Tess Gerritsen – Rizzoli & Isle Serisi 1 – Cerrah

Nasıl bulacaklarını biliyorum. Kadının cesediyle sonuçlanacak olaylar dizisini bütün ayrıntılarıyla kafamda canlandırabiliyorum. Saat dokuz olduğunda, Kendall ve Lord Turizm Acentesi’ndeki kibirli hanımlar masalarının başına oturacak, manikürlü zarif parmaklarıyla bilgisayar klavyelerinde dolaşacaklar, Bayan Smith için bir Akdeniz gezisi, Bay Jones için de Klosters’ta bir kayak tatili için yer ayırtacaklar. Bay ve Bayan Brown için bu yıl farklı bir şey, egzotik bir şey; belki Chiang Mai ya da Madagaskar, ama öyle fazla yorucu değil; yok hayır, macera her şeyden önce konforlu olmalı. Zaten Kendall ve Lord’un sloganı da “Konforlu maceralar” değil mi? Telefonların sık çaldığı, oldukça meşgul bir turizm acentesi. Hanımların Diana’nın masasında olmadığını fark etmeleri çok uzun sürmeyecektir. İçlerinden biri Diana’nın Back Bay’deki evine telefon edecek, ama uzun uzun çalan telefon cevapsız kalacaktır. Diana duşta olduğu için telefonun çaldığını duymamış olamaz mı? Ya da belki işe gelmek için evden çıktı, ama gecikti? Telefon edenin kafasından her biri tümüyle iyimser birçok olasılık geçecektir. Ne var ki saatler geçip telefonlar cevapsız kaldıkça, kuşkusuz akla daha başka, daha rahatsız edici ihtimaller üşüşecektir. Apartman yöneticisi Diana’nın iş arkadaşının genç kadının evine girmesine izin verecektir sanırım. Onu bir taraftan asabice anahtarlarıyla oynarken, diğer yandan da, “Arkadaşısınız, değil mi? Kızmayacağından emin misiniz? Sizi eve aldığımı ona söylemek zorundayım da,” derken düşünebiliyorum. Birlikte daireye girecekler, iş arkadaşı da, “Diana? Burada mısın?” diye seslenecektir. İşe holden başlayıp, zarif çerçeveler içine yerleştirilmiş ülkeleri tanıtan posterlerin önünden geçecekler, apartman yöneticisi Diana’nın iş arkadaşının hemen arkasında, genç kadının bir şey yürütüp yürütmediğini kontrol edecek. Adam sonra kapının eşiğinden, yatak odasına doğru bir bakacak. Diana Sterling’i gördüğünde, birden hırsızlık kadar önemsiz bir konuyla ilgilenmemeye başlayacak.


Tek istediği, kusmadan bu daireden dışarı çıkmaktır artık. Polis geldiğinde orada olmak isterdim, ama aptal değilim. Yakından geçen her arabayı, sokakta toplanan kalabalığın içinde göze batan herkesi inceleyeceklerini biliyorum. İçimdeki buraya dönme arzusunun ne denli güçlü olduğunun farkındalar. Şimdi Starbucks’ta oturmuş, pencerelerin dışındaki günün aydınlanışını izlerken bile, o odanın beni geri çağırdığını duyabiliyorum. Oysa ben gemimin direğine sıkıca bağlanmış, Sirenlerin şarkılarını bekleyen Odisseus gibiyim. Kendimi kayalara fırlatmayacağım. O hatayı işlemeyeceğim. Tam tersine, dışarıda Boston kenti uyanırken, burada oturup kahvemi yudumlayacağım. Fincanıma üç kaşık dolusu şeker koyup karıştırıyorum; kahvemi şekerli severim ben. Her şeyin böyle olmasını istiyorum. Yani kusursuz. Uzaklarda bir yerden bir polis sireni duyuluyor. Kendimi halatlara asılan Odisseus gibi hissediyorum. Oysa halatlar sağlam.

Bugün cesedini bulacaklar. Bugün, geri döndüğümüzü anlayacaklar. 1 Bir yıl sonra… Dedektif Thomas Moore lateks kokusundan hoşlanmıyordu, şimdi de pudra saçarak eline lateks eldivenleri geçirirken, midesinde bir bulantı duydu. Koku, mesleğinin en tatsız yanlarından biriyle bağlantılıydı ve Pavlov’un ağzından salyalar akan koşullanmış köpeklerinden biri gibi, lateks eldivenleri olmazsa olmaz kan ve vücut sıvılarıyla özdeşleştiriyordu. Ve otopsi odasının dışında dururken, yine aynı ilişkiyi kurdu. Sıcaktan doğruca buraya geldiğinden, derisinin üzerindeki ter damlalarının donduruculuğunu hissetmeye başlamıştı bile. Temmuzun 12’siydi, puslu ve nemli bir Boston cuması. Tüm Boston kentinde klimalar sarsılıp su damlatıyor, sinirler geriliyordu. Kuzeye, Maine’in serin ormanlarına kaçmaya çalışan otomobiller Tobin Köprüsü’nde daha şimdiden kuyruk oluşturmuş olmalıydı. Oysa Moore o köprüdekilerden biri olamayacaktı. Karşılaşmak istemeyeceği tüyler ürpertici bir manzara için tatilinden çağırılmıştı. Morgun çamaşır arabasından çekip çıkardığı ameliyathane önlüğünü üzerine geçirmişti bile. Şimdi de saç tellerinin yere düşmesini engelleyecek kâğıt başlığı kafasına takıp, morg masasından yere neler akabileceğini görmüş biri olarak, ayakkabılarının üzerine de kâğıt çizmeler geçiriyordu. Kan, doku parçaları. Düzenli biri sayılmazdı, yine de ayakkabılarıyla eve otopsi izleri götürme niyetinde değildi.

Kapının dışında birkaç saniyeliğine duraklayıp derin bir soluk aldı. Sonra kaderine razı olarak, kapıyı itip odaya girdi. Masada, üzeri çarşafla örtülmüş ve şeklinden bir kadına ait olduğu anlaşılan bir ceset yatıyordu. Moore kurbanın üzerinde fazla yoğunlaşmamaya dikkat edip, onun yerine odadaki canlılarla ilgilenmeyi yeğledi. Adli Tıp uzmanı Dr. Ashford Tierney ile bir morg görevlisi gerekli aletleri bir tepsinin üzerine yerleştirmekle meşguldü. Otopsi masasının öbür tarafında, Boston Cinayet Masası’ndan Jane Rizzoli duruyordu. Otuz üç yaşındaki Rizzoli çenesi köşeli, ufak tefek bir kadındı. Tarağa gelmez bukleleri kâğıt ameliyat başlığının altına sıkıştırdığından, yüz hatlarını yumuşatacak siyah saçların yokluğunda, araştırıcı ve delici bakışlarının hâkim olduğu yüzü sadece keskin açılarla yontulmuş gibi duruyordu. Cinayet Masası’na altı ay önce, Ahlak ve Uyuşturucu Bölümü’nden geçmişti. Cinayet Masası’ndaki tek kadın dedektif oydu ve daha şimdiden Rizzoli ile başka bir dedektif arasında sorunlar baş göstermiş, cinsel taciz suçlamaları, bitmek tükenmek bilmeyen karşı ithamlar havada uçuşmaya başlamıştı. Moore ne kendinin Rizzoli’den ne de kadının ondan hoşlandığından emindi. Şimdiye kadar ilişkilerini sadece iş çerçevesinde tutmuşlardı ve Moore Rizzoli’nin tercihinin de böyle olduğu kanısındaydı. Rizzoli’nin hemen yanında ekip arkadaşı Barry Frost, hep neşeli görünen, aydınlık ve sakalsız yüzü nedeniyle otuzunda bile göstermeyen sevimli polis memuru vardı. Frost hiç yakınmadan iki aydır Rizzoli’yle beraber çalışıyor; bütün bölümde kadının huysuzluğuna tahammül edebilecek tek erkek gibi görünüyordu.

