Peşimde. Bunu hissedebiliyorum. Havada kokusunu alıyorum; sıcak kumların ve iştah açıcı baharatların ve güneşin altında çalışan onlarca erkeğin ter kokusu kadar bildik bir koku bu. Bunlar Mısır’ın batı çöllerinin kokulan ve o ülke, benim şimdi yattığım karanlık odaya göre neredeyse dünyanın diğer ucunda olmasına rağmen bu kokular benim için hâlâ canlılığını koruyor. O çölde dolaştığım günlerin üzerinden on beş yıl geçti, ancak gözlerimi kapattığım zaman, bir anda kendimi yine orada, çadır kampının hemen kıyısında, Libya sınırına ve günbatımına bakarken buluyorum. Rüzgâr vadiyi yalayıp geçerken bir kadın gibi inliyor. Toprağın üzerine inen kazmaların ve toprağı kazıyan küreklerin seslerini hâlâ duyabiliyor, kazı alanına karıncalar gibi telaşla doluşan, toprak dolu küfelerini sürükleyen Mısırlı kazıcıları gözümde canlandırabiliyorum. On beş yıl önce, o çölde kendimi sanki başka birinin macerasını anlatan bir filmde oynayan bir aktris gibi hissederdim. Benim maceram değildi bu, başka birininkiydi. Hiç şüphe yok ki, Kaliforniya’dan gelen Indio’lu sessiz sakin bir kızın yaşayacağım asla tahmin etmeyeceği bir maceraydı bu. Geçen bir arabanın ışıkları, kapalı gözkapaklarımı deliyor. Gözlerimi açtığımda Mısır yok oluyor. Artık çölde durmuş, günbatımının morumsu renklere buladığı gökyüzüne bakmıyorum. Dünyanın diğer ucunda, San Diego’daki karanlık yatak odamda yatmaktayım yine. Yataktan kalkıp dışarı bakmak için yalınayak pencerenin kenarına yürüyorum. Burası, Amerikan rüyasının mini köşkler ve üç arabalık garajlar anlamına gelmesinden önce, 1950’li yıllarda benzer planlarda inşa edilmiş pek çok evin bir arada yer al12 dığı yorgun bir mahalle. Bu mütevazı ancak sağlam evlerde bir dürüstlük var, etkilemekten çok barınak olsun diye inşa edilmişler; ben de kendimi kimliği meçhul biri gibi hissediyorum burada. Dik kafalı bir ergen kızı büyütmek için didinen bekâr annelerden biri gibi. Perdelerin arasından sokağa baktığımda, yaklaşık yarım blok kadar ötede yavaşlayan koyu renk bir araba görüyorum. Araba kaldırımın kenarına yanaşıyor ve farları sönüyor. Sürücünün araçtan inmesini bekleyerek izlemeye devam ediyorum, ancak arabadan kimse inmiyor. Şoför uzun bir süre orada oturmaya devam ediyor. Belki de radyo dinliyordur ya da karısıyla kavga etmiştir de onunla yüzleşmeye korkuyordur. İnsanı tedirgin etmeyecek sayısız açıklama üretebilecek olmama rağmen tüylerim diken diken oluyor. Bir süre sonra farları yeniden yanıyor ve araba kaldırımın kenarından ayrılıp yolda ilerlemeye başlıyor. Köşenin ardında kaybolmasından sonra bile, terden ıslanmış ellerimle perdeleri tutmaya devam ediyorum. Yatağa dönüp çarşafların üzerinde terleyerek yatıyorum, ama uyumam mümkün değil. Sıcak bir temmuz gecesi olmasına rağmen yatak odamın pencerelerini kapalı tutuyor ve kızım Tari’nin de kendi odasının pencerelerini kapalı tutmasında ısrar ediyorum. Ama Tari beni her zaman dinlemiyor. Her geçen gün beni daha az dinliyor. Gözlerimi kapatıyorum ve her zaman olduğu gibi Mısır görüntüleri geri geliyor. Düşüncelerim her zaman Mısır’a dönüyor. Mısır topraklarına adım atmadan önce bile Mısır’la ilgili hayaller kurardım. Altı yaşındayken National Geographic’in kapağında Krallar Vadisi’nin bir fotoğrafını görmüş ve sanki neredeyse unutmak üzere olduğum, bildik ve çok sevilen bir yüze bakmışım gibi hemen tanıyıverdiğimi hissetmiştim. İşte o toprakların benim için anlamı buydu, bir kez daha görmek için özlem duyduğum, sevilen bir yüz. Ve yıllar boyunca, Mısır’a dönmek için gereken temelleri attım. Çalıştım ve çaba gösterdim. Aldığım bir burs beni Stanford Üniversitesi’ne gönderdi; orada da bir profesör, Mısır’ın batı çöllerinde yapılacak kazıdaki yazlık bir iş için beni önerdi. Üniversite eğitimimin son yılında, haziran ayında, Kahire’ye giden bir uçağa biniyordum. Beyaz-sıcak kumlardan yansıyan güneş ışınlarının gözlerimi nasıl sızlattığını Kaliforniya’daki yatak odamın karanlığında bile 13 hatırlıyorum. Tenimdeki güneş yağının kokusunu alıyor, rüzgârın havalandırdığı iri kumların yüzüme çarpmasını hatırlıyorum. Bu anılar beni mutlu ediyor. Elimde bir mala ve sırtımda güneş… Bir genç kızın hayallerinin doruk noktası… Hayaller nasıl da çabucak kâbuslara dönüşüyor. Uçağa mutlu bir üniversite öğrencisi olarak binmiştim. Üç ay sonra değişmiş bir kadın olarak evime döndüm. Çölden dönerken tek başıma değildim. Peşimden gelen bir canavar vardı. Karanlık odada gözkapaklarım aniden açılıyor. Bir ayak sesi miydi o? Açılan bir kapının gıcırtısı mıydı duyduğum? Nemli çarşafların üzerinde yatıyorum, kalbim göğsümde küt küt atıyor. Yataktan çıkmaya da korkuyorum, çıkmamaya da. Bu evde yolunda olmayan bir şeyler var. Yıllarca saklandıktan sonra, kafamdaki uyarı fısıltılarını göz ardı etmemeyi öğrendim artık. Bu telaşlı fısıltılar hayatta olmamın yegâne nedeni. Her tuhaflığı, her ürpertiyi dikkate almayı öğrendim. Oturduğum sokaktan geçen ve tanıdık olmayan arabaları fark ediyorum. Birlikte çalıştığım insanlar beni soran birilerinden bahsetse hemen dikkat kesiliyorum. Kaçış planlarımı, ihtiyacım olmadan çok önce ayrıntılı bir şekilde hazırlıyorum. Bir sonraki hamlem çoktan planlanmış durumda. Kızımla birlikte, iki saat içerisinde yeni kimliklerimizle sının geçip Meksika’ya ulaşmış olabiliriz. Yeni isimlere göre hazırlanmış pasaportlarımız çantama yerleştirildi bile. Şimdiye kadar çoktan gitmiş olmalıydık. Bu kadar beklememeliydik. Ama on dört yaşındaki bir kızı arkadaşlarını bırakıp uzak bir yere taşınmaya nasıl ikna edebilirsiniz ki? Sorun Tari; içinde bulunduğumuz tehlikeyi anlamıyor. Komodinin çekmecesini açıyor, tabancayı çıkarıyorum. Yasal kaydı yok, üstelik kızımla aynı çatı altında bir tabanca bulundurmak beni tedirgin ediyor. Ama atış poligonunda geçirdiğim altı haftanın ardından silahı nasıl kullanacağımı biliyorum. Odamdan çıkıp koridorda yürür ve kızımın odasının önünden geçerken çıplak ayaklarım hiç ses çıkarmıyor. Daha önce bin kez yaptığım gibi, evi yine karanlıkta teftiş ediyorum. Her av gibi, kendimi en çok karanlık yerlerde güvende hissediyorum. Mutfakta, pencereleri ve kapıyı kontrol ediyorum. Oturma odasında da aynını yapıyorum. Her şey güvenli görünüyor. Tekrar yukarıdaki koridora çıkıp kızımın yatak odasının önünde du14 ruyorum. Tari mahremiyetine aşırı düşkünleşti, ancak kapıda kilit yok, kapıya kilit takılmasına da asla izin vermeyeceğim. Güvende olduğunu teyit edebilmek için gerektiğinde içeri bakabilmem lazım. Açtığım zaman kapı yüksek perdeden gıcırdıyor, ancak bu ses onu uyandırmayacak. Çoğu ergende olduğu gibi, Tari’nin uykusu da neredeyse koma haline yakın bir şey. Dikkatimi çeken ilk şey odadaki esinti oluyor ve iç geçiriyorum. Bir kez daha Tari söylediklerime aldırmamış ve daha önce de pek çok kez yaptığı gibi penceresini sonuna kadar açık bırakmış. Kızımın odasına silah getirmek kutsal şeylere yapılmış bir saygısızlık gibi geliyor bana, ama o pencereyi kapatmam lazım. Odaya giriyor, yatağın yanında durarak uyuyan kızımı izliyor, düzenli soluklarına kulak veriyorum. Onu ilk kez doktorun kollarında, yüzü kıpkırmızı, ağlarken gördüğümü hatırlıyorum. Bense on sekiz saat boyunca doğum sancıları çekmiştim ve öylesine yorgundum ki, başımı yastıktan güçbela kaldırabiliyordum. Ama bebeğimi bir kez gördükten sonra, onu korumak için yataktan kalkıp bir lejyonla savaşabilirdim. İşte o an kızımın isminin ne olacağına karar vermiştim. Ebu Simbel’deki büyük tapınağın duvarlarına kazınmış kelimeler gelmişti aklıma, karısına duyduğu aşkı ilan etmek için Büyük Ramses’in seçtiği o kelimeler: NEFERTARİ, GÜNEŞİN PARLADIĞI KADIN Kızım Nefertari, Mısır’dan dönerken yanımda getirdiğim yegâne hazineydi. Ve onu kaybetmekten çok korkuyordum. Tari bana çok benziyor. Sanki yatakta uyuyan kendimi seyrediyor gibiyim. On yaşına geldiğinde, hiyeroglifleri okuyabiliyordu. On ikisinde, Ptolemaios’a varıncaya dek bütün Mısır sülalelerini sayabiliyordu. Hafta sonlarını İnsanlık Tarihi Müzesi’nin koridorlarında geçiriyor. Her açıdan benim kopyam; yüzünde ya da sesinde, hepsinden de önemlisi ruhunda babasından hiç iz yok. O benim kızım, sadece benim kızım ve babası olan o kötülük tarafından lekelenmiş değil. Ama aynı zamanda on dört yaşında sıradan bir kız çocuğu. Son haftalarda ben her gece bir canavarın ayak seslerini işitebilmek için tetikte yatarken ve karanlık gitgide etrafımızı sarmalarken, onun on dört yaşında sıradan bir kız çocuğu oluşu aramızdaki gerilimin kaynağı haline geldi. Kızım tehlikeden habersiz, çünkü gerçekleri ona anlatmadım. Onun güçlü ve korkusuz olmasını, 15 gölgelerden korkmayan bir kadın savaşçı olarak büyümesini istiyorum. Gecenin bir yarısında neden evi dolandığımı, pencereleri sürgülediğimi ve kapılan ikişer kez kontrol ettiğimi anlamıyor. Kızım benim kötümser biri olduğumu düşünüyor ve haklı da: Her şeyin yolunda olduğu yanılsamasını korumak için, ikimizin yerine de ben endişeleniyorum. Tari buna inanıyor. San Diego’yu seviyor ve liseye başlayacağı günü dört gözle bekliyor. Burada kendine yeni arkadaşlar edinmeyi başardı. Bir ergen ile arkadaşlarının arasına girmeye çalışan ebeveynlerin Tanrı yardımcısı olsun! Tari de benim gibi inatçı bir kişiliğe sahip. Onun itirazları olmasa, bu şehri haftalar önce terk etmiş olurduk. Terden ıslanmış bedenimi ürperten bir esinti geliyor pencereden. Tabancayı komodinin üzerine bırakıp camı kapatmak için pencereye doğru yürüyorum. Serin havayı ciğerlerime doldurarak bir an oyalanıyorum. Bir sivrisineğin vızıltısı hariç, dışarıya gecenin sessizliği çökmüş. Yanağıma bir iğne batıyor. Bu sivrisinek ısırığının önemi, pencereyi kapatmak için sürgüye uzandığım ana kadar dank etmiyor kafama. Omurgamdan yükselen paniğin buz gibi nefesini hissediyorum. Pencerenin önünde tel yok. Pencerenin teli nereye gitti? İşte o kötü niyetli varlığı da ancak o zaman hissediyorum. Ben orada öylece durup sevgiyle kızımı izlerken, o da beni izliyordu. Her zaman izliyordu zaten; beni izliyor, bir yandan da sabırla zamanının, ortaya çıkma fırsatının gelmesini bekliyordu. Artık bizi buldu. Dönüyor ve kötülükle yüzleşiyorum. 2 16 Doktor Maura Isles kalsa mı, yoksa çekip gitse mi karar veremiyordu. Pilgrim Hastanesi otoparkının karanlık köşelerinde, projektör ışıklan ile televizyon kameralarının aydınlattığı bölgenin epeyce gerisinde oyalandı. Kendisini görmelerini istemiyordu ve şüphesiz yerel muhabirlerin çoğu, soluk yüzü ve kısacık kesilmiş siyah saçlarıyla Ölülerin Kraliçesi unvanını kazanmış bu çarpıcı kadını tanıyacaktı. Ancak henüz hiç kimse Maura’nın geldiğini fark etmemiş ve tek bir kamera bile onun olduğu tarafa dönmemişti. Maura’ya dönmek yerine, onlarca muhabir bütün dikkatlerini ünlü yolcusunu bırakmak için hastanenin ana girişine yanaşan minibüse yöneltmişti. Minibüsün arka kapıları iki yana savrularak açıldı ve ünlü hasta yavaşça minibüsten indirilip hastane sedyelerinden birine yerleştirilirken, fotoğraf makinelerinin flaşları geceyi şimşek misali yırttı. Şöhrete yeni kavuşan bu hasta, herhangi bir adli tıp uzmanının ününü gölgede bırakacak bir medya yıldızıydı. Ilık bir pazar akşamında çılgın hayran gruplarını ve muhabirleri hastane önünde toplayan sebepten biraz farklıydı Maura’nın burada bulunma nedeni. Herkes bir anlığına da olsa Bayan X’i görebilme telaşındaydı. Maura daha önce de pek çok kez muhabirlerin karşısına çıkmıştı, ancak kalabalığın kuduruk açlığı onu teyakkuzda olmaya itiyordu. Görüş sahalarına yeni bir av girecek olursa, ilgilerinin bir anda dönebileceğinin farkındaydı ve Maura bu gece kendisini duygusal açıdan yıpranmış, kırılgan ve savunmasız hissediyordu. Arkasına dönmeyi, tekrar arabasına binmeyi ve bu itiş kakıştan uzaklaşmayı düşündü. Ancak sessiz bir ev ve Daniel Brophy’nin gelmediği bir akşamda ona arkadaşlık edecek belki de fazladan birkaç kadeh şa17 rap haricinde onu bekleyen bir şey yoktu. Son zamanlarda bu tür geceleri fazlasıyla sık tecrübe etmişti Maura, ancak Daniel’a âşık olurken kabullendiği bir anlaşmaydı bu. Kalpler, sonuçlarını pek fazla değerlendirmeden seçimlerini yapar. Seçimini yaptıktan sonra da kendisini bekleyen yalnız geceleri düşünmez. Bayan X’i taşıyan sedye hastaneye girince muhabir sürüsü de onun peşinden gitti. Dışarıdaki otoparkta bir başına kalan Maura, hastane girişinin cam kapılan ardında parlak ışıklar ve heyecanlı yüzler görüyordu. Kalabalığın peşi sıra o da hastaneye doğru yürümeye koyuldu. Sedye lobi boyunca ilerleyerek şaşkın şaşkın bakan ziyaretçilerin ve görüntü almak için cep telefonlarının kameralarıyla heyecan içinde bekleyen hastane personelinin yanından geçti. Sedye ve ardındaki geçit alayı koridora dönüp radyoloji servisine doğru ilerlemeye devam etti. Ancak içerideki kapıdan sadece sedyenin geçmesine izin verildi. Takım elbiseli ve kravatlı bir hastane görevlisi duruma müdahale ederek muhabirlerin daha fazla ilerlemesine mâni oldu. “Üzgünüm, bu noktadan daha ileri gidemezsiniz” dedi adam. “Hepinizin bunu görmek istediğini biliyorum, ancak oda çok küçük.” Memnuniyetsizlik homurtulannı bastırmak için ellerini kaldırdı. “Ben Phil Lord. Pilgrim Hastanesi’nde halkla ilişkiler görevlisiyim. Bu çalışmanın bir parçası olmak bizleri fazlasıyla heyecanlandınyor, çünkü Bayan X gibi bir hasta, karşımıza ancak iki bin yılda bir falan çıkıyor.” Beklenen gülüşmeler karşısında tebessüm etti. “BT, yani bilgisayarlı tomografi çok uzun sürmez. Beklemeyi göze alırsanız, tomografi biter bitmez arkeologlarımızdan biri gelip sonuçları size açıklayacaktır.” Fark edilmemeyi umarak bir köşeye çekilmiş gibi duran, kırklı yaşlarda, solgun görünümlü bir adama doğru döndü. “Doktor Robinson, başlamadan önce bir şey söylemek ister misiniz?” Bu gözlüklü adamın yapmayı istediği en son şey, şüphesiz bu topluluğa bir şeyler söylemekti, ancak düşen gözlüğünü bir gagayı andıran burnunun üzerine iterken cesurca bir nefes aldı ve öne çıktı. Bu arkeolog Indiana Jones’a hiç benzemiyordu. Gerilere çekilmiş saç çizgisi ve çalışkan bir öğrencinin kısık bakışlarıyla, daha çok kameraların istenmeyen ilgisine maruz kalmış bir muhasebeciyi andırmaktaydı. “Ben Doktor Nicholas Robinson” dedi. “Boston’daki…” “Daha yüksek sesle konuşabilir misiniz Doktor?” diye seslendi muhabirlerden biri. 18 “Ah, özür dilerim.” Doktor Robinson boğazını temizledi. “Ben Boston’daki Crispin Müzesi’nin küratörüyüm. Pilgrim Hastanesi büyük bir cömertlikle Bayan X’in bilgisayarlı tomografi taramasını yapmayı teklif ettiği için onlara minnettarlık duyuyoruz. Geçmişe detaylı bir şekilde bakabilmek için olağanüstü bir fırsat bu ve buradaki kalabalığa bakınca sizin de en az bizler kadar heyecanlı olduğunuzu görebiliyorum. Tarama tamamlanınca birlikte çalıştığım arkadaşlarımdan biri ve bir Eski Mısır uzmanı olan Doktor Josephine Pulcillo size bilgi vermek üzere burada olacak. Sonuçlan açıklayacak ve sorularınızı yanıtlayacak.” “Bayan X ne zaman kamuoyuna teşhir edilecek?” diye sordu muhabirlerden biri. “Bu hafta içerisinde, sanırım” dedi Robinson. “Yeni serginin hazırlıkları zaten tamamlanmıştı ve…” “Kimliğiyle ilgili herhangi bir ipucu var mı elinizde?”
Tess Gerritsen – Rizzoli & Isle Serisi 7 – Ruh Koleksiyoncusu
PDF Kitap İndir |