Elinizdeki kitap, daha önce Sınıf Bilinci’nin Lenin’i ve yapıtını ağırlıklı tema olarak ele alan 1994 Ocak tarihli 14. sayısında yayınlanmış bir yazının metninden oluşuyor. Yazının ilk yayınlanışı Lenin’in ölümünün 70. yılına denk gelmişti. Kitaplaşması ise büyük devrimciyi yitirişimizin 75. yıldönümüne rastlıyor. 20. yüzyılın son demlerini yaşamakta olduğumuz bugünlerde böyle bir kitabın yayınlanması özel bir anlam taşıyor. Kitabın Giriş bölümünde altı çizilerek belirtildiği gibi, yüzyıl sonunda Lenin, artık solun bütününü bir yana bırakın, devrimci sosyalistlerin bir bölümünün bile reddi miras yoluyla kurtulmaya çalıştıkları bir politik önder ve teorisyendir. Bu reddi mirasın temelinde Ekim Devriminin ürünü olan Sovyetler Birliği’nin 1991 ‘de çözülüşünün yarattığı düş kırıklığı ve inançsızlık yatıyor elbette. Onyıllar boyunca Sovyetler Birliği’nde ve öteki işçi devletlerinde yaşanan bürokratik yozlaşmayı görmezlikten gelen nice sosyalist, gerçeğin saati çaldığında, bu kez bürokrasinin ve milli komünizmin Stalinizmi ile birlikte dünya proleter devriminin Leninizmini de tarihin çöp sepetine atmak için yarışıyor. Leninizm ile Stalinizmin birbirinden ayrılamaması, dün bürokrasiye destek vermenin gerekçelerinden biriydi, bugün ise devrimden kaçmanın bir yolu haline geldi. İşte elinizdeki kitap bunun için Lenin’i Yakmalı mı? başlığını taşıyor. Bu satırların yazarının bu soruya kesin cevabı “hayır”dır. Bürokrasinin çarpıtmalarından kurtarılmış Lenin, 21. yüzyıl sosyalizminin yol göstericilerinden biri olacaktır. Bu kitabın yayınlanması aynı zamanda Türkiye solunda yaygın bir efsaneye pratikte bir cevap olarak kabul edilebilir. Bu yaygın efsanenin ne olduğunu anlatabilmek için okuyucunun izniyle bir küçük anı anlatmak istiyorum. Yaklaşık on yıl önce Belçika’da doktorasını tamamlayarak Türkiye’ye dönen bir iktisatçıya bir arkadaşım sormuş: “senin doktora yaptığın üniversitede hiç Marksist profesör var mıydı?” Aldığı cevap şu olmuş: “Marksist yoktu, Trotskist bir profesör vardı.” Erbabı anlamıştır, sözü edilen iktisat profesörü Ernest Mandel’dir. Yani 20. yüzyılın ikinci yansının tartışmasız en iyi Marksist iktisatçısı! Efsane burada kalmaz, hatta Trotskizm ile Marksizmi birbirinin karşısına koymak efsanenin daha ziyade akademik bir versiyonudur. Esas efsane politiktir ve Stalinist tahrifat ekolünün ürünüdür: Trotskizm, bir anti-Leninizmdir. Konuyu yakından inceleme olanağını bulamayan birçok iyi niyetli sosyalist de aynı kanıyı yıllar boyu taşımış durmuştur. Hatta Trotskizme sempati duyan insanlardan bile, tek tük de.olsa, bilgisizlikten de olsa, böyle düşünenler çıkmıştır. Burada bir başka anımı anlatmama izin verilsin. 80’li yılların sonlarında Trotskizm Türkiye’de belki de ilk kez sesini kitlesel bir çevreye duyurmaya başladığında, Stalinist geleneğe tepkisi yüzünden Trotskist harekete yüzünü dönen bir sosyalist arkadaş, bir gün şöyle demişti: “Aslında siz haklısınız. Lenin’in parti teorisi yanlıştı, Trotskiy demokratik merkeziyetçi partiyi reddetmekte haklıydı.” Elbette bu arkadaş Trotskizm ile anarşizmi birbirine karıştırıyordu. Trotskiy’in gençliğinde (henüz 24 yaşındayken!) Lenin’in parti anlayışına karşı çıktığını bir yerde duymuştu, Trotskiy’in de aynen Lenin gibi deneyimlerden ders çıkartmayı bilen bir devrimci olduğunu düşünmeksizin bütün hayatı boyunca bu görüşlerini muhafaza ettiğini sanıyordu. Oysa Trotskiy 1917 baharında Bolşevik Parti’ye katıldıktan sonra parti konusunda yanılmış olduğunu kabul etmiş, bazı yapıtlarında açık özeleştiri yapmış, Leninist parti anlayışını pratikte sonuna kadar savunmuştur. Daha genel olarak şu söylenebilir: Trotskiy ve Trotskizm olarak bilinen devrimci Marksizmin temel misyonu, Lenin’in teori ve pratiğinin Lenin sonrası dönemde sürdürülmesidir. Elbette bütün büyük devrimcilerin birbirlerinden öğrenecekleri şeyler vardır. Trotskiy, özellikle parti konusunda ve ulusal sorunda Lenin karşısında haksızdı, ama en azından iki noktada, sürekli devrim programı konusunda ve köylülükle ilgili olarak Trotskiy haklıydı. Ama Ekim devrimi bu iki alanda Trotskiy’i haklı çıkarttıktan ve Lenin de pratikte bu konularda Trotskiy’in yaklaşımına paralel bir tavır içine girdikten sonra, Trotskiy en iyi Leninist haline gelmiştir. Trotskiy’in 30’lu yıllardaki en büyük çabası olan IV. Enternasyonal’in inşası da aslında Leninizmin yeni koşullara uyarlanarak sürdürülmesinden başka birşey değildir. Yani Trotskizm otantik Leninizmdir. Bu ikisi hiçbir biçimde karşı karşıya getirilmemelidir. Nihayet bu yüzyıl sonu ortamında bir Lenin aşısı yapmaya çalışmak, Türkiye’de pratikte Leninizmi gündeminden çıkarmış sosyalistlere bir çağrı olarak okunmalıdır. Yazarın da üyesi olduğu Özgürlük ve Dayanışma Partisi’nde çok sayıda insan, Leninist politikanın ve parti anlayışının sosyalist mücadele açısından önemini kavrayamamakta, geçmişin bütün zaaf ve kusurlarını Leninist anlayışa yüklemektedirler. Aşağıda Giriş bölümünde belirtildiği gibi eleştiri çoğu zaman örtülüdür. Sosyalizm bu tür üstü kapalı tartışmadan hiçbir yarar elde edemez. Umulur ki elinizdeki kitap Lenin’e reddi miras yapmak isteyenleri de kendi tezlerini açık seçik ortaya koymaya itsin. 20. yüzyılın sonunda, 20. yüzyılın en büyük iki devrimcisinden birine saygı borcumuzu ödeyebildiysek, ne mutlu bizlere! Ocak 1999 Giriş 1917 Ekim devriminin ürünü olan Sovyetler Birliği’nin 1991’den itibaren içine girdiği çöküş süreci, bürokrasinin politik temsilcilerinin yanısıra, devrimin baş mimarı Lenin’in de yeniden sorgulanmasına yol açtı. Burjuva dünyası elbette, eskiden beri karşısına aldığı bu büyük devrimciye, günün yarattığı olanakları da kullanarak tazelenmiş bir güçle hücum ediyor. Burada fazla bir yenilik yok. Yeni olan, solun kendi içinde Lenin’in düşüncesine ve tarihsel pratiğine ilişkin bir kuşkuculuğun derece derece yayılması. Bugün Lenin’in Marksizmi sadece reformist, yeni sosyal demokrat ya da sivil toplumcu akımların saldırısına maruz kalmıyor. Artık Marksizmin devrimci bir yorumunda ısrar eden saflarda da Lenin’den açık bir uzaklaşma gözle görülür, elle tutulur bir hal alıyor. Uzun vadede Lenin’in teorik ve politik mirasının bütünüyle reddi ile sonuçlanabilecek böyle bir gelişmenin elbette, bir bölümü sosyo-politik koşullarda yatan karmaşık nedenleri var. Ama Lenin’e ve Bolşevizme ilişkin kuşkular ve kaygılar genellikle üç temel noktada odaklaşıyor. Bunlar arasında doğal olarak en büyük ağırlığı, Lenin’in politik mücadelesinden geriye bir bürokratik diktatörlüğün kalmış olması taşıyor. Diktatörlüğün çöküşüyle birlikte “Ekim devrimi neden böyle sonuçlandı?” sorusu, özellikle bu soruyu daha önce sormayı akıllarından bile geçirmemiş olanlar arasında yaygınlaşıyor. Cevap çoğu zaman Lenin’in teori ve pratiğinin de Sovyet devletinin yozlaşmasından sorumlu olduğu yolunda. “Stalinizmin Leninizmin devamı olduğu” görüşü, dile getirilmeden de olsa kabul görmeye başlıyor. Sol içinde Lenin’e yöneltilen eleştirilerin ikincisi, Leninist yaklaşımın proleter öncü partisi konusundaki vurgusuyla, bugün toplumsal mücadelelerde önemli bir yer taşıyan başka toplumsal hareketleri görmezlikten geldiği ya da bunlara karşı dayatmacı bir tavra sahip olduğu. Kadınların kurtuluşu, ulusal kurtuluş, göçmen sorunları, çevre ve benzeri konular etrafında verilen mücadelelerin, Leninizmin işçi sınıfı üzerinde tek-yanlı olarak yaptığı inanılan vurguyla bağdaşmadığı oldukça yaygın bir kanı. Nihayet, üçüncüsü, Lenin’in öncü parti anlayışıyla, bilinç – kendiliğindenlik ilişkisi konusundaki görüşleriyle, Marksizm ile devrimci politika arasında kurduğu bağın niteliği dolayısıyla, elitist, anti-demokratik, tarihi öznel zorlamalara tâbi tutan bir yaklaşıma sahip olduğu yolunda yaygınlaşan bir kanı var. Bütün bu eleştirilerin devrimci politika alanında en ciddi yansıması, Leninist parti anlayışının devrimci ya da devrime yakın saflarda bile ciddi bir aşınmaya yüz tutması. Onyıllar boyunca devrimci bir Marksizmin en önemli teorik kazanımlardan biri olarak kabul edilegelen öncü parti fikri, bugün devrimci saflarda yer alan unsurlar tarafından terkediliyor. Öncü partinin yerine önerilen “yeni tipte parti” ise bazan bizatihi parti fikrinin yadsınması anlamına geliyor.1 Parti fikrinin bütünüyle terkedilmediği durumda bile, partinin kurulması ve inşası “sınıfa havale” ediliyor: daha doğrusu, sınıf bilincinden uzak, burjuva idelojisinin hakimiyetine girmiş büyük işçi kitlelerinin harekete geçmesi, devrimci bir örgütlenmenin önkoşulu haline getiriliyor. Böylece, devrimci kadrolar burjuvazinin ideolojik ve politik hakimiyetiyle mücadele etmek yerine, kitlelerin kendiliğinden bu hakimiyetten kurtulmasını beklemeye davet ediliyor. Bütün bunların olmadığı durumda ise, öncünün oluşturulmasında ve çalışmasında gevşek, anarşizan, federatif anlayışlar uç 1 Bu tür anlayışa temel olarak alınan güncel örnek, genellikle Brezilya İşçi Partisi oluyor. Oysa devrimci Marksist bir perspektiften Brezilya İşçi Partisi’ni olumlamak ve devrimci partinin inşasında bir halka olarak görmek başka bir şey, bu partiyi “yeni tipte bir parti” için bir model olarak görmek başka bir şey. veriyor, devrimci hareketi içten içe kemiriyor. Türkiye’de devrimci hareketin saflarında günbegün izlediğimiz bu başkalaşımın bir benzeri dünyada yaşanıyor. Geçmişte bürokrasinin, Stalinizmin, milli komünizmin bütünüyle dışında kalmış unsurların bile katıldıkları bir süreç sözkonusu. Örneğin, 60’lı yıllardan itibaren canlı ve gelişen bir Marksizmin dünya çapında teorik mekânlarından biri olarak ün kazanmış olan New Left Review’nun editörü Robin Blackburn, Türkçe’ye de çevrilmiş olan bir yazısında, Kautsky’i politik ve teorik olarak rehabilite etme çabasına paralel olarak, Lenin hakkında, en ufak bir kanıt göstermeye zahmet etmeden, yirminci yüzyılın tarihi kadar eski sığlıkları ileri sürebiliyor: “Lenin’in Bolşevik akımı…bir politik volontarizm türü”dür; “Lenin’in devrimci parti anlayışı Luxemburg ve Trotskiy tarafından Jakobenizmi ve komutacılığı dolayısıyla eleştirilmiştir”; Lenin’de bk “partiye tapınma” vardır; Lenin “sistematik bir düşünür değildir” vb. vb.2 Blackburn’ün bu görüşleri kadar, Lenin’e yönelttiği eleştirileri bütünsel bir açıklama içine yerleştirmemesi de tipiktir. Çünkü solda bugün Lenin konusunda gelişmekte olan kuşkucu ve eleştirel yaklaşımın en önemli özelliği, bir türlü bilimsel bir biçimde dile getirilmemesidir. Bu yaklaşım Lenin’e karşı neredeyse bir gerilla savaşı veriyor. Orada burada, bir teorik makalenin 2 Robin Blackburn, “Fin de Siecle: Socialism after the Crash”, New Left Review, 185, Ocak-Şubat 1991, s. 20-21. Türkçesi: “Yüzyıl Biterken: Çöküşten Sonra Sosyalizm”, Çöküşten Sonra, der, R. Blackburn içinde, çev. Osman Akınhay, Ayrıntı Yayınlan, İstanbul, 1993. sayfaları arasında ya da politik bir tartışmanın pratikliği içinde, Lenin’e vuruyor ve kaçıyor. Ardını getirmiyor, ilmekleri birbirine bağlamıyor. Bazan sadece bir ruh durumu olarak ortaya çıkıyor. Ama bütün bunlar onu daha az gerçek kılmıyor. Öyleyse, bugün sosyalizm saflarında Lenin’in mirasını sarmalayan kuşku ve eleştiri halesinin bütünsel mantığını kavramaya çalışırken eleştiricilerden bekleyebileceğimiz fazla birşey yok. Bu mantığı, sürekli olarak tekrarlanan iddialardan hareketle, kendimiz kurmak zorundayız. En yaygın biçimiyle bu mantığın şu çizgilerde ilerlediğini söyleyebiliriz: Lenin, Marksizmin bütünü içinde devrimci iradeye, yani “öznel faktör”e aşırı bir ağırlık atfetmiştir. Parti anlayışının temelinde yatan, kendiliğinden hareket ile bilinç arasında kurduğu teorik ilişkinin niteliği hem buradan kaynaklanır, hem de bu aşın vurgunun bir ifadesidir. Bu bakış açısı, Lenin’i tarihi zorlamaya, nesnel gelişmelerin olanak vermeyeceği derecede radikal değişiklikleri gerçekleştirme çabası içine girmeye sürükler. Yani, devrimci iradeyi nesnel gerçekliğe zorla dayatmak anlamında Lenin Fransız devriminin Jakobenizminin tarihsel bir mirasçısıdır. Bu aynı zamanda, işçi sınıfının önemini azaltan, küçük bir devrimci öncünün komplocu ve volontarist faaliyetini öne çıkartan 19. yüzyılın Blankist akımına benzer parti anlayışının da kaynağı olur. Bugün çok yaygın kabul gören bir görüşe göre Ekim devriminin zamanından erken ortaya çıkmış olması işte Lenin’in bu volontarizminin ürünüdür. Ayrıca Ekim devriminin ardından ortaya çıkan gelişmeler, bürokrasinin ilk işçi devrimini ele geçirmesi, Stalinizm vb. yine, hiç olmazsa kısmen, Lenin’in bu volontarizminin ve Blankizminin ürünüdür. Bugün yapılması gereken, Marx’ın, sosyo-ekonomik güçleri vurgulayan, kitleleri tarihin asıl öznesi gören, nesnel faktörleri öne çıkaran yaklaşımına geri dönmektir. Sosyalist hareketin içinde gelişen bu eleştirinin çarpıcı bir özelliği var: liberal burjuva Lenin eleştirisiyle gözle görülür bir paralellik taşıması. Onyıllardır akademik Lenin yorumlarında tekrarlanagelen bu eleştiri şöyle özetlenebilir: Lenin bir teorisyen değildir, becerikli bir taktisyen ve politikacıdır. Marksist teorinin nesnel faktörlere ağırlık tanıyan yaklaşımından uzaklaşarak öznel faktörü (partiyi) ön plana çıkarmıştır çünkü bu faktör onun politik amaçlarına hizmet eder. Üstelik, parti anlayışı, tarihi, nesnel koşulları neredeyse görmezlikten gelir biçimde zorlayan Jakoben mantığının doğal bir uzantısıdır. Bu yüzden Stalinizmin daha sonraki uygulamaları Lenin’in politika anlayışında içkindir. Üstelik, Lenin Marksizmi bütünüyle Rus toplumsal koşullarına uydurmuş, bütün dünyada Marksist hareketi Rusya için geliştirdiği özgül anlayışın kalıbına sokmak için çaba göstermiştir.3
Sungur Savran – Lenin’i Yakmali mi
PDF Kitap İndir |