“Ne zaman görüneceğini merak etmeye başlamıştık,” dedi Rizzoli, Moore masaya yaklaşırken. “Çağrı cihazımı çaldırdığında, Maine Otoyolu’ndaydım.” “Burada saat beşten beri bekliyoruz.” “Tam iç organlarını incelemeye başlamak üzereydim,” dedi Dr. Tierney. “Onun için, Dedektif Moore tam zamanında geldi diyebilirim.” Bir erkeğin imdadına koşan başka bir erkek. Dolap kapağını hızla çarptı, çıkan gürültü tüm odaya yayıldı. Sinirlendiğini gösterdiği ender durumlardan biriydi bu. Dr. Tierney doğuştan Georgia’lı olarak, hanımların bir hanımefendi gibi davranmaları gerektiğine inanan bir centilmendi. Huysuz Rizzoli’yle birlikte çalışmaktan keyif aldığı söylenemezdi. Morg görevlisi üstü alet tepsileriyle dolu arabayı masanın yanına itti, gözleri Moore’unkilerle karşılaştığında bakışlarında, “Bu kancığın söylediklerine inanabilir misin?” gibi bir ifade vardı. “Balıklar için üzüldüm,” dedi Tierney Moore’a. “Tatilin sona ermiş görünüyor.

” “Yine bizim çocuk olduğundan emin misin?” Tierney cevap vermek yerine çarşafa uzanıp çekti, altındaki cesedi gözler önüne serdi: “Adı Elena Ortiz.” Moore kendini buna hazırlamış olmasına rağmen, kurbanın ilk görüntüsü karşısında vücuduna bir darbe yemiş gibi etkilendi. Kadının kandan kaskatı kesilmiş siyah saçları, mavi damarlı bir mermeri andıran yüzüne kirpi dikenleri gibi yapışmıştı. Dudakları, sanki bir kelimenin ortasında donup kalmış gibi aralıktı. Kan vücuttan çoktan boşaldığından, açık yaraları cildinin gri dokusu üzerinde mor gedikler gibi sırıtıyordu. Görünürde iki yarası vardı. Birincisi boğazım boydan boya yarıp sol kulağının altına kadar uzanan, sol şahdamarını doğrayıp, gırtlak dokusunu açığa çıkaran kesikti. Öldürücü darbe, ikincisi, kanunin alt tarafındaydı. Bu darbe öldürmek için vurulmamış, yara bambaşka bir amaç için açılmıştı. “Beni tatilden neden çağırdığınızı şimdi anlıyorum,” dedi Moore güçlükle yutkunarak. “Bu soruşturmayı ben yönetiyorum,” dedi Rizzoli. Kadının açıklamasındaki uyarı tonunu fark etti Moore. Bu uyarının neden kaynaklandığını, kadın polislerin sürekli olarak karşılaştıkları alay ve kuşkuların onları nasıl hemen savunmaya ittiğini anlıyordu. Aslında, kadına meydan okumaya hiç mi hiç niyeti yoktu. Bu işte birlikte çalışmaları gerekecekti ve kimin diğerini yöneteceğini tartışmak için henüz çok erkendi.

“Bana diğer ayrıntıları anlatabilir misin?” dedi saygılı bir ton tutturmaya dikkat ederek. “Kurban bu sabah saat dokuzda, South End, Worcester Sokağı’ndaki dairesinde bulundu,” dedi Rizzoli başını huysuzca sallayarak. “Evinden birkaç blok ötedeki Celebration Çiçekçisi’ndeki işine genellikle altıda gidermiş. Annesi ve babasına ait bir aile işletmesi. Sabah görünmeyince, annesi ile babası endişelenmiş. Abisi bakmaya gitmiş. Kardeşini yatak odasında bulmuş. Dr. Tierney ölümün geceyarısı ile bu sabah dört arasında bir saatte gerçekleştiğini tahmin ediyor. Ailesinin anlattığına göre, şu anda bir erkek arkadaşı yok ve apartmandaki komşularından hiçbiri bir erkek ziyaretçi görmemiş. Kız çalışkan bir Katolikmiş.” “Bileklerinden bağlanmış,” dedi Moore kurbanın bileklerine bakarak. “Evet. El ve ayak bilekleri koli bandıyla bağlanmış. Bulunduğunda çıplaktı.

Üzerinde sadece birkaç parça mücevher vardı.” “Ne mücevheri?” “Bir gerdanlık. Bir yüzük. Küpe. Odadaki mücevher kutusuna dokunulmamış. Cinayet nedeni hırsızlık değil.” Moore kurbanın kalçalarını enlemesine kaplayan şerit halindeki çürüğe baktı. “Kalçasından da bağlanmış.” “Belinde ve kalçasının üst kısmında da koli bandı vardı. Bir de ağzında.” Moore soluğunu boşalttı. “Tanrım.” Moore, Elena Ortiz’e bakarken yeni bir genç kadın gördüğünü hissetti. Bir ceset daha, boynunda ve karnında et kırmızısı yarıklar olan bir sarışın. “Diana Sterling,” diye mırıldandı.

“Sterling’in otopsi raporunu çıkardım bile,” dedi Tierney. “Belki bir göz atmak istersin diye düşündüm.” Oysa Moore göz atmak falan istemiyordu, bizzat yönettiği Sterling dosyası aklından hiç çıkmamıştı. Bir yıl önce, Kendall ve Lord Turizm Acentesi çalışanlarından otuz yaşındaki Diana Sterling, çırılçıplak ve koli bandıyla yatağına bağlanmış olarak bulunmuştu. Boğazı ve karnının altı yarılmıştı. Cinayet faili bulunamamıştı. Dr. Tierney inceleme lambasını Elena Ortiz’in üzerine çevirdi. Kan daha önce temizlendiğinden, kesiğin kenarları soluk pembe görünüyordu. “Bir iz ya da ipucu?” diye sordu Moore. “Kanı yıkamadan önce birkaç lif topladık. Yaranın kenarına yapışmış bir de saç teli bulduk.” “Kurbanın saçı mı?” diye sordu Moore ani bir merakla başını kaldırarak. “Çok daha kısa. Açık kahverengi.

” Elena Ortiz’in saçları siyahtı. “Cesetle teması olan herkesten saç örneği istedik bile,” dedi Rizzoli. Tierney dikkatini yaraya çevirdi. “Burada gördüğümüz, çapraz bir kesik. Cerrahlar buna Maylard kesiği derler. Katın duvarı tabaka tabaka kesilmiş. Önce deri, ardından üst tabaka, sonra adale, en sonunda da pelvis peritoneumu.” “Tıpkı Sterling gibi,” dedi Moore. “Evet. Sterling gibi. Ama bazı farklılıklar var.” “Ne farklılığı?” “Diana Sterling’in kesiğinde tereddüdü ya da kararsızlığı işaret eden kaymalar vardı. Burada bunları göremiyoruz. Derinin ne kadar temiz yarıldığını fark ettiniz mi? Hiç pürüz yok. Bunu kesin bir güvenle gerçekleştirmiş.

” Tierney ile Moore birbirine baktı. “Bizimki öğreniyor. Tekniğini geliştirmiş.” “Eğer hâlâ aynı meçhul katilse,” dedi Rizzoli. “Başka benzerlikler de var. Yaranın sonundaki köşeli bölümü görüyor musunuz? Bu, kesiğin sağdan sola gittiğini gösteriyor. Sterling’deki gibi. Bu yarada kullanılan bıçak tek yüzlü, yırtıksız. Sterling üzerinde kullanılan bıçak gibi.” “Neşter mi?” “Neştere benziyor. Kesiğin düzgünlüğü bana bıçağın bükülmediğini söylüyor. Kurban ya kendinde değildi ya da hareket etmemesi, debelenmemesi için sıkıca bağlanmıştı. Bıçağın çizgisinden çıkmasına neden olamayacak durumda.” “Öff, Tanrım,” dedi Barry Frost, kusacağa benziyordu. “Lütfen bunlar yapıldığında kadıncağızın ölü olduğunu söyleyin bana.

” “Korkarım bu ölüm sonrası yapılan bir kesik değil.” Tierney’nin yüzündeki ameliyat maskesinin üzerinden sadece yeşil gözleri görünüyordu ve o gözler öfkeyle doluydu. “Ölüm öncesi kanama olmuş mu?” diye sordu Moore. “Karın boşluğunda kan birikmiş. Bu da yüreğinin pompalamayı sürdürdüğü anlamına geliyor. Bu… İşler yapıldığında hâlâ hayattaymış.” Moore morlukların çevrelediği bileklere baktı. Ayak bileklerinin etrafında da benzer çürükler, kadının kalçalarında da petechiae iğne ucu boyutunda cilt kanamaları görülüyordu. Elena Ortiz bağlarından kurtulmak için debelenmiş olmalıydı. “Kesilme sırasında hayatta olduğunu kanıtlayan başka belirtiler de var,” dedi Tierney. “Ellerini yaranın içine sok Thomas. Sanırım ne bulacağını biliyorsun.” Moore eldivenli elini isteksizce yaranın içine soktu. Soğutucuda geçirdiği birkaç saatten sonra, dokular soğuktu. Birden elini bir hindinin göğsüne sokup, hayvanın iç organlarını aranırken hissettiklerini hatırladı.

Elini bileğine kadar sokarken, parmakları yaranın hemen kenarlarını yokladı. Bir kadın bedeninin bu en özel bölümlerini yoklamak, mahremiyete tecavüz gibi bir şeydi. Elena Ortiz’in yüzüne bakmaktan kaçındı. Kurbanın yüzüne bakmamak, cesedini pek etkilenmeden seyretmenin, kadının vücuduna uygulanan hunharca yöntemlere yoğunlaşabilmenin tek yoluydu. “Rahim yok.” Moore Tierney’nin yüzüne baktı. Adli Tıp uzmanı başını sallayarak onayladı. “Alınmış.” Moore elini cesedin içinden çekti ve açık bir ağız gibi duran yaraya baktı. Şimdi de Rizzoli eldivenli ellerini yaranın içine sokmuş, küt parmaklarını gererek karın boşluğunu yokluyordu. “Başka bir şey alınmamış mı?” diye sordu. “Sadece rahim,” dedi Tierney. “Mesaneye ve bağırsaklara dokunmamış.” “Burada dokunduğum şey ne? Sol tarafta, küçük düğüm gibi sert şey?” diye sordu Rizzoli. “Dikişler.

Kan damarlarını kapatmak istemiş.” Rizzoli şaşkınlıkla bakışlarını kaldırdı. “Bu bir cerrah düğümü mü?” “İki sıfırlık düz katgüt,” dedi Moore, onay için Tierney’ye bakarak. Tierney başını salladı. “Diana Sterling’de rastladığımız dikişin benzeri.” “İki sıfırlık katgüt mü?” diye ölgün bir sesle sordu Frost. Masanın başından çekilmiş, şimdi artık gerektiğinde lavaboya koşmaya hazır, odanın bir köşesinde duruyordu. “Bu bir… Marka falan mı?” “Marka değil,” dedi Tierney. “Katgüt inek ya da koyun bağırsağından yapılan bir çeşit ameliyat ipliğidir.” “Öyleyse, neden katgüt demişler?” diye sordu Rizzoli. “Kökeni Ortaçağ’a, bağırsaktan yapılma tellerin müzik aletlerinde kullanıldığı dönemlere kadar uzanır. Müzisyenler aletlerine kıt der, kullandıkları telleri de kitgut olarak adlandırırlardı. Bu kelime daha sonraki dönemlerde katgüt olarak değişti. Cerrahlıkta bu gibi iplikler iki doku tabakasını birbirine tutturmak için kullanılır. Vücut sonunda ipliği bileşenlerine ayırıp yok eder.

” “Peki bu adam bu katgütü nereden bulmuş?” Rizzoli Moore’a baktı. “Sterling üzerinde çalışırken, kaynağına ulaşabildin mi?” “Kesin bir kaynak belirlemek neredeyse imkânsız,” dedi Moore. “Katgüt hepsi Asya’da bulunan on, on iki farklı şirket tarafından üretiliyor. Ve birçok yabancı hastanede hâlâ kullanılıyor.” “Sadece yabancı hastanelerde mi?” “Artık daha iyi seçenekler var,” dedi Tierney. “Katgüt yapay ipliklerin gücüne ve dayanıklılığına sahip değil. Amerikan cerrahları arasında hâlâ katgüt kullanan olduğundan kuşkuluyum.” “Peki, bizim adam neden dikiş atma gereğini duymuş ki?” “Görüş alanını koruyabilmek amacıyla. Kanamayı olabildiğince yavaşlatarak ne yaptığını görebilmek için. Son derece düzenli biri.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir