Ihsan Atasoy – Mustafa Sungur

HAYATLARININ HER ANI iman, Kur’an ve Peygamber aşkıyla yoğrulmuş zatların hatıraları, canlı ibret dersleriyle doludur. Bu nurlu hatıralar, doğrudan yapılan nasihat ve irşatlardan çok daha kalıcı tesirlere sahiptir. Nitekim Üstad Said Nursî Hazretlerinin yakın talebelerinin biyoğrafileri hakkında aldığım memnuniyet verici tepkiler, bu gerçeği doğrulamakta ve bana her geçen gün büyük bir şevk ve şükür duygusu vermektedir. Güzellik onlardan… Biz sadece o parlak yıldızlara ayna tutmaya çalışıyoruz. Bu yıldız-misal şahsiyetlerin hayatları, yeni nesiller için birer rehber niteliği taşıdığında şüphe yoktur. Allah’ın izni, okuyucularımın dua ve himmetleriyle bu çalışmalarımız devam edecek İnşaallah… “Altının hakikî kıymetini ancak sarraf bilir” derler. Büyük zatların kıymetlerini de yine en iyi büyük zatlar bilir, onları gerçekte onlar takdir ederler. Bu çalışmada ele aldığımız Mustafa Sungur Ağabey’i en iyi tanıyanlardan birinin Merhum Tahirî Mutlu olduğuna inanıyorum. Zira yanında Sungur Ağabey’in ismi her anıldığında, hemen şehadet parmağını kaldırarak o lahuti sesiyle şöyle dediği rivayet edilir: “Efendim, o bir tane!” Diyeceksiniz ki, elbette her insan, ehadiyet sırrıyla, farklı özelliğiyle bir tanedir. Bu doğru. Fakat Sungur Ağabey’in üzerinde, onu herkesten ayıran, çok farklı ve özel bir damga vardır. Kalabalıklar arasında gözlerin ona kaydığı ve yüzlerce insan arasından hemen seçildiği bilinen bir gerçektir. Evet, onu ilk görenler, “Kim bu zat?” demekten kendilerini alamazlar. Üzerinde onu sıra dışı yapan bir manevî damga, bir sıbga ve bir cazibe vardır. Onda görünen bazı zahiri hallere aldanmamalıdır.


Zira bunlar, büyüklerin hakikî şahsiyetlerini perdelemek mânâsında olduğu, hal ehlince bilinen bir husustur. Evet, bu çalışmada, kendisinden son defa ayrılırken Üstad’ın, “Sungur, hayatınla hayatım devam edecek!” ve başka bir zaman da, “İstikbalde Nur’un bayramları olacak. Ben o bayramları göremeyeceğim, sen o bayramları görecek ve gelip kabrimde bana anlatacaksın!” diye iltifatına mazhar olan Mustafa Sungur Ağabey’le, bir varis-i Üstad’la karşı karşıyayız. “Üçüncü Said” halkasının önemli isimlerinden birini teşkil eden Mustafa Sungur Ağabey Üstad’ın hayat-ı maneviyesini devam ettirme sırrına mazhar, “Fena finnur” bir yadigar-ı Bediüzzaman ve bir evlad-ı Resul-i Zişan’dır. İşte asıl onu farklı kılan özellik de buradan kaynaklanmış olsa gerektir. Üstad, zaman zaman Sungur’una çok değer verdiğini ve onu çok sevdiğini ifade eder. Ahmet Gümüş anlatıyor: “Bir gün Isparta’da Üstad’ımızın huzurundaydık. Bir ara Sungur Ağabey dışarı çıktı. Üstad’ımız, ‘Ahmet, sen benim Sungur’umu tanır mısın?’ dedi. ‘Tanırım Üstad’ım’ dedim. Bunun üzerine, ‘Sungur aslan demektir. Aslanım olan bu Sungur, Rus ordusundan kuvvetlidir!’ dedi. Bu sözlerin mânâsını uzun zaman anlayamadım. Rusya dağılıp da Kızıl Meydan’da cami açılışında Sungur Ağabey’in hazır bulunduğunu duyduğumda, adeta zihnimde şimşekler çaktı ve Üstad’ın bu sözünün mânâsını o zaman anladım.” Sungur Ağabey Rusya’nın değişik şehirlerine müteaddit defa, hatta Sibirya’ya iki defa gitmesiyle, Moskova’da Nur’ların neşriyle bizzat alakadarlığının devam etmesiyle, Üstad’ın kendi hakkında söylediği bu sözü doğrulamaktadır.

