali oluşturuyordu. Bu belki de günümüzde bir şairin ulaşmaya çalıştığı en gerçekçi dinsel doruklardan biri idi. Sonsuzluğu bilinmeyen duyguların doldurduğu bir deniz, o derin sular. Hoş bir alçak gönüllülükten oluşan inanç, Tanrının derinliklerinden insan ruhunu etkileyen o sürekli çekicilik. Duygulu bir coşkudan gelişen titrek ve çekici bir bağımlılık, sanki rüzgarda ezgilerle hareket ediyorlarmış gibi tek tek mısralardan yayılan büyük şiirin gürültülü çan sesleri. Angelus Silesius ve Novalis. Sonuncusu, kesin ve gerçekçilikle katılaşmış Alman dünyasının içinden çıkan, mistik tanrı yaklaşımıyla ılımlı bir insan.

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir