Tanıl Bora ve Kemal Çan’ın örnek bir araştırına ve inceleme ürünü olan bu kitapta, 12 Eylül darbesi ile dağılan, dağıtılan MHP eksenindeki hareketin 1980’li yıllarda içinden geçtiği muhasebe süreci ve MÇP adıyla yeniden inşası anlatılıyor. İçerdiği zengin malzeme ile bu çalışma ilkin okuru MHPMÇP çizgisindeki hareketin kendi özel düşünüş ve davranış dünyasında yaşadığı ciddiye alınması gereken değişimden haberdar ediyor. Elbette ki bu değişim hareketin asli niteliğini başkalaştıran mahiyette değildir. Ama öte yandan da bu çalışma bahsedilen değişime ilişkin yeni, güncel bilgileri MHP-MÇP hareketi hakkında önceden bildiklerimize eklemekle yetinmemizi de önermiyor. Kanımca kitabın asıl değer ve önemi genel olarak laşızm, özel olarak Türkiye’deki MHP-MÇP hareketine ilişkin sığ ve dar formüller içine sıkıştırılmış bilgi ve yargılarımızı yeniden gözden geçirmeye davet ediyor oluşundadır. Bu davet şüphesiz‘ilkin sosyalizm hareketini ilgilendirmelidir. Çünkü özgül bir ideoloji, örgütlenme, eylem anlayışı vc siyasal toplumsal düzen olarak faşizmin tüm içeriğini belirleyen, ona dinamizmini sağlayan şey, mevcut veya 9 muhtemel bir “sosyalist devrim tehlikesidir. Tüm tarihsel örneklerinde ve Türkiye’de görüldüğü üzere soy faşist hareket, sosyalist devrim mesajı taşıyan bir akımın yükseldiği ortamlarda, hızla şekillenerek karşı bir kitle’hareketi halinde sosyalizm akımının en amansız düşmanı olarak ortaya çıkmıştır. Sosyalist devrim “tehlikesi” faşizmin varlık koşulu, hatta varlık nedenidir. Faşist hareket bu “tehlike”ye karşı, tam ve temelden bir reaksiyonu temsil eder. Bu bakımdan sosyalistlerin faşizmi kendilerine tam karşıt bir akım olarak nitelemeleri yanlış değildir. Ama sorunun can alıcı noktası bu karşıtlığın nasıl kavrandığı, nasıl bir içerikte düşünüldüğüdür. Daha başından belirtilmelidir ki, bu konuda sosyalistler tarafından öne sürülen çeşitli görüşler, o görüş sahiplerinin bizzat kendilerini, yani kendi sosyalizmlerini nasıl tanımladıklarına sıkı sıkıya bağlıdır. Özetle sosyalizmi nasıl tanımlıyorsak, onun kaynağını, asli özelliğini, onu bir devrim yapan temel vasfı nerede görüyorsak, faşizmi de bu kıstaslara göre tam karşıtında yeralan bir akım, bir hareket olarak tanımlama eğiliminde olacağız. Bu tespiti bilinçle kavramanın olağanüstü önemi vardır. Örneğin eğer sosyalizmi objektif gerçekliğin, bilimsel yasaların zorunlu sonucu, bunların doğruluğu ve kesinliği üzerine inşa edilmiş bir akım olarak kavrıyor, bundan dolayı da ona tüm olumlu değerleri kendinde toplamış bir hareket payesi veriyorsak, onun tam karşıtındaki faşizmi de bu özelliklerden tamamen yoksun, onların zıddıni temsil eden bir konumda göreceğiz. Ve yine sosyalizmi toplumun alt sınıflarına, özellikle proletaryaya özgü, onu temsil eden bir hareket olarak niteliyorsak, faşizmi de toplumun öteki üst ucundaki sınıf ve zümrelere has, onları temsil eden bir hareket olarak nitelemekte ısrarlı olacağız. Faşizm bir hareket olarak karşımızda o alt sınıflardan bu arada proleterlerden de azımsanmayacak 10 bir destek sağlamış biçimde belirse dahi biz bunları “özüne ihanet etmiş” veya her nasılsa kandırılmış bir kitle, bir tali fenomen olarak görüp, faşizmin gerçek sahibinin “tekelci sermayenin en emperyalist, en şoven, en gerici kesimi” olduğunu söylemekte tereddüt etmeyeceğiz. Aynı şekilde eğer sosyalizmin özünü “üretim araçtan üzerindeki özel mülkiyetin kaldmlmasf’nda görüyorsak, faşizmin de bunun tam karşıtını, yani özel mülkiyetin en aşın pekiştirme eğilimini temsil ettiğini iddia etmeye yatkımolacağız ve dolayısıyla onun söz veya başka bir biçimde eleştirel tavırlarıyla karşılaştığımızda bunun ya bir aldatmaca olduğunu veya özünde özel mülkiyeti daha da sağlama alma amacını taşıdığını ispata yöneleceğiz. GöTüldüğü üzere, bu yaklaşım dahilinde sosyalizm-faşızm ilişkisi bir mutlak iyi, mutlak kötü karşıtlığı, ak-kara tarzında algılanmaya uygundur. Ancak hemen işaret edilmelidir ki; sosyalizm-£aşizm ilişkisini bu şema içinde görmek ve değerlendirmek “şerefi” ve önceliği faşistlere aittir. Ekim Devrimi’nin ertesinde hemen hemen tüm Avrupa ülkelerini saran o her şeye gebe ortamında özerk, yeni bir siyasal hareket türü olarak ortaya çıkan faşist akımlar, siyasal-toplumsal programları itibarıyla birbirlerinden belli noktalarda farklı olsalar da; hepsinin ortak vasfı, sosyalizmi tanımlarken onu kendi toplumdan, seslendirdikleri kitle açısından en kötü, en uğursuz, en “akla aykırı” sayılan ne varsa, onun toplandığı, sistemlcştirildiğı bir akım olarak tarif etmektir. Bunda sosyalizme en küçük bir iyilik payesi tanımamaya özenle dikkat edilmiştir. Sosyalizmin toplumca, seslenilen kitlelerce makul, doğru, haklı sayılabilecek her tezinin, iddia ve talebinin yüzeyden böyle gözüktüğü, ama “gerçekte” “mutlak kötülüğün’’ mihraklarınca güdülen gizli, karanlık, iğrenç bir amacı kamufle ettiği, çarpılmalara, uydurma ve fantastik ve propagandanın en merkezî ve büyük bölümü bununla oluşturulmuştur. Türkiye’de ilk kez MHP’nin şahsında özerk bir siyasal hareket olarak şekillenen faşist akımın da bu II ’ kurara harfiyen riayet elliğini bilmekteyiz. Yalnızca sosyalistleri değil genel solun tümünü “Moskova’mn ajanı” olmakla niteleyen ve bu teşhisini SSCB’yi açıkça eleştiren akımların olanca büyüklüğü ve çeşitliliği karşısında dahi geri almayıp aksine biiıün bunların yine o meşru merkezce yürürlüğe konulan bir “plaıı”ın gereği olduğunu, o merkezi gizlemek ve “biz”i aldatmak “zihnimizi bulandırmak” amacına matuf olduğunu ısrarla ileri sürmüştür. Bunun yanısıra özellikle orta ve alt sınır Türkiye halkının sosyo-kültürel ve moral dünyasından bakıldığında olumsuz, ahlak dışı ve yabancı görünen ne varsa, hepsini sosyalizme izafe etmekten hiç çekinmemiş ve böylece sıradan bir faşist sempatizanın gözünde sosyalist bir işçi ve militan ile lüks burjuva semtlerin züppe gençleri aynı “komünist” imajı içinde görülür olmuştur. Aynı şekilde, sosyalisllerce savunulan veya gerçekleştirilen herhangi bir eylemin söz konusu kesimlerce doğru, haklı “biz”im iyiliğimize diye yorumlanabilir oluşu karşısında faşist hareket ya böyle bir olgu yokmuşçasına kasdi bir suskunlukla olayı görmezden gelmiş veya daha sık olarak o olayın nasıl “aslında” “Moskof çıkarlarf’na, o “meşum merkez”in şeytani amaçlarına hizmet gayesi taşıdığını “izah’a girişmiştir. Ne denli iğrenç yöntemlere, çarpıtmalara başvurulmuş olunsa dahi, faşist hareketlerin bu ortak tavrında şaşırtıcı bir yan yoktur. Çünkü başlangıçta da belirttiğimiz gibi faşizm, özgül bir siyasal ideolo ji, akım olarak bir sosyalist devrim “tehlikesinin adiliği karşısında ortaya çıkan bir reaksiyon hareketidir. Sıradan reaksiyonda olmayan derin bir korku, bir can havliyle davranma boyutu vardır. Bu şimdi kaybederse ebediyyen kaybetmiş olacağı duygusu içinde her araca başvurmak ona mübah gözükebilir. Üstelik içinden devşirikliği düşünce ve davranış mirasında o vulger iyi-kötü, ak-kara zıtlığı şeması “doğar yaklaşım biçimidir. Bu yaklaşımın bir özelliği de kendilerini “doğal olarak” iyi veya haklı konumuna yerleştirenlerin yaptıklarının da ayrıca iyi. 11 haklı ve dürüstçe olmasının geıekmemesidir. Haklılık veya iyilik “biz”de mündemiç olduğundan bile bile haksız ve ahlaksız bir şeyler yapsak bile bundan dolayı o içsel haklılığımıza bir halci gelmemesidir. Ayrıca o içsel “haklılık” veya “doğruluğumuz”dan dolayı gerek görürsek haksızlık yapmak da hakkımızdır. ilk kez 1920’lerde Ekim Devrimi’nin tüm dünyayı sarstığı koşullarda ortaya çıkan faşist akımlar, varlık koşullarım, hatta nedenlerini o devrimin uyandırdığı derin “can havli” duygusunda buldular. Bu açıdan bakıldığında 1960’lı yıllarda yeniden yükselen “sosyalist devrimler” dalgasının en fazla etkilediği ülke sayılabilecek olan Türkiye’de 2. Dünya Savaşı ertesinin en yaygın ve etkili faşist hareketinin ortaya çıkmış olması anlaşılır bir olaydır. Söz konusu sosyalizm dalgasının yükselişiyle belirlenen uluslararası atmosferde, öteki ülkelerdekinden çok daha hızla gelişen, dikkate değer bir prestij ve dinamizmle kısa sürede ülke gündemini belirler hale gelen Türkiye sosyalist hareketinin, bu toplumdaki belirli kesimlerde çok daha güçlü bir can havli duygusu yaratacağı açıktır. MHP’de temsil edilen hareketin sosyalist hareketle adeta paralel giden gelişmesini olduğu kadar bu hareketin “klasik faşist” hareketle bu denli benzeşmesi de ilkin bu zeminde açıklamasını bulur. Burada şüphesiz asli sorun, şimdiye kadar can havli duygusu diye adlandınverdigimiz ruh halinin neden toplumun bu altorta sınıflarının bir kesiminde o denli şiddetli biçimde doğmuş olmasıdır. Bu kesimleri sosyalist devrimin gözü kara düşmanlan halinde faşist hareketin saflarına iten veya çeken nedir? Faşizmin bir ideoloji, bir sosyo-politik düzen talebi ve bir kitle hareketi olarak örgütlenme biçiminin ayırt edici yanlannı görebilmek, böylece onu özgüllüğü içinde kavrayıp tanımlamak, ancak ve sadece bu somdan başlamakla, bunun cevabım gereğince verebilmekle mümkündür. Dolayısıyla sosyalistlerin faşizme kaışı mücadele perspektiflerinin anahtarı da buradadır. Ancak bilinmektedir ki, günümüze kadar genel sosyalist 13 harekete ve onun dolayımtnda Türkiye’deki sosyalist hareketlere egemen kılınmış faşizm tanımı, analizi ve haliyle mücadele perspektifi hiç de böyle değildir. Az önce bir vesileyle işaret edildiği üzere, bu faşizm tanımı ve analizi bizim bilhassa önemini vurguladığımız bu “kitle desteği’’ olgusunu neredeyse görmezden gelme tavrı üzerine kuruludur. Bunun için başlıca iki yönteme başvurulmuştur. Birincisi, şüphesiz hepsi de sosyalizme karşı olan tüm dikta rejimi türleriyle soy faşist hareketleri aynı faşist etiketi altında toplayıp böylece bu İkincileri daha ilk bakışta ötekilerden ayıran o “kitle desteği” faktörünü basit, belirleyici olmayan bir istisna gibi göstermektir. Bu durumda “belirleyici olan” sadece hepsinin de işçi ve sosyalist hareketin özerk örgütlenmelerine karşı zor ve terör uygulayan yönelimler oluşudur. Geçerken ifade edelim ki böyle yapılınca faşist siyasal toplumsal düzenleri sıradan dikta rejimlerinden farklı kılan yanlar, örgütlenme özellikleri de önemsizleştirilmiş olur. İkinci yöntem, söz konusu kitle desteğini yapay bir fenomen, faşizmin “asıl kaynağı”nı örten, hatta bu kaynak -yani tekelci sermayenin en emperyalist, en gerici, en şoven kesimi- tarafından bir biçimde “kandırılan”, manipüle edilen böylece de “kaynağı” maskelemekte kullanılan basit bir alet olarak sunmaktır. Yine sadece değinmekle yetinelim ki, böyle sunulunca faşist siyasal harekeli bırakın bir aldatılmışlar grubundan öteki sağ siyasal hareketlerden farklı kılan ve ona adeta bir “ikinci devlet” havası veren özel örgütlenme biçimi düşünülmeye değmez bir ayrıntı mesabesine indirgenir veya sırf faşist hareketin ne denli bilinçli bir terör ve baskı aygıtı olduğunun kanıtı olarak kullanılır. Bunların yanısıra söz konusu yaygın faşizm tanımı ve analizi faşist ideolojinin özgül bir karakter taşıdığını ya kabul etmez veya bunu yalnızca işlenen milliyetçi ideolojinin ırkçı veya “en iisıün millet” temasıyla donanmış olmasında görür. Faşist 14 ideolojide herhangi bir özgüllük görmeme halinde, bu ırkçılık ve üstün millet teması tekelci sermayenin “en emperyalist” kesiminin yayılma arzularının meşru laştırılması gerekçesine bağlanır, dolayısıyla zaten öngörülen bir niyetin ifadesi addedilir. İkinci halde ise milliyetçi ideolojinin bir ölçüde çarpıtılıp daha keskin hale getirildiği, böylece milliyetçi ideolojinin kabul edilen harekete geçirme gücünün pompalandığı söylenir. Ne var ki, bu yorumlar, faşist ideolojinin o temaları özel olarak sosyalizme karşıt bir bilinç türü geliştirmek için kullandığı gerçeğini, bu ‘mekanizına”sını kaııyyen açıklamaz. Son yüzyılda birçok örnekte görüldüğü üzere milliyetçi ideoloji, “milli dava” temaları kitlelerin, alt sınıfların gözlerini sosyalizmin gösterdiklerinden başka yere çevirmeleri amacıyla kullanılmıştır. Bu tür girişimlerin başarılı olduğu durumlarda etkilenen insanlar, sosyalistlere karşı sadece sözü edilen milli davanın (davaların) her şeyin üstünde geldiği yolunda itirazlarda bulunmuşlar, olsa olsa onları “milli dava”!ara katılmamakla suçlamışlar; ama hiçbir zaman sosyalizmi kendi insani-toplumsal varoluşlarına kasteden ölümcül bir tehdit bir yıkım olarak algılamamışlardır. Hem milliyetçi, hem de sosyalist olunabileceğini düşünenler, kendilerini öyle addedenler çok olmuştur.
Tanıl Bora, Kemal Can – Devlet Ocak Dergah – 12 Eylül’den 1990’lara Ülkücü Hareket
PDF Kitap İndir |