Yarım milenyum boyunca Coruscant, Cumhuriyet’in galaktik tacının en parlak mücevheri olmayı sürdürdü. Köprüleri ve kemerli solaryumu, hiçbir liderin sözünün tartışılmaz ve hiçbir gökdelenin fazla göz kamaştırıcı olmadığı, aklın evrene hakim geldiğinin düşünülmeye başlanmadığı dönemlere aitti. Klon Savaşları’nın başlamasıyla bazıları bu ihtişamlı günlerin sona erdiğini düşünmeye başladı. Haber holo’ları zaferler ve yenilgilerden bahsederken, gökyüzünden alevler içerisinde düşen gemileri, çarpışan devasa orduları ve sona eren sayısız düşü hayal edebilmek çok kolaydı. Gün gelip de tüm galaksiyi sarmakta olan bu alevin kıvılcımlarının Cumhuriyet’in mücevherine sıçrayıp sıçramayacağını düşünmemek de elde değildi. Bu dönem şehir kelimesinin başarıyı değil de zayıflığı temsil ettiği bir dönemdi. Bir sığınak değil de bir tuzak. Fakat tüm bu endişelere rağmen Coruscant’ın milyarlarca sakini inançlarını kaybetmeyip gündelik yaşamlarına devam etti. Eğri gagalı bir thrantcill sürüsü Coruscant’ın sakin ve soluk mavi gökyüzünden mükemmel elmas formasyonunda uçarak geçti. Yüz binlerce yıl boyunca kış gelince güneye göç etmişlerdi ve bu sene de diğerlerinden farklı değildi. Siyah gözleri medeniyetin Coruscant’taki vahşi yaşamı nasıl gün be gün uzaklara sürdüğünü izlemişti. Gezegenin eski sahipleri artık durasteel vadilerde yem aramak zorundaydı çünkü doğal yaşam alanlarının yerini suni bataklıklar ve permacrete ormanlar almıştı. Bu dönem yüz binlerce farklı dünyadan gelen olağanüstü şeylerin ve kişilerin dönemiydi. Bu iyimserliğin, hayallerin ve önüne geçilmez hırsların dönemiydi. Görebilecek kadar zeki olanlar için büyük fırsatlar dönemiydi. İki kişilik Limulus-sınıfı aracın kırmızı ve beyaz diskleri Coruscant’ın bulut örtüsünü yararak geçti. Sabah güneşinde bir buz parçası gibi ışıldıyordu. Duyulmayan bir müzikle dans eder gibi hiperiticilerini yörüngede bıraktı ve bulutları geçerek kibar bir öpücük gibi nazikçe yere iniş yaptı. Pürüzsüz ve cam gibi olan gövdesi açıldı. Dikdörtgen şeklinde bir bölüm belirdi ve ardından açıldı. Kahverengi cübbeli, uzun boylu ve sakallı bir adam kapıda göründü ve aşağı atladı, onun ardından tıraşlı diğer bir yolcu belirdi. Sakallı adamın adı Obi-Wan Kenobi’ydi. Uzun yıllardan beri hizmet ettiği Cumhuriyet’in en tanınmış Jedi Şövalyeleri’nden biriydi. İkinci gelen kahverengi saçlı gencin adı ise Anakin Skywalker’dı. Henüz bir Jedi Şövalyesi olmasa da o da galaksinin en güçlü savaşçılarından biri olarak ün salmıştı. Otuz altı saattir uçmaktaydılar ve Jedi yeteneklerini kullanarak uyku ve diğer ihtiyaçlarını en alt seviyeye indirmişlerdi. Obi-Wan yorgun, asabi ve açtı ve sanki birileri eklemlerine kum dökmüş gibi hissediyordu. Oysa onun da fark ettiği gibi, Anakin zinde ve harekete geçmeye hazırdı. Gençliğin iyileştirici güçleri, diye düşündü Obi-Wan. Ancak Şansölye Palpatine’in acil bir emri onları Forscan VI’dan geri getirebilirdi. “Pekala, Üstat,” dedi Anakin. “Anlaşılan burada yollarımız ayrılıyor.” “Bunun neyle ilgili olduğundan emin değilim,” dedi yaşlı olan, “fakat zamanını Tapınak’ta çalışarak geçirmen yararlı olur.” Obi-Wan ve Anakin, skywalk’tan yollarına devam ettiler. Altlarında şehrin caddelerinde trafik vızır vızır işliyor, kaldırımlar ve yer seviyesindeki inşaatlar arada bir geçen thrantcill sürüleriyle geçici olarak sekteye uğruyordu. Arkalarında kalan cadde ve köprülerden oluşan ağ baş döndürücüydü fakat Obi-Wan güzellikten ziyade bulunduğu yerin yüksekliğinin, yorgunluğun ve açlığın farkındaydı. Aklını kurcalayan çok daha önemli meseleler vardı. Padawan’ı sanki düşüncelerini okumuştu. “Hâlâ benim yüzümden endişeli değilsiniz umarım, Üstat.” Bu Anakin’in Forscan VI’daki çizmeyi aşan davranışlarına bir göndermeydi. Forscan VI ne Cumhuriyet’e ne de Konfederasyon’a bağlı bir koloni gezegeniydi. Elit Ayrılıkçı gizli ajanlar Forscan’da bir eğitim kampı kurmuştu, eğitimleri de kolonistlerin hayatını cehenneme çevirmeyi içeriyordu. Bu karşı casus operasyonunun en güzel tarafı bu ajanların, kolonistlerin dışarıdan gelen kişilerce yardım aldıklarının farkına bile varamadan, gezegenden sürülmesiydi. Sinsice. Tehlikeli. “Hayır,” dedi Obi-Wan. “Durumu kontrol altına aldık. Benim yaklaşımım biraz daha… kontrollüydü. Ama sen de her zamanki gibi inisiyatifi ele aldın. Doğrudan bir emre karşı gelmiyordun, dolayısıyla… bunu yaratıcı sorun çözümü olarak değerlendirip böyle de bırakacağız.” Anakin rahat bir nefes aldı. Karşılıklı sevgi ve saygı bağı bu iki adamı birbirine bağlamıştı fakat kimi zaman Anakin’in söz dinlemezliği bu bağı fazlasıyla zorluyordu. Yine de Padawan’ının, ObiWan’dan en büyük övgüyü alacağından şüphe yoktu. Yıllarca süren gözlemin ardından Obi-Wan, Anakin’in bu ele avuca sığmazlığının üstün yeteneklerinin bir sonucu olduğunu kabul etmek zorunda kalmıştı. “Haklıydın,” dedi Anakin, sanki Obi-Wan’ın yaklaşımındaki yumuşaklık onu hatalarını itiraf etmeye zorlamıştı. “O dağlar aşılmazdı. Konfederasyon takviyeleri buz fırtınasına yakalanacaklardı ama riske giremezdim. Pek çok insanın hayatı tehlikedeydi.” “Bir hatayı itiraf etmek olgunluk belirtisidir,” dedi Obi-Wan. “Bu düşüncelerin aramızda kalmasında bir sorun olmaz sanırım. Raporumda senin inisiyatifine duyduğum hayranlığı ifade edeceğim.” İki arkadaş karşı karşıya durup birbirlerinin bileklerini kavradı. Obi-Wan’ın çocuğu yoktu ve muhtemelen de olmayacaktı. Fakat Padawan ve Üstat arasındaki bağ da en az baba oğul arasındaki bağ kadar güçlüydü, kimi yönlerden daha da güçlü. “İyi şanslar,” dedi Anakin. “Şansölye’ye selamlarımı ilet.” Kaldırıma bir hovercar yanaştı ve Anakin araca bindi, geriye bakmadan şehir trafiğinin içerisinde kaybolup gitti. Obi-Wan başını iki yana salladı. Çocuk toparlayacaktı. Öyle olmak zorundaydı. Eğer Anakin kadar yetenekli bir Jedi bile gençlere özgü dikbaşlılığın üstesinden gelemezse diğerleri nasıl gelecekti? Fakat şimdi düşünmesi gereken daha acil bir mesele vardı. Coruscant’a neden geri çağrılmıştı? Acil bir durum olduğu ortadaydı ama nasıl bir acil durum…? Buluşma yeri T’Chuk spor arenasıydı, yarım milyon izleyiciye ev sahipliği yapabilen bir yapı. Burada Coruscant’ın en ünlü açık hava sporu olan chin bret, yüzlerce, binlerce coşkulu taraftarın karşısında oynanırdı. Ama bugün hiçbir usta chin bret oyuncusu kumların üzerinde taklalar atmayacak; diğerleri de servisleri karşılamak için çırpınmayacaktı. Mavi giysili kaleciler çılgın demicot’lar gibi bir o yana bir bu yana atlamayacak ya da takımların meşaleleri göklere yükselmeyecekti. Bugün devasa stadyum bomboştu, temiz ve yalnızdı, bambaşka bir toplantıya ev sahipliği yapacaktı. Yaya tünelinin yankılı koridorlarından çıkan Obi-Wan tribünleri inceledi. Büyük bölümü bomboş olsa da birkaç düzine kişi bir bölümünde bir araya gelmişti. Yüksek kademeden devlet görevlileri, bazı önemli ama tanınmayan bürokratlar, birkaç teknisyen ve hatta birkaç da klon askeri vardı. Deneyimleri ve içgüdüleri bunun bir savaş konseyi olduğunu söylüyordu. Klon Savaşları’nın ilk zamanlarındaki kaos yerini belli bir düzene bırakmaya başlamıştı; sadakatler ilan edilmiş, ittifaklar kurulmuştu. Galaksi, savaşın her köşesine yayılamayacağı kadar büyüktü fakat herhangi bir anda yüzlerce dünyada savaş sürmeye devam ediyordu. Bu rakamlar milyarlarca yıldız sistemiyle kıyaslandığında çok küçük görünse de uzun süreli ittifaklar ve ortaklıklar nedeniyle milyonlarca kişinin başına gelen şey trilyonlarca kişiyi etkileyebiliyordu. Krallıklar, uluslar ve aileler savaştan büyük zarar görmüştü. Sayılar artıp, silahlar da kaçınılmaz şekilde daha güçlü hale geldikçe yaşanan yıkımlar önüne geçilemez hale geldi ve bu çatışmalardan zarar görenler sonunda galaksi çapında bir birlik oluşturarak bir araya geldiler. Binlerce neslin ürünü ortadan mı kaybolmuştu? Asla! Sınırlar çizildi. Ayrılıkçılar bir tarafta ve Cumhuriyet diğer tarafta. Obi-Wan ve diğer pek çoğu için bu sınır kendi kanlarıyla çizilmiş gibiydi. Cumhuriyet direnecekti ya da Obi-Wan ve Tapınak’ın koridorlarına adım atmış olan tüm Jedi’lar kendini feda edecekti. Basit bir denklemdi. Bu basitlik beraberinde açıklığı ve gücü de getiriyordu. 2 T’Chuk arenasının kumla kaplı zemininde sıska insansı bir dişiden başka kimse yoktu. Beyaz teknisyen kıyafeti giyiyordu ve kısa siyah saçlıydı. Parlak krom, kum saati şeklinde bir cihazı kurcalıyordu ve bu Obi-Wan’ın dikkatini çekmişti. Jedi’ları ilgilendirecek türde tehlikeli bir şeyden ziyade Mavinian kümesi evlilik orgu ya da Juzzian koloni işareti gibi bir sanat eserini andırıyordu. Tabanının çevresine sıralanmış olan sivri ayaklar yegane hareket kaynağı gibi görünüyorlardı. Bu da neydi böyle? Teknisyen cihazın kimi kablolarını belindeki pod’a bağlamıştı. Belki de gelişmiş bir tıp droidiydi? O kabloları sökerken izleyicilerin sabrı da hızla tükeniyordu, kadın onlara dönüp konuştu. “Adım Lido Shan ve sabrınızdan dolayı teşekkür ederim,” dedi, onların ne kadar sabırsız olduklarını görmezden gelerek. “Sanırım siz zat-ı alileriniz için ilk gösterimizi sunmaya hazırız.” Shan hafifçe başını eğip elini parlak nesneye doğru uzattı. “Sizlere JK-on üç’ü sunuyorum. Ne işe yaradığını gösterebilmek için, Geonosis’de ele geçirilip aslına uygun şekilde yeniden imal edilmiş, bir Konfederasyon yıkıcı droidi seçtik.” JK göğüs yüksekliğindeki camı andıran tepesiyle pek çok droidi kıskandıracak estetik yapısıyla duruyordu. Bir çocuk oyuncağı, bir müze eseri, bir sohbet konusu, kırılgan ve teferruatlı elektronik bir parçaydı belki de. Diğer taraftan tekerleğe benzeyen siyah renkli yıkıcı droid çok daha ilkel duruyordu, yıpranmış ve tamir görmüştü ama hâlâ yaralı bir acklay kadar tehlikeliydi. Hidroliklerin açılıp kapanmasının tıslamasıyla yıkıcı droid öne doğru yuvarlanıp kumda iz bırakarak yaklaştı. JK modeli yere çöktü, parlıyordu ve tümüyle savunmasız görünüyordu. Çöktüğünde neredeyse titriyormuş gibi görünmeye başlamıştı. Bu savunmasızlık imajı boyutuyla da destekleniyordu: JK’nın kütlesi yıkıcı droidin en fazla yarısı kadardı. Başta Obi-Wan acaba yıkıcı droidin marifetlerinin sergileneceği diğer bir gösteriyi mi izlemekte olduğunu düşündü. Hâlâ bu şeylerden aldığı yaraların izlerini taşıyordu. Ama hiç mantıklı değildi, Palpatine’in böyle sıradan bir şey için onu Forscan’dan geri çağırması mümkün değildi. Yıkıcı droid JK’nın beş metre yakınına geldiğinde ise kafasındaki tüm sorular cevaplandı. JK bir anda parçalara bölündü, örümceği andıran bir hale geldi. O andan itibaren saklanan bir böcekten ziyade avını yanıltmak için zayıf numarası yapan bir avcıya dönüştü. Yıkıcı droid rakibine kırmızı lazerlerle ateş etti. JK’nın tek bir güç alanı açmak yerine ortaya çıkardığı bir seri dönen enerji diski kumları savururken lazerleri de kolayca emdi. Bu tam bir sürprizdi, çünkü bir makinenin enerjiyi yansıtmak yerine emebilmesi için çok daha ileri bir teknoloji ürünü olması gerekirdi. Anlaşılan karşılarında ileri teknoloji ürünü bir şey duruyordu. Saldıran droid ateş etmeye devam etti, ateş etmesinin bir işe yaramayacağını anlamamıştı. Makinelerin çoğu gibi o da güçlü ama aptaldı. Obi-Wan gözlerini kıstı. Bir şey… Sıra dışı bir şey oluyordu. JK’nın tepesinden ve yanlarından dokunaçlar çıktı, o kadar hızlıydılar ki yıkıcı droid ne olduğunu anlayamamıştı bile. Şimdi, Obi-Wan izleyenlerin pek çoğu gibi, öne doğru eğilmiş JK’nın dokunaçlarından kurtulmak için çırpınan savaş droidini izliyordu. Dokunaçların uçları başta kalındı ama gözlerinin önünde inceldiler ve bir ağ gibi saldırganı tümüyle kuşattılar. Yıkıcı droidin metal kasasını kuşatan bu uçların her biri sanki incecik bir metal testereymiş gibi gövdesini doğramaya başladı. Droid sonunda başına geleceği anlamış ve çaresizce sanki canlıymış gibi sesler çıkararak kurtulmaya çalışmıştı. Droidin mücadelesi durdu. Olduğu yerde titredi. Dilim dilim olmuş gövdesinden dumanlar yükseldi. Ardından da bir meyve gibi dilimlere ayrılmaya başladı. Parçalar birer birer kumun üzerine yığıldı, kıvılcımlar ve yeşilimsi sıvılar saçarak. Parçalar kumlara bulandı. Bir saniye sonra sessizlik geri gelmişti. İzleyenlerin bir süre çıtı bile çıkmadı. Obi-Wan onların neler hissettiğini anlayabiliyordu. Taktik sıra dışıydı, silah ölümcüldü ve sonuç tartışılmazdı. “Droide karşı droid,” dedi hemen yanındaki küre kafalı Bith. “Çocuk oyunu bunlar. Bir şansölyenin çağrısına değecek bir şey değil.” Aşağıdaki Lido Shan söze başladı. “İzninizle lütfen,” dedi. “Tanıdık ve güçlü bir düşmana karşı sadece bir temel, bir referans noktası tesis etmek istiyoruz. Bu dört-sınıfı savaş droidi kırk iki saniye içerisinde durduruldu.” Obi-Wan’ın arkasındaki amfibik Aqualish’in tercüme pod’undan bir ses yükseldi. “Peki ya canlı düşmanlar?” Teknisyen böyle bir soruyu beklermiş gibi başını salladı. “Sonraki gösterimiz de bir Seçkin Keşif Komandosuyla ilgili olacak.” Savaş zırhını giymiş, elinde bir piyade tüfeği olan bir klon komando arenanın duvarı altındaki beklediği yerden öne çıktı. Klon komandoları özel askerlerdi. Sıradan askerlerden farklı olarak daha özel eğitim protokolleriyle modifiye edilmişlerdi. Miğferi yüz ifadesini örtüyordu ama duruşundan her an saldırmaya hazır olduğu belliydi. İzleyicilerden bir mırıldanma yükseldi. Amfibik dediğine pişman olmuş gibiydi. “Ben… bir ölümden sorumlu olmak istemem…” Teknisyen Aqualish’e acır gibi baktı, sanki bu tepkiyi de bekliyordu. “Endişe etmeyin.” Kendinden emin şekilde cihazın kontrolleriyle uğraşmaya devam etti. “Makine öldürücü olmayacak şekilde ayarlandı.” Bu açıklama izleyicilerin çoğunun sesini kesse de Obi-Wan daha da huzursuz hissediyordu. Sıra dışı güzelliği ve öldürme yeteneğiyle bu droid onun göreviyle ilgili bir şey olabilirdi. Ama ne? “Askerin görevi nedir?” diye sordu Obi-Wan. Lido Shan’ın dudaklarının kenarı yukarı doğru kıvrıldı. “JK’yı geçerek beni ele geçirmek.” Mırıldanan kalabalık onu hayretle ve daha da önemlisi merakla izlemeye başladılar. Kolay unutulmayacak bir şeye şahit olacaklarını biliyorlardı. Ama hangisinin olmasını daha çok istiyorlardı? JK’nın yenilmesini mi yoksa bu ukala teknisyenin ağzının payını almasını mı? Asker yaratığa yirmi metre kalana kadar dikkatle ilerledi. Obi-Wan başını iki yana salladı. Yaratık mı? Bunu o mu düşünmüştü? Droid yerine yaratık diye mi geçirmişti içinden? Bunun nedeni neydi? Asker tüfeğini omzuna dayadı ve ateş etti. Dönen emici diskler yeniden ortaya çıktı ve lazerleri cızırtılı bir sesle emip yok ettiler. Fakat droidin bir koruyucu alanının olması askeri cesaretlendirmiş gibi gözüktü. Önce sağa gider gibi yapıp sola doğru omzunun üzerinden dönerek takla attı, sürekli konumunu değiştirip ateş ederken droid de kendini savunmaya devam etti. Obi-Wan sezgilerini açıp Güç’e erişti. Adamın deli gibi çarpan kalbini, gerginliğini ve alacağı kararları hisseder gibiydi. Sola, sağa, sola… sonraki hareketi – Yine sol. Jedi’ın gözleri önünde JK küçük parmağı kalınlığında ipleri olan bir ağ fırlattı ve klonu kıskıvrak yakaladı. Artık bir musk tacirinin ağına düşmüş yaralı bir thrantcill’den daha tehlikeli değildi. Zamanlaması harikaydı. Harikadan da öteydi, kusursuzdu. Nasıl bir programlama böylesine kusursuz olabilirdi ki? Obi-Wan neredeyse önsezisi olduğuna yemin edebilirdi… Ama bu imkansızdı. JK kendisine yaklaşırken ağın içinde debelenen klon tabancasını çekip teknisyene doğrulttu. ObiWan teknisyene baktı, pek de endişeli görünmüyordu. Ona doğrulan namlunun nişan almasına fırsat kalmadan dokunaçlardan turuncu bir kıvılcım ateşlendi. Klon birkaç kez titreyip kumun üzerine yığılıp kaldı. JK yanaştı, dokunaçlarından biri bedenini yukarı kaldırdı ve klonun gözlerine ışık tuttu. JK askeri tekrar kumların üzerine yatırdı ve beklemeye başladı. Sanki seyircilerin hepsinin birden nefesi aynı anda kesilmişti. Ardından JK ağını toplayıp geri çekti. Asker mırıldanarak bir yanına döndü. Sonra yavaşça dizlerinin üzerine kalktı, sersemlemişti ama yarası yoktu. Diğer bir asker gelerek onu arenanın duvarının altına götürdü. Obi-Wan ve kalabalığı yararak ilerleyen bir diğer Jedi hariç herkes alkışladı. Obi-Wan kendisine yaklaşan tanıdık yüzü görünce rahatladı ve onun da kendisi gibi pek de alkışlamaya istekli olmadığını gördü. Bu gelen Obi-Wan’dan iki santim daha uzun, deri rengi yeşilimsi, kafasına bağlı sensör dokunaçları ve kapaksız gözleri olan bir Nautolan’dı. Bu Geonosis ve diğer nice çatışmanın gazisi Kit Fisto’ydu. JK’nın eylemlerine ne gülmüş ne de alkışlamıştı, hiçbir Jedi diğer bir varlığın zarar görmesine, ne kadar önemsiz ve geçici olsa da, eğlence gözüyle bakamazdı. Nautolan’ın orada olması tesadüf müydü yoksa o da mı çağrılmıştı? Obi-Wan’ın ellerine bakan Kit gerginliğini fark etti. “Bu tür gösterileri sevmiyorsun herhalde?” diye sordu. Sıradan şeylerden bile bahsederken sesi ıslık çalar gibiydi. Fisto’nun kapaksız gözündeki yüzeyler döndü. Bu bastırılmış öfkeydi ama Nautolan olmayan çok az kişi bunu bilirdi. “Askerlere pek değer verilmediğini görüyorum,” dedi Obi-Wan. Kit cevap verdi. “Bazı politikacılar ve imtiyazlı kişiler için savaş eğlenceden başka bir şey değil.” Önlerindeki küre başlı canlı omuzlarını kımıldatmadan başını 180 derece çevirdi. “Abartmayın, beyler. Alt tarafı bir klon.” Alt tarafı bir klon. Etten ve kandan ama onları koruyacak bir babaları ya da arkalarından yas tutacak bir anneleri olmadan diğer 1,2 milyon klon gibi bir fanusun içinde doğmuş. Evet. Sadece bir klon. Obi-Wan’ın tartışmaya niyeti yoktu. Hem kendilerinin hem de çocuklarının savaşta ölme endişesi ve askerlerin aldığı korkunç kararları almak zorunda olmayan bu kişiler için klon askerinden daha uygun bir şey yoktu. Bu troglodyte da sadece dürüstçe fikrini ifade ediyordu. “Mükemmel, mükemmel,” dedi diğer bir izleyici, başının ortasında bir küme gözü olan kösele gibi bir yaratık. “Mükemmel. JK’ların suçlular arasında neden bu kadar ünlü olduklarını şimdi anladım.” İkisi merakla birbirlerine baktılar ve konuşan Obi-Wan oldu. “Hangi…?” İkisi de sorusunu duymamış gibi dönüp arenaya baktı. Obi-Wan bu kadar kolay kanmazdı. Bir terslik vardı. Bir şeyler göründüğünden farklıydı. Kösele gibi olan tekrar konuştu. “İlgilenmemizi mi istiyorsun,” dedi Lido Shan’a. “Bu aracın potansiyelini kabule hazırız. Fakat… nasıl söylesem… şansımıza bugün aramızda Jedi’lar da var. Bir gösteri istemek acaba uygunsuz mu kaçar?” Obi-Wan onlarca gözün kendisine döndüğünü gördü, aralarında fısıldamaya başlamışlardı. Parmakların, dokunaçların ve pençelerin hareketlendiğini, paraların elden ele dolaşmaya başladığını gördü. Bahis mi oynayacaklardı? Kit Fisto ona doğru eğildi. “Bundan ne anlıyorsun?” Obi-Wan omuz silkti. “Meraklarını gidermeye hiç de istekli değilim.” “Ben de öyle,” dedi Kit ve tendril’leri sanki canlıymışlar gibi titredi. Daha sonra da teknisyene dönüp seslendi. “JK-on üç’ün standart alfanumerik görevlendirme dışında yetenekleri de var mı?” Bu Obi-Wan’ın düşünüp de sormaya çekindiği soruydu. Yine fısıltılar yükseldi. Teknisyen tereddüt ederek başını salladı. “Resmi olarak hayır…” diye başladı. “Gayriresmi olarak?” diye ekledi Obi-Wan. Teknisyen boğazını temizledi. “Kaçakçılardan ve alt tabakadan olanlardan bazıları bunlara Jedi Katili der.” “Çok hoş,” dedi, diğerlerinden ziyade kendi kendine, bir an için cevap veremeyecek kadar şaşırmıştı. Jedi Katili mi? Bu ne densizlikti böyle. Yanındaki Kit pelerinini çıkardı, yüzü acımasız yeşil maske ifadesini almıştı. Kapaksız gözleri droide kilitlenirken Obi-Wan onun yüzündeki tendril’lerin huzursuzlandığını gördü. “Ne yapıyorsun,” diye sordu Obi-Wan, kaçınılmaz cevabı bildiği halde. Aslında yüksek ihtimalle Kit bu yüzden davet edilmişti, cesareti ve pervasızlığı herkesçe bilinirdi. “Bunu hakaret sayarım,” dedi Kit. Sonra da sesini yükselterek konuştu. “Teknisyen! Sıra sende.” Nautolan’ın baş sensörleri rüzgarsız havada dalgalandı. Obi-Wan’a son bir kez bakan Kit bir takla atıp hiç kimsenin hayal bile edemeyeceği bir ustalıkla sessizce arenanın kumlu zeminine indi. JK’dan onlarca metre uzaktaydı. Droid her zamanki gibi zararsız görünüyordu. Üstat Fisto’nun kılıcı elinde parladı ve kabzasından havayı yakarak çıkıp tam şeklini aldı. Droidden duyulmaya başlayan bir vınlama gittikçe yükselerek Obi-Wan’ın bile tüylerini diken diken etti. Yerinden oynamıyordu ama gövdesi yine örümcek şeklini almıştı. Sanki havayı kokluyordu. Böceği andıran sesi değişti, sanki yeni rakibine dikkatle yaklaşıyordu. Dokunaçlarını tekrar uzattı fakat bu sefer garip ve ağır şekilde hareket ediyorlardı. Gerçekten de garipti. Acaba bu sefer de komandoya karşı kullandığı taktiği yeniden mi kullanacaktı? Belki de droid başta korktukları kadar da gelişmiş değildi… Kit’in ışın kılıcı ilk tendril’i büyük bir kolaylıkla kesti. Obi-Wan’ın dikkati JK’dan Kit’e kaymıştı, duruşunun vakarına ve kılıcı savururken seçtiği açılara hayran olmuştu. Kit, Form I stili savaşı tercih ederdi, vahşi – Bir dakika. Obi-Wan’ın zihninde ikaz sirenleri çalmaya başladı. Bir yerde büyük bir terslik vardı. Zekasıyla sezgileri yarış halindeydi. JK’nın önceki yaptıklarını tekrar etmesi sadece onu yanıltmak içindi. Tendril’ler yemdi. Peki, asıl saldırı nereden gelecekti? Öne doğru eğilip droidi dikkatle inceledi. Ayakları. Çivili tabanları kumun içine gömülmüştü. Zeminin altından sanki bir şey ileri doğru gidiyordu… Kuma benzer şekilde kamufle edilmiş diğer tendril’ler. Bu şey aynı anda iki seviyeden birden saldırıyordu, pek çok canlı savaşçının yeteneklerinin ötesinde bir stratejiydi. Daha da rahatsız edici olanı farklı seviyelerde gerçekleştirdiği eylemlerle Kit’i yanıltmış olmasıydı. Onun kendine fazla güvenmesinden faydalanıyordu. Kum tendril’lerinin hedefine varmasına santimetreler kala Kit onları fark etti. Kum bir anda yarılırken onun da kapaksız gözleri kocaman açıldı. Biri ayağına sarılıp onu sırt üstü yere yıkmaya çalışırken diğerleri de hemen yardımına yetişti. İzleyenler hayretle hayal bile edemeyecekleri bir şeyi görmeye hazırlandılar, sıradan bir droid bir Jedi’ı yeniyordu! Fakat Kit daha şimdi başlıyordu. Sanki o da onunla oyun oynuyormuş gibi öne doğru sıçradı, kendi etrafında dönerek yere yatay konumda doğruca JK’ya doğru uçtu. JK’nın kendisini çekmesine direnmek yerine ondan güç aldı. Tendril’lerin arasından yolunu buldu, Nautolanların zamanlama sezgileri düşünceden bile daha kesindi. Ne kadar güçlü olursa olsun droid böyle bir hareketi beklememiş ve dolayısıyla zamanında da karşı koyamamıştı. Onu bırakıp bir adım geri attı ve tüm tendril’leriyle Jedi’a saldırdı. Kit’in ışın kılıcından kıvılcımlar yağdı. Dokunaçlar kumun üzerine yığıldı, bazı büyük parçalar canlıymış gibi hâlâ kımıldıyordu. Nautolan kendini kuma atıp yuvarlandı ve tekrar doğruldu, yüzü çatışma yüzünden gerilmişti. JK şimdi de çılgınlar gibi savaşıyordu ve Obi-Wan düşündü: Ne yapmaya çalışıyor? Tekrar ve tekrar tendril’ler Kit’in başına doğru saldırdı. Lido Shan droide gerekli komutları verip sınırları koymamış mıydı? Eğer öyleyse bu parlak droid fırsatını bulursa Nautolan’ı öldürebilirdi. Obi-Wan’ın eli kılıcına gitti. Otuz altı saatlik yolculuğun yorgunluğunu bir anda unuttu. Eğer gerekirse – Fakat Kit’in ışın kılıcı menziline girmişti. Yakın mesafede droid dezavantajlı konumdaydı. Şimdi avcı Kit av ise JK’ydı. Tıslayarak bacakları üzerinde geriledi, dokunaçları titredi, sanki sıradan bir saldırıya karşı koymak için veriler yeterince hızlı yerine ulaşmıyordu. Kit’in zümrüt yeşili kılıcı sanki her an her yerdeydi, tahmin edilemez ve karşı koyulamaz. Dönen enerji diskleri artık darbeleri ememez hale gelmişti, artık sadece yansıtabiliyorlardı ve her yana kıvılcım yağıyordu. Kit o kadar hızlanmıştı ki Obi-Wan’ın deneyimli gözleri bile onu belli belirsiz seçebiliyordu. Nautolan’ın ışın kılıcı enerji kalkanlarının arasından geçip ilk kez droidin bedenine ulaştı. Droid tiz bir çığlık attı. Parlak bacakları titredi. Kuma yığıldı. Titredi, kalkmak için çabaladı, ardından da duman ve kıvılcım saçarak çöküp kaldı. Kalabalık, gördüklerini sindirmekle meşgulken arena bir kez daha sessizliğe gömüldü. Tabii ki aralarından bazıları bir Jedi’ı iş başında hiç görmemişti. Gizemli Tapınak sakinleriyle ilgili hikayeler dinlemek bir şeydi; onların doğaüstü yeteneklerine bizzat şahit olmak ise başka bir şey. Belki de yüz yıl sonra bazıları bu gösteriyi torunlarının torunlarına anlatıyor olacaktı. Fakat meselenin pek çoğunun gözden kaçırdığı başka bir boyutu vardı. İlk kez askerle belli olan ve Kit Fisto ile iyice ortaya çıkan bir olgu: JK, Nautolan’ın tepkilerini tahmin etmişti. Obi-Wan’ın düşündüğü şeyle tüm keyfi kaçmıştı. “Bu cihaz nedir?” diye sordu. “Kalkanlarının yansıtmak yerine emdiğini gördüm.” Teknisyen başını salladı. “Sizin fikriniz nedir, Üstat Jedi?” “Bir savaş alanı uygulaması değil. Koruma için geliştirilmiş, sekmelerden bile.” “Kesinlikle,” dedi teknisyen. “Görünüşünü de dikkate alırsak JK kişisel güvenlik droidi olmalı.” Lido Shan sessizlik isteyerek ellerini kaldırdı. “Gösterimiz sona ermiştir,” dedi. “Bazıları için brifingimiz olacak. Diğerlerine gelince, Şansölye katıldığınız için sizlere teşekkür eder.” Kalabalık dağılmaya başladı, bazıları gelerek Kit’i tebrik etti. Bazıları onunla el sıkışmak ya da omzuna vurmak istemiş olabilirdi ama iki davranış tarzı da kara, kapaksız gözlerine bakınca pek de akıllıca görünmüyordu. Obi-Wan yanına gelerek Nautolan’a pelerinini verdi. Kit tek kelime etmeden aldı ve birlikte merdivenlerden çıkışa doğru yürüdüler. Obi-Wan başını çevirip kumların üzerinde yağ içinde yatan droide baktı. Eğer kendisi onunla karşı karşıya gelse ne olurdu? Tabii ki kazanacağını düşündü ama aynı zamanda da Kit’in kaotik ve tahmin edilmez yaklaşımının ona büyük avantaj kazandırdığını da kabul etti. Obi-Wan’ın daha tahmin edilebilir yaklaşımı bu denli verimli olmayabilirdi. Dışarı çıkarken bir grup askerin yanından geçtiler, hepsinin yüzü, bedeni ve üniformaları aynıydı. Şaşırtıcı bir şefkatle yenik kardeşleriyle ilgileniyorlardı. Obi-Wan düşündü… Nautolan’ın tendril’leri hareketlendi ve sanki zihnini okumuş gibi döndü. “Obi-Wan?” “Bir an için acaba onunla daha önce karşılaştım mı diye düşündüm?”
Steven Barnes – Cestus Hilesi
PDF Kitap İndir |