Bu, bir siyasi anılar kitabı. Okuyucuyu uyarmak isterim; Sorbonne’un merdivenlerindeki mini eteklilerin öyküsünü değil, 1967’de başlayan ve 1975’te sona eren dönem hakkmdaki görüşlerimi anlatacağım. Bundan on yıl önce, 1968 ve Sonrası; Devrimin içinden başlıklı çalışmamda ele aldığım konulara tekrar dönmeye gerek duymadım. O çalışmada devrimci hareketin yükselişini ve düşüşünü belirli ölçülerde çözümlemeye çalıştım. Bu konuda eklem ek ya da değiştirmek istediğim pek bir şey yok. ’60’lı yıllar, o dönemi yaşamamış olanların ilgisini çekmeye devam ediyor; son on yıl boyunca, o yılları araştıran yazar ve gazetecilerle sayısız röportajlar yaptım. ’68 ’i gizemli kılan nedenlerden biri, hareketin hemen başlangıcında, Londra ve Paris’teki rejimlerle simgeleşen bir tepkinin oluşmasıydı. ’68’in anılarını tarihe göm m ekten yanayım; ama bunun tek yolu, tarihin bu dönemi Avrupa’da önemli bir kazanımla taçlandırması olacaktır. Tek bir Avrupa devletinde sosyalist bir demokrasi kurulabilirse, bu olgu dünya çapında dramatik bir etki yaratacaktır. Bu gerçekleşince ye kadar, maalesef, bir çok kişi ’68’i savaş sonrası dönemin en önemli olayı olarak görmeye devam edecek. Hatıra yazmak, seçici olmayı gerektiren bir süreç; bu yüzden beni çok heyecanlandırmayan bazı olayları atlamış olabilirim. Bu çalışmanın öz disiplinimi güçlendirdiğini de söyleyebilirim. Kuzey Kore’ye yaptığım oldukça aydınlatıcı iki yolculuk ve Avustralya ve Japonya’ya yaptığım iki yolculuk hakkında da ayrıntıya girmedim. Böyle davranmamdaki amaç bu kitabı bir gezi anıları kitabına dönüştürmemek ve sayfa sayısını azaltmaktı. Böyle bir kitap yazarken en büyük sorun nerede ve ne zaman duracağını bilmektir. Kitabı 1975’te Portekiz devrim hareketinin yenilgisiyle (ya da engellenmesiyle) bitirdim. Bence bu olay, Avrupa ve Kuzey Amerika’da, 1968’in yenilgiyle sonuçlandığını ilan ediyordu. Her zamanki gibi kitap basılm adan önce yazdıklarım ı bütün dostlarımdan gizlediğim için, bu kitapta yer alan bütün düşüncelerin günahıyla sevabıyla bana ait olduğunu söyleyebilirim. Çocuklarım Nataşa, Cengiz ve Ayşe her zamanki gibi bana destek oldular. Yoldaşım Susan Watkins, yazmakla uğraştığım dönemde bazı ev işlerini üstüne alma inceliğini gösterdi, ne var ki yemek konusunda getirdiği yeniliklerin çocuklar tarafından olumlu karşılandığını söyleyemeyeceğim. Collins yayınevinden Michael Fishwick ve Simon King’e, tem silcim Andrew Nurnberg’e de teşekkür etm ek istiyorum. Onların sarsılmaz ve kolektif ilgilerinin yalnızca tecimsel amaçlı olmadığına inanmak isterim. Tarık Ali, Londra, 1987 BİRİNCİ BÖLÜM İ l k Y il l a r Aya işaret etseniz, budala aya değil, parmağınıza bakar. Çin Atasözü 1949 Pekin’den gelen haberler, Ekim Devrimi’nin pırıl pırıl bir gökyüzünden bir şimşek gibi inmediğini gösteriyordu. Edgar Snow’un Çin Üstünde Kızıl Yıldız?ı on yıldır Güney Asya’da bir klasik olmuş, bu yüzden son yıllarda beklentiler giderek artmaya başlamıştı. Tuhaf Çin isimleri duyuluyordu – Mao Zedong, Chu Teh, Chou En Lai, Ho Lung gibi. O toplantı hakkında her şeyi unuttum (o sıralar henüz beş buçuk yaşındaydım) ama o tuhaf Çin isimleri belleğimden silinmedi. Ben ve benim gibi çocukluklarını Güney Asya’da geçiren pek çok kişi için Çin Devrimi’nin heyecanı, her şeyi gölgeliyordu. Henüz sona eren ve seksen milyon kişinin ölümüne neden olan savaş için daha iyi bir panzehir düşünülemezdi. Hitler’in toplama kamplarındaki korkunç olayların fotoğ raflarında ve haber film lerinde, Batı uygarlığının hassas dengelere dayandığı kolayca gürülüyordu. Nazi katliamından kurtulanların iskelete dönmüş bedenleri İkinci Dünya Savaşı’nın vahşetini simgeliyordu. Japonya üzerinde yükselen ve savaşı sona erdiren mantar, yeni bir tür barbarlığın habercisiydi. Atom silahlarının ilk kurbanları, Hiroşima ve Nagazaki’deki savunmasız halktı. Onların yanmış cesetleri, vahşetin ve kitle kıyımının yalnız Almanların tekelinde olmadığını gösteren kanıtlardı. Bu yüzden Çin’de komünistlerin öncülüğündeki köylü ordularının zaferi, Asya’da kırsal kesimde yaşayanlar ve yoksullar arasında eşi benzeri olmayan bir başarı olarak görülüyordu. Hem zaten, Çin dünyanın en büyük ülkesi değil miydi?.. 1950 Kentin merkezi kızıl bayraklarla donatılmıştı. Bu, gördüğüm ve bugüne dek unutmadığım ilk gösteriydi. Kent, Lahor kentiydi ve yüzyıllar boyunca Kuzey Hindistan’ın imrenilen bir metropolü olmuştu. Son istilacılar buradan çekildiklerinde, arkalarında bölünmüş bir Hindistan bırakmışlardı. Eski kent, yeni bir devletin, Pakistan’ın bir parçası olmuştu. Devletin kurucusu Mohammed Ali Cinnah bir agnostikti ve dini çıkarlarına alet ederek bir ‘M üslüman Devleti’ kurmuştu. Cinnah, her şeye karşın Pakistan’ın ‘laik bir devlet’ olarak kalacağını umduğunu söylemişti, ama tarihin m antığı bunun aksini kanıtladı. Lahor’daki bütün Hindu ve Sih aileler kaçıp sınırın öte yanına sığındılar. Delhi’de ‘Küçük Lahor’lar inşa edildi. Dostlarından çoğunu bir anda kaybeden ailem için 50’li yıllardaki Lahor bir hayalet şehirden farksızdı. Bölünmenin getirdiği acılar Urdu yazar Saadat Haşan M anto’nun kısa öyküleri ve Faiz Ahmed Faiz, Sahir Ludhianvi gibi şairlerin şiirlerinde duyarlı bir biçimde aktarılmıştır. 1947’de üç buçuk yaşındaydım. Bölünme öncesindeki Lahor’u yalnızca kulak misafiri olduğum sohbetlerden tanıyordum. Yakın geçmiş, kimi zaman ateşli, ama daha çok hüzünlü tartışmaların başlıca konusunu oluşturuyordu ve bu tartışmaları kentin hem en her yanında duymak m üm kündü. Kentin nabzını bu tartışmalarda duyabilirdiniz. Yirmili, otuzlu ve kırklı yıllarda Lahor, şairlere ve ressam lara kucak açan önemli bir kültür merkeziydi ve kozmopolit yapısıyla gurur duyardı. 1947 yılında bütün bunlar sona erdi. Eski kahvehaneler ve çayhaneler yerli yerindeydi, ama Hindular ve Sihler kaybolmuştu ve bir daha geri dönmediler. Sonunda herkes gerçeği kabul etti; siyasi dedikodular ve şiir eski ağırlığını yeni koşullar altında sürdürmeye devam etti. Kızıl bayrakları dalgalandıranlar Lahor’un proleter öncüleri olan demiryolu işçileriydi. Gösterinin sebebini şimdi hatırlamıyorum, ama kalabalığa büyük bir heyecan hakimdi ve yürüyüş tek bir sloganla sürdürüldü; Çinlilerin yolundan gideceğiz, kardeşler! Çinlilerin yolundan! Demiryolu işçilerinin lideri, otuz yaşlarında, ama şimdiden bir kahraman olarak tanınan ve saygı gören bir kom ünistti. Mirza İbrahim uzun yıllar demiryollarında çalışmıştı. Hapise atılmış, baskı görmüş, yüksek mevkiler teklif edilmiş, açıktan rüşvet almaşı için baskılar yapılmıştı; ama o bütün güçülüklere direnmesini bilmiş ve güçlü bir sendika örgütlemişti. Sanırım halk arasında sevilmesini siyasi görüşlerinden çok yozlaşmamasına borçluydu; ama yanılmış da olabilirim. Aynı yılın sonlarına doğru yapılan seçimlerde Müslüman Birliği’nin güçlü adayına karşı girdiği önemli bir seçimi kazandığını biliyorum. Daha doğrusu kazanması gerektiğini. Demiryolu işçilerinin ona verdiği yüzlerce oy, Seçim Kurulu’nun bir üyesi tarafından iptal edildi. Neden olarak da oy pusulalarının kirli olduğu söylendi! Seçim Kurulu’nun o üyesi zamanla zengin bir devlet memuru oldu. Mirza İbrahim’i destekleyenler yalnızca, bundan sonraki seçimlerden önce yoksullara sabun değıtılmasım talep ettiler. Çin Devrimi başarıya ulaşmadan önce Süper Güçler tarafından pek dikkate alınmamıştı. 1949’dan itibaren Amerika Birleşik Devletleri Mao’nun partizanlarının zaferinden ürktü ve bu virüsün Asya’ya yayılmasını engellemeye karar verdi. Bundan sonra Asya çeşitli savaşlarla çalkalanacaktı. Öte yandan Avrupa daha şanslı bir konumdaydı. Stalin, Roosevelt ve Churchill kâğıt üstünde Avrupa’nın geleceğini kararlaştırmışlardı. Kıt’a Avrupası, Kırım’da, deniz kenarındaki bir tatil beldesi olan Yalta’da, yumuşatılmış bir deyimle ‘etki alanlarına’ bölünmüştü. Aşağıdaki halkın huzursuzluğunu gidermek için yukarıdaki yöneticilerin anlaşması elzem görülüyordu. Stalin’in Elbe ve ö d er nehirleri arasındaki bölgede serbestçe at koşturmasına izin verilmiş, buna karşılık o da Fransa, İtalya ve Yunanistan’daki statükoyu desteklemeye söz vermişti. Almanya’nın kaderi üstünde bir karara varılamamıştı. Batı, Yalta’dan kazançlı çıktı. Stalin’in baskıları ve Moskova’daki ideolojik aymazlık, partizanların hem askeri, hem de siyasi yönden etkisiz hale gelmesini sağladı. Anlaşma yalnızca Yugoslavya’da sorun yarattı. Stalin ve Churchill, o günkü koşullara göre anlamı her neyse, buradaki etki alanını yüzde 50 – yüzde 50 paylaşmak üzere anlaşmışlardı. Yugoslav partizanlarının lideri Tito, Stalin’in monarşiyi diriltmek yolundaki önerisini kabul etmedi; ülkesindeki halk desteğine güvenen Yugoslav lideri önce kapitalizmle sonra da Stalin’le yollarını ayırdı. 1950’ler Avrupa’da soğuk savaş yıllarıydı, ama hiç değilse sıcak savaş sona ermişti. Gerek ABD’de, gerekse Sovyetler’de insan ruhunu cendereye almak isteyen baskıcılar iş başındaydı. W ashington’da McCarthy ve Moskova’da Jdanov etrafa dehşet saçtılar. Ama savaş çıkmadı. Biz Asya’dakiler, o kadar şanslı değildik. Sıcak savaş salgını kıt’amızm şeklini değiştirmişti. O sıralar Moskova’nın bilinçli ve gönüllü maşası kabul edilen Çinliler’in başarısından ötürü biz cezalandırılıyorduk. Asya’daki devrimin ilerlemesi durdurulmalı ve askeri yenilgiye uğratılmalıydı. Kore ve Hindiçin’deki savaşlar küresel uzlaşmazlığın merkezi oldu. ABD devlet bakanı Dean Acheson, Çin Devrim i’yle başlayan kızıl zaferlerin ‘Avrupa’nın savunm asını tehlikeye sokabileceğini’ söylüyordu.
Tarık Ali – Sokak Savaşı Yılları
PDF Kitap İndir |