Evet, Sungur’u yollara düşüren muhabbetidir… Ona dağları, deryaları aştıran, ovaları geçtiren muhabbettir… Hâdiselerin korkunç dalgalarına göğüs gerdiren muhabbettir… Bir gül bahçesine girercesine onu çilehanelere girdiren muhabettir… Evet, Sungur’un kalb ve ruhunda Üstad ve Risale-i Nur’a olan bu engin ve coşkun muhabbet, onu milyonlarca insan arasından seçip, o büyük Sultan’ın yakınlığına mazhar ve ona en has talebe eylemiştir. Fedakârlık, kişinin fedâ ettiği şeylerin değeriyle ölçülür. Sungur, sevdiği uğrunda, “Anam babam sana fedâ olsun!” diyen sahabi misali yahut bir İbrahim Edhem gibi; tacını, tahtını, eşini, işini, evladını, malını, hülasa sevdiği her şeyi arkada bırakıp yüzünü yalnız Üstad’a ve Nur’a dönmüştür. Aslında o böyle yapmakla safaya değil cefaya, çileye ve mihnete talip olmuştur. O günkü şartlarda bütün dünyevî makam ve sevgilileri fedâ edip zindana girmek, her faninin göze alabileceği bir fedakârlık değildir. İşte Sungur’u farklı kılan hususlardan biri de budur. Kur’an hizmetine adanmış ömürlerin ‘an’ları da büyük kıymet ifade eder. Bazen küçük bir hatıra keşfedilmemiş bir hakikatın anahtarı olur ve karanlıkta kalmış çok gerçeklere ışık tutar. Bu yüzden Üstad’ın yakınında bulunmuş Mustafa Sungur Ağabey’in hayat ve hatıralarının tespiti de büyük önem arzetmektedir. Diğer hizmetkârlara nispetle kendisini daha yakından takip etme fırsatımızın olması, bu çalışmaya ayrı bir zenginlik kazandırmıştır. Özellikle son on beş, yirmi yıldır dersler arasında, dilinden dökülen mânâ yüklü hatıraları kaydetme gayretimiz, bize bu konuda büyük imkân sağlamıştır. Sungur Ağabey’in ruhundaki vecd ve gönlündeki vedûdiyet halinin bu çalışmaya ayrı bir lezzet kattığı ise inkâr edilemez. Bir Tespit Üstad Bediüzzaman hayatının son dönemlerinde yakınında ve hizmetinde bulunan talebelerine farklı bir önem vermiştir. Zira onların kimisi takvâda, kimisi ihlâsta, kimisi zekâda, kimisi sadakatta, kimisi Risale-i Nur’a vukufiyette ayrı ayrı özelliklere sahipti. Çünkü Üstad biriyle iktifa edemezdi.

Hepsi birlikte ancak onun küllî şahsiyetine ayna olabilirler. Her ne kadar Üstad, bunlar için, “Başkalara tefevvuk cihetinden değil” dese de bu talebelerin Risale-i Nur hizmetindeki yeri farklıdır. Zira kıyamete kadar devam edecek Cadde-i Kübrâ-yı Kur’aniye’nin tarz-ı hizmetini ve meslek ve meşrebini temsil etmektedirler. Bu sebeple küllî fazilette payları büyüktür. Üstad, bir mektupta Zübeyir, Ceylan, Sungur, Bayram, Hüsnü, Abdullah ve Mustafa şeklinde isimlerini zikrettiği bu talebelerini manevî evlatlar ve fedakâr hizmetkârlar olarak yâd eder. Başka bir mektubunda mutlak vekiller olarak ifade eder. Hatta kendisinden sonra hizmet düsturlarını muhafaza etmeyi onlara vasiyet eder. Üstad’ın, bir defasında “Zübeyir kumandan, Sungur imamdır” demesi, onların hizmetteki fonksiyonlarına işarettir. Zira kumandan sevk-i idare, imam ise cemaati toplama özelliğine sahiptir. Nitekim merhum Bekir Berk, Zübeyir Ağabey’i çadırın ana direğine, Sungur Ağabey’i de kenarlarından yere sabitleştiren direklere benzetir. Böylece birisinin mesleği ayakta tutma, diğerinin cemaati kucaklayıp geleceğe taşıma özelliğine sahip olduğuna işaret eder. Gerçekten Üstad’dan sonra her iki ağabeyin hayat ve hatıralarına baktığımızda bu gerçeği anlamakta güçlük çekmeyiz. Evet, Zübeyir Ağabey’in Üstad’dan sonraki karışık dönemde idare ve tedbiriyle mesleği ayakta tutma, Sungur Ağabey’in de yoğun seyahatlerle cemaati kucaklama gayretleri bu gerçeğin bir ifadesidir. Kırkıncı Hoca’nın şu değerlendirmesi bu gerçeğe ışık tutar: “Hulûsi Ağabey, ilim ve irfan sahibi, büyük bir zattır. Kendisinin evliyâdan olduğuna hiçbir şüphem yoktur.

İhlâs ve sadakati harikuladedir. Üstad’ımız birçok mektubun yazılmasında onu muhatap almıştır. Nitekim kendisine, ‘Bu çeşit mesailde en birinci muhatap’ diyerek iltifatta bulunmuştur. Bununla beraber bizzat Üstad’ın yanında bulunanların hizmetleri Üstad’ın hayatıyla alakadar olduğu için onların derecesine yetişilmez. Ben, Hulûsi Ağabey’i bir ziyaretimde şu ölçüyü kendisinden öğrendim: ‘Hocaefendi, sen bazı Nur talebelerinin bana fazla teveccüh göstermelerine bakma. Çünkü Üstad’ımızın yanında bulunan Zübeyir, Bayram, Sungur gibi talebelerin dereceleri başkadır. Onlar Üstad’ımızın hayatını muhafaza bakımından canları pahasına, ömürleri boyunca fedakârlık etmişlerdir!’ dedi.” Burada şu noktayı da belirtmekte fayda var. Üstad’ın hayatına hizmet, doğrudan Risale-i Nur’a hizmettir. Çünkü Üstad, “Ben bir çekirdek gibi kurudum, çürüdüm, ondan Risale-i Nur ağacı çıktı” demektedir. Bu ağabeyleri asıl değerli kılan, Cadde-i Kübra-yı Kur’aniye olan Risale-i Nur mesleğini muhafazadaki rolleridir. Bir gün Sungur Ağabey bir grup Nur talebesiyle Hulûsi Ağabey’i ziyarete gider. Sungur Ağabey, “Şimdi Üstad’ımızın en kıymetli talebesi ve birinci muhatabı ve bize bir armağanı olan Hulûsi Ağabey’le beraber olmanın bahtiyarlığını yaşıyoruz” deyince, henüz yerlerine oturmadan Hulûsi Ağabey şu karşılığı verir: “Evet, Emirdağ’da iken Üstad’ımız, ‘Sungur benim evlad-ı maneviyemdir, senin de evlad-ı maneviyendir’ demişti. Fakat Sungur, sen şimdi geldin geçtin, baba oldun. Sungur Baba, Sungur baba!” Bunlar birer iltifat olmakla birlikte, aynı zamanda bir gerçeğin ifadesidir.

Zira Üstad’ın son döneminde yakınında bulunup, kıyamete kadar devam edecek davasının meslek ve meşrebini tedris edenler, elbette küllî bir fazilete sahip olacaklardır. Burada bir noktaya açıklık getirmek gerektiği kanaatindeyim. Biyografi türündeki çalışmalarımız arasında ilk defa hayatta olan birine yer veriyoruz. Bu sebeple Sungur Ağabey basılmasına önce razı olmadı. Fakat “Ağabey, siz Tarihçe-i Hayat’ı Üstad hayattayken basmadınız mı? Eğer hizmet olacaksa sizin hayatınızın da basılması lazım.” deyip bu konuda gördüğüm bir rüyayı da nakledince itiraz etmediler. Bir Not Biyografi serimizin bundan önceki kitaplarında olduğu gibi, bunda da Nur kahramanlarımıza ait bazı harikulade haller ve kerametler yer almaktadır. Şunu ifade edelim ki, bu gibi hususları özellikle nazara verme gayretinde olmadığımız gibi, gizlemek ve görmezden gelmek çabasına da girmedik. Zira bizim yapmaya çalıştığımız şey, bir tespittir, hâdiselerin tabii seyrini ve fıtrî halini bozmadan ortaya koymaktır. Zaten geleceğe ışık tutacak ve tarihî belge niteliğini taşıyacak bir eserin bu kaideye bağlı kalması gereğine inanıyoruz. Bir gün Sungur Ağabey’e, bir kardeşin kalbinden geçen bir soruya verdiği cevabı hatırlattığımda mahcup bir tavır takınarak, adeta, “Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle, mahviyetkarane yalnız rıza-i İlahî için rekabetsiz hizmet etmektir” hakikatının bir ifadesi olarak: “Kardeşim biz aciziz, bunlar Rabbimizin ikramlarıdır!” demişti. Dokuzuncu Mektup’ta Üstad, keramet ve ikramın farkı hakkında Hulûsi Ağabey’e şu açıklamada bulunur: “Kerametin izharı zaruret olmadan zarardır. İkramın izharı ise, bir tahdis-i nimettir. Eğer kerametle müşerref olan bir şahıs bilerek harika bir emre mazhar olursa, o halde eğer nefs-i emaresi bâkî ise, kendine güvenmek, nefsine ve keşfine itimat etmek ve gurura düşmek cihetinde istidraç olabilir. Eğer bilmeyerek harika bir emre mazhar olursa, mesela birisinin kalbinde bir sual var.

İntak-ı bil’hak nev’inden ona muvafık bir cevap verir, sonra anlar. Anladıktan sonra kendi nefsine değil, belki kendi Rabbisine itimadı ziyadeleşir ve ‘Beni benden ziyade terbiye eden bir Hâfızim vardır’ der, tevekkülünü ziyadeleştirir. Bu kısım, hatarsız bir keramettir, ihfasına mükellef değil. Fakat fahr için, kasten izharına çalışmamalı. Çünkü onda zahiren insanın kisbinin bir medhali bulunduğundan, nefsine nisbet edebilir. Amma ikram ise, o, kerametin selametli olan kinci nev’inden daha selametli, bence daha âlidir. İzharı tahdis-i nimettir. Kisbin medhali yoktur. Nefsi onu kendine isnat etmez.” Vaktiyle Risale-i Nur’a ait kerametlerin yazılmasına itiraz edenlere Üstad’ın verdiği cevap da bu mânâda ilginçtir: “Onlar bana ait değil ve o kerametlere sahip olmak benim haddim değil. Belki Kur’an’ın mucize-i maneviyesinin tereşşuhatı ve lem’alarıdır ki, hakikî bir tefsiri olan Risale-i Nur’da kerametler şeklini alarak şakirtlerinin kuvve-i maneviyelerini takviye etmek için, ikramat-ı İlahiye nev’indendir. İkram ise izharı bir şükürdür, caizdir, hem makbuldür.’ Biz de Üstad’ın bu izahlarına dayanarak diyoruz ki, hayatlarını iman ve Kur’an hizmetine vakfetmiş Nur Kahramanlarının, hizmetleri esnasında elbette bazı harikulade hallere ve kerametlere mazhar olacakları şüphesizdir. Bu hususlar, hizmet-i imaniye ve Kur’aniyenin makbuliyetine alamet olan birer ikramat-ı İlahiye nev’indendir. İkramın izharı ise bir tahdis-i nimet ve şükürdür ve caizdir.

Bu hizmete ihlâs ve sadakatle devam eden herkesin, derecesine göre bu gibi ikramlara mazhar olacağında da şüphe yoktur. Rabbim bizi ihlâs ve sadakatle bu hizmette devam ettirsin ve ebed yolunda o Nur kahramanlarına arkadaş ve refik eylesin. Âmin…

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir