Tahsin Yücel – Kumru ile Kumru

Yıllardan beri böyleydi işte, evde ya da sokakta ne zaman canını yaksalar, soluğu Meryem ebede alırdı Kumru, kafasına bir şey takıldığı zaman da ona koşardı, düşüp bir yerini kanattığı zaman da, sokakta çocuklar alay ettiği zaman da, anasından ya da kardeşlerinden dayak yediği zaman da. Meryem ebe, “N’oldu sana, doğuştan sürmelim?” diyerek bağrına basardı onu, ne sorunu varsa çözmeye çalışırdı. Ona iki tokat attı diye anasını bile payladığı, onunla alay ettiler diye mahallenin çocuklarını süpürgeyle kovaladığı çok olmuştu. Neden? Kendi torunlarını bile böylesine canla başla korumaması göz önüne alınacak olursa tutarlı bir açıklaması yoktu bunun. İkide bir, “O benim elime doğdu!” derdi ya, mahallenin tüm çocukları onun eline doğduğuna göre, bunu açıklamadan saymak gülünç olurdu. Kumru’nun yeri başkaydı işte. Kucağına oturtup saçlarını okşar, “Ağlama, güzelim, ağlama, doğuştan sürmelim,” diye yineleyip dururdu. İçini çekerek gözlerini kurular, tüm sorunları adından kaynaklanıyormuş gibi, “Kuş adı koymayacaklardı sana, sana bunu yapmayacaklardı, hem de ötekinden sonra!” diye mırıldanırdı. “Kuşların ömrü kısa olduğu için mi, Meryem ebe?” diye sorardı Kumru. O gene içini çeker, “Bu kız bir akıl küpü!” diye mırıldanırdı, gene saçlarını okşardı. “Öyle demek istemedim; ama sen de bilirsin ki kuşlar çok uzaklara gidebilir,” derdi. “Yani öteki dünyaya mı?” diye sorardı Kumru. Meryem ebe tepeden tırnağa titrerdi. “Ağzını hayra aç, gülüm,” derdi. “Bacın gitti öbür dünyaya.


Bir kız yetmedi mi? Ben kuşlar çok uzak memleketlere gidebilir demek istedim.” “Ben de gidecek miyim ki? Adımı Kumru koydular diye gurbete mi düşeceğim?” “Düşmezsin inşallah,” diye yanıtlardı Meryem ebe. “Gitmezsin inşallah, ben seni bırakmam.” Kumru’nun Pehlivan’la evlendirileceğini öğrenince de, “İşte korktuğum başıma geldi: kuş adı koymayacaklardı Kumru’ma,” diye mırıldanmış, uzun süre sessiz sessiz ağlamıştı. Hiç kuşkusuz, Kumru’nun bu adamla evlenip uzaklara gitmesini engellemek için elinden geleni yapar, istedikleri kadar başlık parası versinler, Avcı Kadir’in ağzından girip burnundan çıkar, gözdesinin istediği gibi bitirirdi bu işi. Ama Kumru, Pehlivan’ı istemediğini söylememişti kendisine, nice benzerleri için olduğu gibi onun için de kızların yazgısını babaların belirlemesinden daha doğal bir şey olamazdı. Bu nedenle, bir açıdan on yedisine yeni girdiği, bir başka açıdan on dokuzunun sonlarına yaklaştığı günlerde, İstanbul’dan kasabaya evlenmeye gelmiş olan otuzunu çoktan aşmış Pehlivan’ın, yani kasabalıların daha çok Yarma Haydar, diye andıkları Haydar Yarma’nın kendisini istetmek üzere evlerine görücü göndereceğini öğrenince, tüylerinin diken diken olmasına karşın, “Babam vermez inşallah!” demekle yetindi. Çözümü babasının kararına bağladıktan sonra da bir ölçüde rahatladı: ona güveni vardı. Bilmez değildi, herkesten ve her şeyden çok kekliklerini severdi babası, her akşam, çarşıdan dönünce, dosdoğru kafeslerin önüne gelir, hiç kimsenin yüzüne bakmadan, yarım saat, bir saat oyalanırdı onlarla, evdeki insanları, anasını, kardeşlerini, bacılarını ve kendisini bundan sonra görürdü ancak. Hele kendisi evdeyken hiç kafese konulmayan, evde, mahallede, bahçelerde davar iti gibi kasıla kasıla arkasından gelen Kaymakam’a verdiği değeri şu dünyada hiç kimseye vermemişti. Öte yandan, bunca yıldır, kardeşlerini sık sık kucağına alıp öpmesine, arada bir ellerinden tutup çarşıya götürmesine, ceplerine birer avuç leblebi koymadan eve yollamamasına karşın, bacıları gibi kendisini de bir kez olsun kucağına alıp sevmemiş, bir kez olsun yanağını öpmemişti, kış günleri, arada sırada, eve bir nar getirdiği zaman, kendi eliyle kesip dörtte üçünü Ahmet’le Mustafa arasında paylaştırmış, dörtte birini de bacılarıyla kendisine ve analarına bırakmıştı; ama bacıları gibi kendisine de tek fiske vurduğu olmamıştı. Üstelik, hep yumuşak bir sesle konuşurdu onunla, her sözüne, “Kızım,” diye başlardı. Böyle bir babanın kızı için kötü bir karar vermesi düşünülemezdi. Görücüler gelip gittikten sonra, onu karşısına oturttu, neredeyse bir eşitiyle konuşur gibi, “Bak, kızım, ben alt tarafı bir kunduracıyım; işlerim de bozuk mu bozuk: kimse kundura diktirtmiyor artık, İstanbul’dan gelen hazır ayakkabıları alıyor, bizlere de kala kala tamircilik kalıyor, tamircilikse anlarsın, beş boğazı doyurmuyor; yaşım da geçiyor üstelik, her şeye gücüm yetmiyor, ava bile zor gider oldum. Mustafa ağabeyin askerden döneli iki yıl oldu, hâlâ evlendiremedik.

Yarma Haydar, İstanbul’da yükünü tutmuş, diyorlar. Seni bu adamla baş göz edersek, ondan gelecek başlık parasını kardeşine alacağımız kızın babasına veririz, bir taşla iki kuş vururuz böylece. Sonra Yarma seni alıp İstanbul’a götürecek, İstanbul da buralardan çok uzak, bu nedenle çeyiz meyiz istemiyor, istemediği için de bizi büyük bir masraftan kurtarıyor. Hem de millete çeyiz beğendirmek zor iş. Bacının çeyizlerini Hamamcılar nasıl geri yollamışlardı, bilirsin. Neyse, bu Yarma iyi bir adam, soyu sopu belli, İstanbul’da kapıcı olmak da her babayiğidin üstesinden gelebileceği bir iş değil! Kılığını görsen, ağzın açık kalır. Kaymakamda bile yok öylesi. Kravat mıravat, hepsi tamam. Kalıbı dersen, benim iki mislim. Üstelik, iyi bir adam. Babasını da tanırdım, iyi avcıydı, avcılardan kötülük gelmez adama,” deyince, başını önüne eğdi, “Sen ne dersen, o olur,” demekle yetindi. Babası yaşamında ilk kez başını okşadı o zaman, gözlerini gözlerine dikerek gülümsedi, sonra, yüzüne bilgece bir anlatım verdi, her duruma uyduğunu düşündüğü anlaşılan, ancak birinci eylemini arkadaşlarıyla konuştuğu zaman tam sözcüğüyle söylerken karısı ya da oğullarıyla konuştuğu zaman ‘becermek’, kızlarıyla konuştuğu zaman “binmek” biçiminde değiştirdiği beylik tümcesini bir kez daha yineledi: “Ne yaparsın, çıplak çıplağa binmiş de çıplak çıplak dölü çıkmış!” Kumru bu sözle kendisine hazırlanmakta olan gelecek arasında herhangi bir ilişki kurmaya çalışmadı, evlenmesinin aile sorunlarına getireceği çözümler de fazla ilgilendirmiyordu onu; babası, Yarma Haydar’ı geri çevirmiş olsaydı, sevinirdi: bu adamla evlenme düşüncesine bir türlü alıştıramıyordu kendini. Doğru, herkes övüyordu Yarma’yı, “Boşuna Pehlivan dememişler ona, yedi-sekiz yıl önce karşısına çıkacak güreşçi zor bulunurdu, birbiri ardından üç-dört kişi devirirdi her seferinde, nazar değmesin diye sırtına kara bir çizgi çeker, omzuna bir ceket atar, çayırda oturtup karşısına çıkacak yeni pehlivanı beklerlerdi; ama nerde, sonunda ‘Başpehlivan sensin gene!’ deyip ödülünü verirlerdi.” Biraz da bu yüzden, “Bundan iyi koca mı olur?” diyorlardı; diyorlardı ya Meryem ebenin, anasıyla babasının yanından, “Yok, anam, yok, fıttırmış bunlar: böyle bir dünya güzeli yaşı yaşına, başı başına uymayan bir kalasa nasıl verilir!” diye söylenerek çıktığını görünce, tepeden tırnağa titredi, direnmemekle doğru olanı yaptığı konusunda kuşkuya düştü ama iş işten geçmişti. Meryem ebe doğruyu söylerdi hep, bu konuda da haklıydı: yaşı yaşının, boyu boyunun iki katı bir adamın karısı olmak hiç de hoş bir şey olmasa gerekti; üstelik, ta İstanbul’a götürecekti kendisini.

Yarma soyadını da bir türlü benimseyemiyordu; herkesin soyadı ya hiç söylenmez ya adından sonra söylenirdi; onunkini hem sürekli bir biçimde, hem de adından önce söylüyorlardı. İyi bir soyadı olsa böyle yerini değiştirirler miydi? Değiştirmezlerdi herhalde. Çoklarının kendisine Pehlivan demesi de bundan olmalıydı. Ne olursa olsun, hem bu konularda kararı her zaman babalar verirdi, hem de önerebileceği bir başka çözüm yoktu: kendi isteğine kimsenin kulak asmayacağını bildiğinden, mahalledeki delikanlıların hiçbirine, her yerde karşısına çıkıp yalvarır gibi gözlerini gözlerine diken Parlak Süleyman’a bile alıcı gözle bakmamıştı hiç, hiçbir zaman belli bir kişiyi düşlememişti. Duyarsız, meraksız, kafasız bir kız olduğundan mı? Hayır, akıllı, duyarlı, meraklıydı. Daha küçücük bir kızken bile her şeyi anlamaya çalışırdı; örneğin yaz geceleri damda yatarken gökte kayan yıldızların nereye gittiklerini sorar dururdu kendi kendine. Ama soruyu büyüklerine sormaya kalktı mı tersleneceğini ya da alaya alınacağını deneyimleriyle bilirdi. “Kız kısmı da böyle şeyler düşünür mü, bir tahtan eksik mi ne senin?” derlerdi. Hangi tahta, bilemezdi ama bir tahtası eksik olmanın kötü bir şey olduğunu hemen sezerdi. Sezemedikleri de vardı. Örneğin, kimi geceler kulağına gelen seslerden anladığı kadarıyla, babası anasını neden geceleri öpüp okşar da gündüzleri ikide bir azarlar, zaman zaman da döverdi; evde tavuk pişirilince neden bir budu hep babası yer, öbürü hep iki erkek kardeş arasında paylaştırılırdı, but çok lezzetliydi de ondan mı, yoksa Tanrı bunu böyle buyurduğundan mı, neden büyük bacısı Hacer’e hep yeni giysi ve çamaşırlar dikilir de Hürü bacısıyla kendisi hep onun eskilerini giyerlerdi, küçük bacıların hep kendinden büyüklerin artıklarıyla yetinmesini de Tanrı mı istemişti, tüm bu sorulara tek başına yanıt bulamaz, iki olasılık arasında bocalar dururdu. Sorunca da terslerlerdi. Bir Meryem ebe hoş karşılardı sorularını. Ama o da kimi zaman zorlanırdı karşısında. Örneğin babasının keklikleri hem çok sevip hem dağlarda tüfekle vurup öldürmesini, hem de şapır şupur yemesini nasıl açıklamak gerektiğini sorduğunda ne diyeceğini bilememişti.

Cemreler konusunda da böyle: ikide bir yinelediği sorular bayağı bunaltırdı Meryem ebeyi. Nasıl bir şeydi bu cemre dedikleri? Yere ya da suya düştüğünü gören var mıydı? Ya havaya nasıl düşerdi ki? Havaya düşülür müydü? Gören yoksa düştüğünü nerden biliyorlardı? Gülümseyerek dinlerdi Meryem ebe, sonra ona sımsıkı sarılır, “Nereden aklına gelir ki bunlar, doğuştan sürmelim? Sendeki bu akıl hiç kimsede yok, varsa da ben görmedim,” derdi. Söylediğine de inanırdı. Kumru’nun en önemli sorunu, yıllar yılı düşünüp de bir türlü çözemediği sorun, kendisinin doğmasına üç ay kala, iki buçuk yaşında ölen bacısıyla bağıntılarıydı. Bu bağıntılar konusundaki sorularıyla bunaltıp durmuştu Meryem ebe’yi, bunaltmakla da kalmamıştı, ağlatmıştı. İki buçuk yaşında ölen kızı daha doğduğu hafta nüfusa yazdırtmışlar; ama öldüğünde sildirtmemişler, sonra o doğunca, onu kendisi olarak yazdırtacak yerde, “Onun kaydı bunun olur işte,” demişlerdi. Böylece, ister istemez, ölmüş bacısının adını vermişlerdi Kumru’ya. Anası, “O doğduğunda nasılsa sen de öyleydin, onun aynıydın. Ölmeseydi, o da tıpkı senin gibi olacaktı,” diye açıklamıştı. Ama, o zaman, ölmüş bacısı ölmemiş, kendisi doğmamış olmuyor muydu? Bunun bir de öbür dünyası vardı ayrıca: o iki buçuk yaşında öldüğüne, kendisi şimdiden dokuzunu sürdüğüne göre, öbür dünyada kim kimin büyük bacısı olacaktı? Anası çok kızmıştı: “Yetti artık, unut şu biçare kızı! Bu işi bir daha açarsan, ağzını yırtarım senin!” demişti. Kumru bundan sonra yalnızca Meryem ebeye sormuştu sorularını. Ancak o da şöyle doyurucu bir yanıt veremiyordu hiçbir zaman, “Tanrı onu aldı, seni verdi işte, çünkü tıpkı sana benziyordu, tıpkı sendi. Yani sen iki kez doğdun, hepsi bu, kara gözlüm,” diyerek gülümsüyordu Meryem ebe; ama ona gülümserken içinde bir yerler sızlıyor, “Kızlara kuş adı vermeyeceklerdi,” diye düşünüyordu. Ona göre, iki Kumru’nun ikisi de eline doğmuş kızların en güzelleriydi, Tanrı her ikisini de kendisi için yaratmıştı. Her ikisini de kendisi için yarattığına ve birincisini çabucak yanına aldığına göre, ikincisini de her an alabilirdi.

Kumru’ya bu kadar düşkün olması biraz da bundandı belki. Ancak Kumru ondan da alamıyordu sorularının yanıtlarını. Tüm bu soruların yanıtlarını okulda öğretmenler verebilirdi belki, ağabeylerinin hiç soru sormaması bu sanıyı doğrular gibiydi; ama öyle anlıyordu ki, kız kısmının yalnızca okula gitmesi değil, okulda öğretilenleri öğrenmeye kalkması da günahtı; bu yüzden olacak, Ahmet, Mustafa’yı okulda defterine yazdırılan bir 23 Nisan şiirini ezberleyemiyor diye dövdükten sonra, köşesinde, kendi başına, onları dinlerken şiiri ezberledi diye ensesine şaplağı indirivermiş, “Şiir ezberlemek kızlara mı kaldı!” demişti. Yalnız şiir ezberlemek değil, güzel olmak da suçtu evdekilere göre. Çevresinde herkesin, “Avcı Kadir’ in güzel kızlarının en güzeli Kumru,” dediklerini sık sık duyardı, mahallenin tüm çocuklarının çok sevdiği Meryem ebenin de insanların kulağına doldura doldura, “Bu dünyada benim Kumru’mdan güzeli yok!” dediğine kaç kez tanık olmuştu. Ama Kumru tam olarak inanamazdı Meryem ebeye, çünkü kendi anası, “Sen onlara kulak asma, herkes gibi bir kızsın işte. Gözün görüyor, elin ayağın tutuyor ya ona bak sen: en büyük güzellik bu, hem de ben güzelim demek günahtır, Tanrı’nın gücüne gider, öteki kullarım güzel değil mi der,” diye uyarıp dururdu kendisini. Anası ne diye yalan söyleyecekti ki? Bu durumda, en iyisi susup oturmaktı. Yarma Haydar ve kendisine sunacağı yaşam konusunda da hiç kimseye soru sormadı. Küçük bir koşul ileri sürdü yalnızca: beş yıl önce evlenip gitmiş olan Hacer bacısının eskileri vardı hep üzerinde, bundan hiçbir zaman yakınmadığı gibi şimdi de yakındığı yoktu; ama gittiği yerde, “Bomboş gelmiş, kıçında donu bile yok!” demesinler diye tam on yeni don istedi. Yaşamında ilk kez, anası da, babası da uygun buldu dileğini: en iyi basmadan, uçkuru lastikli, paçaları ilikli on uzun don dikilip bohçasına konuldu. Onun da isteyeceği bir şey kalmadı. Doğru, bu Pehlivan, bu Yarma Haydar, kendisine göre fazla yaşlı ve fazla iriydi; ama dedikleri gibi, kısmet kısmetti; üstelik, bilinmeyeni bilinene dönüştürmekteydi: kocası o olacaktı. İyi bir adama benziyordu, üç gün üç gece düğün yapmış, hiçbir şeyi eksik etmemiş, gelinliğini de o almıştı. Yalnız, oğlan evindeki ilk akşamında, kendisinden de ufak bir yaşlı kadın, kulağına doldura doldura, “Gelin de çok ufak, anam, bizim Pehlivan ne yapacak ki bu el kadar kızı, karanfil diye yakasına mı takacak?” deyince, başının üstünden bir kova soğuk su dökülmüş gibi oldu ya, başköşede oturup sessiz sessiz tespih çeken bir başka kadın, “Ufaklığına bakma sen, güzelliğine bak! Tavan süpürgesi gibi gelini ne yapmalı ki? İstanbullular böyle civelekleri severmiş ki bunu seçmiş bizim Pehlivan.

Gelinimiz ekstra hanım olur orada!” diyerek sözünü ağzına tıkadı. Gene de o anda içinde bir şeyler kırıldı Kumru’nun, her şeyden kopuverdi birden: bilinmeyenin yerini bilinenin aldığını düşündüğü anda, bir bilinmeyen daha dikiliyordu karşısına: bundan böyle, Yarma Haydar’dan çok, kendisini götüreceği yer: orada hanım olacağı da söylense her köşesinin tehlikelerle dolu olduğu söylenen uçsuz bucaksız kent ürpertiyordu onu. Biraz da bu yüzden, ertesi akşam, göğsünün üstünde değirmentaşı gibi bir sıkıntıyla bindi otobüse. Meryem ebenin bütün gece, “Gidişin ola da gelişin olmaya, Yarma Haydar, alıcı kuş gibi kapıp götürdün Kumru’mu!” diye söylenerek gözyaşı döktüğünü hiçbir zaman bilemedi. Bir gün bir gece süren otobüs yolculuğunun ardından, ikisi plastik, biri tahta; ama üçü de tıka basa dolu ve sicimlerle bağlı üç bavul ve ağır mı ağır dört torbayla, akşam karanlığında bir taksinin içinde Günay apartmanına doğru yol alırken birbiri içinde erimiş gürültüler, renk renk ışıklar, birbirlerine bağlıymış gibi geçen sayısız arabalar, neredeyse tek sözcüğünü bile anlayamadığı konuşmalar karşısında, gerçekten kocaman, gerçekten ürkütücü bir ortamda bulunduğunu sezinleyerek ürperdi. İki merdiven inerek girdikleri küçücük odada, bir yandan sessizlik, bir yandan duvarda asılı duran ve tıpkı babasınınkine benzeyen bir çiftenin varlığı ürpertisini biraz azalttı. Kalorifer dairesinden geçilerek çıkılan el kadar bahçeyle sol yanındaki kavruk ağaç da dost bir ortam izlenimi yarattı üzerinde. Ama en büyük şaşkınlığı da burada, başını kaldırıp gökyüzüne baktığı zaman duydu: havanın açık olmasına karşın, İstanbul’un göğünde hiç yıldız yoktu, “Allah Allah!” diye söylendi. “Nereye gitmiş ki bu yıldızlar?” Tüm dikkatiyle bir kez daha baktı. “Bir tek yıldız bile yok, bir tek yıldız bile!” dedi. Ancak, aynı gece, Pehlivan’ın kollarından sıyrılıp azıcık soluk almak için küçük bahçeye çıktığında, çok uzaklarda sönük bir yıldız gördü. “Koca memlekette tek bir yıldız! O da cansız mı cansız! Allahım, büyük Allahım, nereye geldim ben böyle, bizim oralardan ne kadar uzaklara düştüm!” diye söylendi titreyerek sonra, dakikalar süresince, bir hemşeriye bakar gibi, o cansız yıldıza baktı. Ertesi sabah, apartmanın en alt katındaki küçücük odaya yerleşmelerinden sonra, İstanbul yaklaşık bir ay süresince koca kentte bildiği tek bir sokak olarak kaldı. Daha sonra, dört apartman sağlarındaki dik yokuşun eklenmesiyle ikiye, bakkala ve manava gitmek için yokuş aşağı yedinci apartmandan sağa sapılarak girilen sokağın eklenmesiyle üçe, kasaba ve pazar günleri de açık olan bakkala gitmek için yokuş yukarı on birinci apartmandan sola sapılarak girilen sokağın eklenmesiyle dörde çıktı; gelişlerini izleyen beşinci akşam, Haydar’ın çok zengin olduğunu söylediği patron ve hemşerisine giderken geçtikleri yollar bir yana bırakılacak olursa yedi apartman aşağıdakiyle on bir apartman yukarıdakine bir geridekilerin de eklenmesiyle bildiği sokakların sayısının altıya çıkması için en az altı ay geçmesi gerekti. Daha ötesi ürkütüyordu onu; ama artık bu altı sokakta neredeyse memleketteymiş gibi dolaşıyor, bakkalları, manavları ve kasabı tanıyor, kendi sokağının kapıcılarıyla karşılaşınca, durup konuşuyor, kim olduğu sorulunca da Günay apartmanının kapıcısı Haydar’ın karısı olduğunu söylemekten ve memleketin adını anmaktan neredeyse haz duyuyordu.

Daha sonra ama hep Haydar ya da komşu kapıcılar eşliğinde, en az on sokak ötede bulunan pazara da gitti. Ancak, ülkesi bu altı sokaktı, neredeyse memlekette bile duymadığı tuhaf bir mutluluk ve iyelik duygusuyla dolaştı buralarda. Evinden de fazlasıyla hoşnuttu: küçük olmasına küçüktü ya düşlerini aşmaktaydı. Bir kez, yatakları yer yatağı değildi, sağlam bir somyanın üstündeydi, bu nedenle her sabah toplanıp yüklüğe konulması gerekmiyor, şöyle bir düzeltilip örtüsünü örtmek yetiyordu. Yemek de yer sofrasında değil, küçük bir masanın üstünde, memlekette, yazlık kahvelerde gördüğü türden tahta iskemlelere oturularak yeniliyordu. Ayrıca, istedi mi yatağın bu yanındaki minderin üstüne bağdaş kurup oturabiliyor ya da ayağını kilimin üstüne uzatıp sırtını köşe yastığına verebiliyordu. Daha da güzeli, küçücük odanın kendi çeşmesi bulunmasıydı: musluğu çevirdin mi yalağın içine gürül gürül su akıyor, böylece mahalle çeşmesinden bakraçla su taşımaya, el yüz ya da kap yıkamak için kapı önüne çıkmaya gerek kalmıyordu. Yatağın başucunda asılı duran çifte, ilk akşam bir dost izlenimi yaratmış olmasına karşın, şimdi zaman zaman içini ürpertiyor, hele Haydar duvardan indirip tozunu almaya ya da yağlamaya girişti mi iyice korkmaya başlıyordu ya, varlığıyla belirli bir güven de vermiyor değildi; üstelik, Pehlivan’a büyük dedesinden kaldığını öğrendikten sonra, neredeyse aileden biri, en azından bir hemşeri gibi görmeye başlamıştı onu. Pehlivan’a dedesinden kalan bir başka nesne de üç kat çaputun içinde sakladığı yeşil taşlı altın yüzüktü, “Bunu büyük dedem Yemen’den getirmiş, Allah göstermesin, başımıza bir iş gelecek olursa en az bir yıl geçindirir bizi; ama ben de torunuma saklayacağım,” diyor, arada bir çıkınından çıkararak hayran hayran bakıyordu. Bundan da güzeli eskiden yalnızca adını bildiği elektrikti: parmağını duvardaki düğmenin üst yanına bastırdın mı yukarıdaki küçücük lamba ortalığı gündüz gibi aydınlatıveriyor, alt yanına bastırdın mı kendiliğinden sönüyordu. Ama hepsinin en güzeli bahçedeki ağaçtı. Başlangıçta, “Bu da amma kavrukmuş, çalı mıdır, nedir!” deyip ona sırtını dönmüş, adını bile sormamıştı. Ancak, yerleşmelerinden birkaç hafta sonra, üç dalından birinde çok güzel bir kırmızı çiçek görünce, Pehlivan da sorusuna, “Ne çiçeği olacak? Narçiçeği!” yanıtını verince, sevincinden uçacak gibi olmuştu: nar en sevdiği meyveydi ama ağacını ve çiçeğini ilk kez görüyordu. Bundan sonra, güzel havalarda, zamanının çoğunu bahçede, küçük nar ağacının altında geçirmeye başladı, gözlerini çiçeklerin en olgununa dikerek meyveye dönüşmesini saniyesi saniyesine izlemek istercesine uzun uzun baktı durdu. Dönüşümü kesintisiz biçimde izleyemedi; buna karşılık, ağaçtaki her narın gelişmesini günü gününe saptadı.

Yağmurlu bir ekim akşamı mindere oturup küçük ağacın ilk narını, yani o yıl, üçüz doğurur gibi, verdiği üç nardan birini yediği dakikalar da yaşamının en mutlu dakikaları oldu. Ertesi sabah, bayağı erken bir saatte, gökte biricik yıldızını ararken varla yok arası bir horoz sesi duyarak şaşırdı, sonra çok daha uzak bir horoz sesi ona yanıt verir gibi oldu. “Burada da her şey böyle,” dedi Kumru kendi kendine: “Yıldızlar da, horozlar da hem var, hem yok.” Okuması yazması olsa eline bir kalem, önüne bir kâğıt alır, önce Meryem ebeye, sonra anasına, kardeşlerine, özellikle de Hürü bacısına uzun uzun anlatırdı bu dakikaları; yazık ki anası, babası, ağabeyleri Ahmet ve Mustafa onun okuma yazma öğrenmesine hep engel olmuşlardı, Pehlivan’ın gazeteden bir kâğıda aktardığı sözcükleri olduğu gibi yazma önerisini de hep geri çevirdi, “Benim yazmam başka, senin yazman başka,” deyip kapatmak istedi konuyu. “Neden başka olsun ki?” “Başka da ondan.” Pehlivan kahkahalarla güldü her seferinde. Kızacak yerde gülmesinin de gösterdiği gibi, Pehlivan çok sert bir adam değildi.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir