Biri odamın kapı eşiğinde durmuş, uyuyuşumu, hemen ardından gözlerimi açışımı izliyor. Orada, loş ışıkta orada ayakta duruyorum, bana bakanın kim olduğunu seçemiyorum. Ancak bir süre sonra seyircimle yan yanayım. Kapımı kapatıp koridorda babamın odasına doğru ilerliyoruz. Kapıyı açmıyoruz, ama onun içeride uyuduğunu biliyoruz. Duman kokusu alıyoruz. Mutfağa doğru ilerleyince dumanı görüyoruz; koridorda döne döne ilerleyen gri bir kütle. Mutfaktan soluk bir ışık süzülüyor, şimdi gri sarmallar arasından fışkıran beyaz alevlerin oluşturduğu yangını ve iki erkeğin siluetini görebiliyoruz. Önce birbirlerine sarılıyormuş gibi görünüyorlar, ancak daha sonra bu kucaklaşma sandığımız şeyin aslında bir mücadele olduğunu fark ediyoruz. Göremediğimiz bir şey için kavga ediyorlar. Sonra yine tek başıma kalıyorum. Seyircim ayrılıyor, adamlardan biri de onu takip ediyor. Dışarıda durup ön kapıyı kilitliyorlar. Kilidin sesini duyunca sendeliyorum, nefes almamaya çalışıyorum. Ellerim ve dizlerimin üzerinde emekleyerek ateşten uzaklaşmaya çalışıyorum. Ağzımı kapalı tutuyorum, ancak duman çoktan içime girmiş, ciğerlerimi yakıyor. Sonra kelimeler geliyor; Yardım et, ancak daha seslendirilmeden boğazımda hapsedilmiş, boğulmuşlar. Rüyadan uyanırken gırtlağımdan dillerden bile eski, ilkel bir hırıltı çıkardığımı fark ediyorum. Karanlıktan annemin sesini duyuyorum. “Ariella? Sorun ne?” Yatağımın kenarında oturmuş, bedenimi doğrultup kucaklıyor beni. “Anlat bana.” Rüyalarımızı neden sevdiklerimize anlatırız? Oysa rüyalar, rüyayı gören tarafından bile anlaşılmazlar. Anlatma eylemi çözülemeyeni deşifre etme, büyük olasılıkla önemsiz olan şeylere önem aşılama amacı güden boş bir çabadır. Anneme rüyamı anlatıyorum. “Sarasota’daymışsın,” diyor, sesi dengeli ve sakin. “Yangın çıktığı gecede.” “Onlar kimdi?” diye soruyorum. Siluetleri kastettiğimi anlıyor. “Bilmiyorum.” “Kapıyı kim kilitledi?” “Bilmiyorum.” Annem daha sıkı sarılıyor bana. “Kötü bir rüya gördün Ariella. Artık geçti.” Rüya mıydı? Merak ediyorum. Geçti mi? On dördüncü yaş günümden birkaç gün önce duman solunmasını tedavi etmek ve oksijen tedavisi uygulamak için kullanılan kapalı bir alanda, cam bir tabutun içinde uyanmıştım. Hastanenin başka bir katında, babam da buna benzer bir cihazın içinde tedavi edilmişti. Sarasota itfaiyecilerinin kurtardığı üçüncü kişi babamın eski bir arkadaşı Malcolm Lynch’di. Acil tıp teknisyenleri cüzdanında bir ehliyet bulduklarını belirtmişlerdi. Ancak ambulans hastaneye vardığında sedyenin boş olduğu fark edilmişti. Yapılan incelemeler sonucu yangına son derece yanıcı bir sıvı olan etil eterin neden olduğu anlaşılmıştı. Mutfakta boş bir teneke kutu bulunmuş, ancak kutunun nereden geldiği anlaşılamamıştı. Bunlar başkalarının bana anlattığı gerçekler. Bense yangını düşündüğümde anılarım devre dışı kalıyor. Hastanede uyandığımı hatırlıyorum. Bir de yangından bir önceki günü… Özel yapım bir takım elbise giymiş, uzun boylu, sarışın bir adam olan Malcolm oturma odasında ayakta durmuş, kendini savunma gereği bile duymadan babama en yakın arkadaşımı öldürdüğünü söylüyordu. Yangın deneyiminin kendisi mi bu? Hatırladığım şeyin bir anı mı yoksa sadece kötü bir rüya mı olduğunu bilmiyorum. I-Annemin Evinde Birinci Bölüm O yıl, kayıplar yılıydı. İlk gidenler bal arıları oldu. Yeşilliklerin yakınında konuşlandırılmış eski, beyaz dolap rafları ürpertici bir sessizliğe büründü. Normalde, etraflarındaki hava kovanlardan çiçeklere, çiçeklerden de kovanlara uçuşan yüzlerce arıyla parıldardı. Yanlarına yaklaştıkça bir ya da iki keşifçi arı uçup beni karşılar, alnımın üzerinde uçuşurdu. Vızıltılarını sürünün uğultusu yüzünden zorlukla duyabilirdim. Arılar beni tanırdı, onlardan korkmadığımı kokumdan algılayabilirlerdi. Bazen gözlerimi kapatıp ellerimi ileri uzatır, bedenimi çevreleyen havanın küçük kanat çırpıntılarıyla titreştiğini, hatta minik kanatların kolumdaki tüylere küçük fırça darbeleri gibi sürtündüğünü hissederdim. Hiç sokmamıştı beni arılar. Ancak Ağustos ayının o günü, keşifçi arılar yaklaşmadı yanıma. Nehrin kenarındaki cüce palmiye ağaçlarının yapraklarının belirsiz bir biçimde hışırdaması dışında etraf sessizdi. Kovanlara yaklaştıkça biçimsiz daireler halinde uçuşan yaklaşık bir düzine arı gördüm. Diğerleri yerdeydi, ölmüşlerdi. Kovanlardan birinin üzerindeki örtüyü kaldırdım, içinden bir çerçeve çekip çıkardım. Ancak karşımda altın rengi peteklerde kararlı bir biçimde çalışan ince tüylü işçi arılar yerine peteğin hücrelerine rastgele yerleştirilmiş gibi duran birkaç arı buldum. Hareket etmek canlarını yakıyormuş gibi görünüyorlardı. Bazılarının kanatları kopmuştu. Bal koyu renkteydi, kokusu keskindi, tatlıdan çok ekşi gibiydi. Kraliçe arı da ortalarda gözükmüyordu. Temmuz ayında meydana gelen kasırga Florida’nın Citrus County şehrini tahrip etmiş, ardında çarpık ağaçlar ve yıkık evler bırakmıştı. Homosassa’da çatısını kaybeden birkaç evden biri de annemin eviydi. Kasırgaya eşlik eden hortum duvarları ve pencereleri yerinden sökmüş, ahırları, misafir evini ve bahçelerin büyük kısmını da yanında götürmüştü. Mobilyalarımızı, kıyafetlerimizi ve kitaplarımızı kaybetmiştik. Ancak bir şekilde mutfak sağlam kalmıştı, bizden de zarar gören kimse olmamıştı. Şimdi evimizden arta kalan yapıyı mavi bir tente çevreliyordu. Sabahları uyanıp başımın üzerindeki kırış kırış plastiğe baktığımda duyduğum ilk his hayal kırıklığı oluyordu. Neredeydim böyle? Ancak daha sonra depoda, muşambaların altında hayatın yeniden başlamasını beklediğimi fark ediyordum. Her sabah inşaat seslerinin gürültüsü duyuluyordu. Annem evin yeniden inşasında çalışan işçilerle birlikte enkazı kaldırıyor, evin iskeletini onarıyordu. İşçilerin makineleri ve çekiçlerinin yanı sıra ufak bir radyoları vardı, genellikle eski pop ve ağır metal parçaları çalan bir frekansı dinlemeyi tercih ediyorlardı. Bu yüzden çoğunlukla Iron Maiden, Steely Dan ya da Led Zeppelin’in akıllara ebediyen “Stairway to Heaven’ı” getirecek olan müziği uyandırıyordu beni. Arıları ölü bulduğum sabah, evin arkasına doğru geçerken radyodaki DJ’in Iron Butterfly’dan, yani dünyanın her yerindeki metalcilerin babası sayılan müzik grubundan bahsettiğini duydum. Mutfak masası dağınıktı, üzerinde taslaklar ve planlar vardı. Annem masaya bir kâse yulaf ezmesi, hemen yanına da bir not bırakmıştı. “Ari, yabanmersinleri buzdolabında. Arkada beton döküyoruz!—M.” Ona arılardan bahsetmem gerekiyordu, ancak tereddüt ettim. Anneme bir tane daha kötü haber vermeye hazır değildim. Annemin yazısı sağa yatıktı, kıvrımlar, eğimler ve iyimserlikle doluydu. Babamınkine hiç benzemiyordu. Onunki tutarlı kesinlikleriyle hat sanatını andıran küçük, dikey çizgilerden oluşuyordu. İki yazıyı karşılaştırmak kolaydı, çünkü babamın gönderdiği bir mektubun yarısı taslaklardan birinin altından görülebiliyordu. Zarf anneme özel o sabırsızlıkla açılmıştı, posta mührünün üzerinde Ballinskelligs, Eire yazıyordu. Başka birine gelen postayı okumak yanlış mıdır? Evet, bunun özel hayatı ihlal eden bir davranış olduğunu düşünüyordum. Ancak yine de cezbolmuştum. Mãe (Portekizce’de anne demek. Annem kendisine böyle seslenmemi istemişti.) bunu önemser miydi? Ne de olsa mektubu orta yerde bırakan oydu. Babamı ne kadar özlediğimi biliyordu. Gideli sadece on gün olmuştu, ancak yanında anneme ya da babama ait olma hissimi de beraberinde götürmüştü. Ben doğduğumdan beri birlikte yaşamamışlardı, ancak ben onları kısa bir süreliğine de olsa bir araya getirmeyi başarmıştım. Sonra fırtına çıkmış, babamla benim neredeyse ölmemize yol açan yangın patlak vermişti. O zamandan beri kendimi hiçbir yere ait değilmiş gibi hissediyordum. Babam iyileştikten sonra son derece dikkatli bir biçimde kurguladığı hayatını geride bırakıp yeni bir yaşam tasarlamak için sabırsızlanmaya başladı. Mektubu okumadım. Onun yerine ılık yulaf ezmeme yaban mersini katıp üzerlerine Sangfroid (Soğuk Kan) serptim. Tıpkı annemle babamın yaptığı gibi günde üç kere kullanmam gereken dondurulup kurutulmuş bir tonikti bu. Babamın aksine benim bazı şeyleri teknik bir biçimde değiştirmek gibi bir yeteneğim yoktu. Etraftaki her şeyin iyiye ya da kötüye doğru dönüşüm geçirdiğinin, yaşayan varlıklarınsa kaçınılmaz bir biçimde yok oluşlarına ya da yeniden doğuşlarına doğru ilerlediğinin bilincinde olduğum zamanlarda dahi her şeyin kısa süreliğine de olsa değişmeden kalması hoşuma giderdi. Uzun bir örgü halindeki saçım kâsenin içine düştü. Her ikisini de temizlemek için evyeye gittim. Sonra annemi aramaya çıktım. Mãe, bir hindistansakızı ağacının gölgesinde durmuş işçilerden ikisiyle konuşuyordu. Uzun, kestane rengi saçları geniş kenarlıklı keten şapkasının altına sıkıştırdığı topuzundan sarkıyordu. Güneş gözlükleri büyük ve koyu renkliydi. Soluk mavi renkli, pamuklu bir gömlekle dizleri yırtık bir kot pantolon giyiyordu. Benim için zarafeti simgeliyordu annem. Besbelli adamları da büyülemişti. Konuyu açıklığa kavuşturmam gerekiyor. Adamlar gerçek anlamda büyülenmemişlerdi elbette. Ancak annem bu konuda da yetenekliydi. Hem annemin hem de babamın özel yetenekleri vardı, ancak bu yetenekleri sıklıkla kullanmıyorlardı. Mãe susup bana döndü. “Kovanların orada olduğunu sanıyordum.” “Oradaydım,” dedim. “Gelip görmen gereken bir şey var.” Bana kaygılı bir bakış attı, adamlardan özür dileyip kovanlara giden patikada beni takip etti. Kovanlar kasırga çıkmadan önce güvenli bir yere taşınmış, sadece bir hafta önce de eski yerlerine geri getirilmişlerdi. Annem güneş gözlüklerini çıkarıp kovandan kovana ilerledi, örtüleri kaldırıp tablaları yerlerinden çıkardı. “Zavallı şeyler,” diye söylenip duruyordu. “Zavallı şeyler.” “Geçen hafta bir şeyleri yoktu.” Kovanların kamyonetten çıkarılıp yerlerine yerleştirilmesine yardım etmiştim. “Onları çok ihmal ettim.” Mãe başını eğip elindeki tablaya baktı. Koyu renk bal ve pirinç tanelerini andıran döllenmemiş yumurtalar altıgen hücrelere dağılmıştı, ancak hücrelerde bir tek arı bile yoktu. “Evde çok işim vardı.” Tablayı nazikçe dolaba benzer yapıya yerleştirdi yeniden. Gözlerinin koyu mavisi benimkinin aynıydı. “Daha önce de arılarımızın öldüğü olmuştu, ancak hiç bu kadar fazlasını kaybetmemiştik.” “Belki de kasırga onları hasta etmiştir.” “Olabilir.” Ancak sesi ikna olmuş gibi gelmiyordu. “Bu akşam bazı telefon görüşmeleri yapmam gerek, diğer arı yetiştiricilerini arayıp arıların durumunu kontrol edeceğim.” Kaygılı olduğu zamanlardaki gibi çenesi seğirdi. “Şimdi geri dönmem lazım. İşçilerin programı çok yoğun.” “Ben de yardım edebilir miyim?” “Neden internette araştırma yapmıyorsun? Ölü arılar diye arama yap.” Sesi buruktu, ancak gülümsemeye çalışıyordu. “Bunun başka yerlerde de olup olmadığını kontrol et.” Yeniden güneş gözlüklerini takıp kovanlara arkasını döndü. Eve doğru yürürken birdenbire kolunu bana dolayıp omuzlarımı sıktı. “Sorun yok,” Onu rahatlatmaya çalışırken kendimi tuhaf hissediyordum. “Her şeyi yoluna koyacağız.” Problem çözmeyi severim. Babam problemleri tanımlama, yani analiz sanatını öğretmişti bana. Sonra problemin kökenine ve içeriğine inmeyi, onu yeniden şekillendirmeyi, problemin gerçek özü açığa çıkana ve bu öze yaratıcı ve bilimsel bir biçimde işaret edilene dek bu işlemleri durmadan tekrarlamayı öğretmişti. Olası çözümleri düşündüğünüzde sıklıkla gerçek problemin aslında çözmeye çalıştığınız şey olmadığını fark edersiniz. Gerçek problem başka bir yerdedir; bazen gizlenmiştir, bazen de ortada, tam gözünüzün önündedir. Problem çözme işlemi internet bağlantısı olduğu zaman çok daha kolaylaşıyordu. Ancak o gün, diğer pek çok günkü gibi bağlantımız sorunluydu. “Kütüphanede araştırma yapacağım,” dedim Mãe’ye. “Belki dönüşte yüzmeye de giderim.” Sırt çantama bir havlu sıkıştırdım. “Bu kadar sıcak bir günde uzun yürüyüşler yapmak sağlıklı değil.” Kapri kot pantolonuma ve askılı bluzuma bir bakış attı, belli ki yeterli miktarda güneş kremi sürüp sürmediğimi merak ediyordu. Şişeyi sırt çantamdan çıkardım, avucuma krem döktüm, sonra aynı gün içinde ikinci kez yüzüme, boynuma, kollarıma ve bacaklarıma güneş kremi sürdüm. Aynadaki yansımama baktım. Her zamanki gibi bulanıktı; ancak aynaya tüm dikkatimle odaklanırsam netleşiyordu görüntüm. Ne yazık ki bu durum sadece birkaç saniye sürüyordu. Bu kısa sürece içinde uzun saçlarım, keskin çene hatlarım ve burnumun üzerindeki beyaz çizgiyi seçebiliyordum. Güneş kremini ovalayarak sürüp cildime yedirdim. “Öğle yemeği için saat birde dönmüş ol,” dedi. “Soğuk domates çorbası yapıyorum.” Annemin birkaç yıl önce sahip çıktığı mavi-gri renkli kedi Grace dış kapıya giden tozlu patikada takip etti beni. Kapıyı kilitli tutuyorduk. Bu yüzden dışarı çıkıp kapıyı dikkatli bir biçimde yeniden kapattım. Grace her zamanki gibi arkada kaldı. Gitmeden önce ona bir öpücük attım. Tozlu yolun kaldırımlı bir sokağa dönüştüğü kavşakta durup karşıma çıkan iki yusufçuğu izledim. Bir tanesi yola tünemişti, diğeri de onun yaklaşık bir metre kadar üzerinde havada süzülüyordu. İkisinin de kanatları şeffaftı; yerdekinin göğsünde ve başında açık mavi benekler vardı, havadaki ise kuyruğunun ucundaki parlak mavi dışında siyahtı. Yoldakine odaklandım, onun aynı anda hem anlaşılması güç hem de narin bir görüntüsü vardı. Kanatlarını çırpıyordu. Birdenbire havadaki yusufçuk yerdekine doğru uçtu. İşin tuhaf yanı, yani beni şaşkına uğratan yanıysa yerdeki yusufçuğun hiç kıpırdamaması, diğerinin üzerine çakılmasına izin vermesiydi. “Kış kış!” Elimi sallayarak yusufçuğu kovdum. Diğerinin yaralanmış olduğunu düşünüyordum, ancak bir saniye sonra o da birincinin peşinden uçtu. Şehre doğru yürürken merak ediyordum. Yusufçuklar birbirlerinin düşmanı mıydı arkadaşı mı?
Susan Hubbard – Kayıplar Yılı
PDF Kitap İndir |