Thomas Assheuer – Yakın Plan Haneke

Thomas Assheuer: Bay Haneke, siz daha yürümeye baş – lamadan anneannenizin sizinle sinemaya gittiği söylentisi doğru mu? Michael Haneke: Bu biraz abartılı. Bunu kendi tecrübemden mi bildiğim, yoksa anneannemin bana sonradan mı an – lattığı konusunda kesin bir şey söyleyemeyeceğim. Ancak al – tı yaşımda Laurence Olivier’in oynadığı Hamlet (1948) filmi – ni gördüğümü hatırlıyorum. Neden o filme gittiğimizse be – nim açımdan bir muamma, çünkü bu film bir çocuk filmi de ğil. Filmdeki kasvetli müzikten ve keza kasvetli görüntülerden o kadar korkmuştum ki, anneannemle sinemadan hemen çıkmak zorunda kalmıştık. Kısa bir süre sonra, Kopenhag’da bulunduğum sırada böyle bir şeyi tekrar yaşadım. Bu defa film bir Afrika savanında geçiyordu ve ben filmin sonunda, kapı açılıp dışarıda yağmur yağdığını gördüğümde serseme dönmüştüm. Kafam karmakarışık bir şekilde kendime şunu sormuştum: Neden tekrar buradaydım? Bu, bir anlamda görüntülerin gücüyle ilk temasınız… Evet, o zamanlar görüntülerin gücünü dolaysız bir şekilde öğrenmiştim ve bu harika bir tecrübeydi. Bugünkü çocukların artık böyle bir şansı yok. Bugünkü çocuklar, görüntülerin gücünü üstesinden gelemeyecekleri bir çağda öğreniyorlar. Benim o yaşlarda edindiğim tecrübeye günümüzün çocukları çok daha erken ulaşıyorlar. Görüntülerin gücünü nesnelleştirme şansları olmadan, görüntüler onların belleğine yerleşiyor. Sizi sinema meraklısı yapan en önemli olay Hamlet filmi – ni görmeniz miydi? Hayır, bu daha sonra oldu. Sekiz, dokuz yaşlarımda Caterina Valente’nin ve birtakım başka meşhur oyuncuların oynadıkları bütün filmleri seyrediyordum ve bütün hafta boyunca sinema parası alacağıma seviniyordum. Sinemaya gitmek benim günlerce hayalini kurduğum bir şeydi.


Oturduğumuz yer olan Viyana’mn güneyindeki Neustadt’da iddialı filmler gösterilmiyordu. Sadece Alman popüler filmleri ve Avusturya taşra filmleri vardı. Çiftlikte geçen bir tatil Michael Haneke, 1950. hikâyesi olan Ferien vom Ich (Benim Tatilim, 1952) filminden o kadar etkilenmiştim ki, hemen dayımın yanına gidip kendisine hasada yardım edip edemeyeceğimi sormuştum. Başka hangi filmleri hatırlıyorsunuz? İzlerken çok ağladığım, oldukça vasat bir film olan Erzherzog Johanns große Liebe’yi (Arşidük Johann’ın Büyük Aşkı, 1950) hatırlıyorum. Arşidük Johann bir postane müdürünün kızına âşık; ancak sözümona gerçek bir hikâyesi olan bu film çok üzücü bitiyor, çünkü genç kadın filmin sonunda sevdiği arşidükten vazgeçmek zorunda kalıyor. Film beni ruhsal bakımdan çok yormuştu. Oturduğumuz binada benden birkaç yaş büyük, tahminen on üç-on dört yaşlarında bir erkek çocuk daha vardı. Camdan sarkıp, bana nereden geldiğimi sormuştu. Sinemadan geldiğimi ve Arşidük Johann’ı izlediğimi söylemiştim. Ona filmin hikâyesini anlatmaya başladığımda tekrar hıçkıra hıçkıra ağladığımı hatırlıyorum. Bu kendi payıma hoş olmayan bir durum olmasına rağmen kendimi tutamamıştım. Gençliğinizde orada hangi filmleri izlediniz? Amerikan anaakım filmlerini. James Dean’in oynadığı üç film tabii ki çok önemliydi. Glenn Ford’un oynadığı Rock around the Clock’u (1956) Avusturya’da gençlerin seyretmesi yasaktı.

Bili Haley’in müziği plağa kayıtlıydı ve bu plak ilk rock’n roll plağı olma özelliğini taşıyordu; ancak filmde bu müziğin tamamının kullanılmasına izin yoktu. Sinemanın önünde duran polis memuru kimlik kontrolü yapıyordu. Victor Mature ve Richard Burton’un oynadığı ilk sine­ maskop film olma özelliğini taşıyan Das Gewand’i (Zincirli Köle, 1953) gösterebilmek için sinema salonu yeni bir perde edinmişti. Bu inanılmaz bir olay olmuştu. Birkaç yıl sonra izlediğim Tony Richardson’m filmi Tom Jöne s ise benim gözümde çok önemliydi. Film başladıktan bir saat sonra kovalama sahnesinin ortasında kahraman aniden kameraya bakıyor ve izleyiciye bir şeyler söylüyordu. Nutkum tutulmuştu. Birdenbire ne kadar yönlendirilebilir bir durumda olduğumu anlamıştım. Bunu tabii daha önceden de biliyordum ancak ilk defa bu sahnede hissetmiştim. Bugün gençler bu filme burun kıvırırlar. Ama ben bu sinema tecrübemi es geçmek istemiyorum, çünkü o zamanlar görüntülerin büyüsüne hayranlık duyuyordum. Hangi filmler sizi sinema tiryakisi yaptı? Jenseits von Eden (Cennetin Doğusu, 1955) filmini kesin on, on beş defa izlemişimdir. Sie wissen nicht, was sie tun (Asi Gençlik, 1955) filmi de var tabii. Bunlar o zamanlar insanların kendilerini izlemekten alamadıkları, kendilerini özdeşleştirdikleri filmlerdi. Claude Chabrol’ün Les Cousins (Kuzenler, 1958) filmini de hatırlıyorum.

Bir de, bugün Fransa’da bir tiyatro yıldızı olan Laurent Terzieffin oyna – dığı, Marcel Carné’nin yönettiği Les Tricheurs (Düzenbaz – lar, 1958) var. Saydığım filmler benim kuşağımı anlatan filmlerdi ve onları mutlaka görmüş olmak gerekiyordu. Öğrencilik yıllarım benim sinema tutkum açısından daha da önemli. İlk önce tiyatro bilimi okudum; ardından felse – fe öğretmeni olmak daha enteresan geldi ve yavan bulduğum tiyatro bilimini bırakarak felsefe bölümüne geçtim. Tiyatro biliminde okurken benim gözümde en çekici etkinlik, Fransız Enstitüsü’nün sponsor olduğu film semineriydi. Bu harika fırsatı değerlendirdim ve bütün meşhur Fransız filmlerini seyrettim. Resnais, Godard… Üç, dört sömestr boyunca bu böyle gitti. Sadece Yeni Dalga filmlerini değil, klasikleri de seyrettim. Bu filmler bana profesyonel bir bakış kazandırdı, çünkü daha önce sadece bir sinemasever ve tüketiciydim. Arıladığım kadarıyla öğrenciliğinizin yarı zamanını sinemada geçirmişsiniz. Aslında felsefe okudum ancak çok çalışkan bir öğrenci değildim; çünkü sürekli sinemadaydım. Bu süre içerisinde çok izlemek suretiyle film kültürü edindim. Eğer bütün bunların yanında okumaya da vaktiniz kaldıy – sa en çok hangi kitaplardan etkilendiniz? Volker Schlöndorff buna bir gazete yazısında değinmişti: O yıllarda genç olanlar, rüyalarının ülkesi olarak Fran – sa’yı görüyorlardı. Bugünse herkes Amerika’yı görüyor. Haklı.

Bizim o zamanlarda rüyalarımızın ülkesi Fransa’ydı. Fransa varoluşçuluktu; Camus ve Sartre’dı, Yeni Dalga’ydı. Edebiyattaki ve felsefedeki varoluşçuluk bize, tabir caizse, anne sütüyle verildi. Ancak ben, o yaşta okunan her şeyi okumuştum: Dostoyevski, Kierkegaard, Hesse, Strindberg, Nietzsche… Ve tabii bugüne kadar en sevdiğim yazar olan Thomas Mann. Thomas Mann hayatı boyunca kendi bilgi düzeyini aşan kitaplar seçtiğini ve her zaman bu tarz kitaplar okuduğunu söylemiş. Kendimi Thomas Mann’la hiçbir şekilde karşılaştırmadan söylemek isterim ki, ben de on üç, on dört yaşlarımda anlamadığım kitaplar okudum. Tabii bunda hava atma isteğimin de payı vardı. Bir keresinde yine hava atabilmek için bir Laotse kitabı edinmiştim. Sadece çok küçük bir kısmını anlamama rağmen kendimi okumaktan alamamıştım. Felsefe eğitimime başladığım zaman Hegel okuyordum ve hiçbir şey anlamıyordum. Hegel’i zaten bugün de anlamıyorum. Felsefe profesörüm Hegelyendi ve ben Titıitı Cörüngübilimi’ni okuyup ‘benden paso’ dedim. Görüyorsunuz, ben eğitimli bir filozof değilim; tersine, seçici bir okuyucuyum. Hep hoşuma giden kitapları okudum. Mutlu bir çocukluk ve heyecan dolu bir gençlik döneminiz oldu mu? Ben babasız büyüdüm ve bunun çok tadını çıkardım.

Üç annem vardı: Anneannem ve teyzem büyük bir özveriyle benimle ilgilendiler; annem Viyana’da yaşıyordu ve Burgtheater’de oyuncu olarak çalışıyordu. Teyzem evliydi ve amcam bana karşı çok canayakındı. Babamı ilk defa beş ya da altı yaşımdayken gördüm. Alman olarak savaş esare – tinden, doğrudan, daha sonra oyuncu ve yönetmen olarak çalıştığı Almanya’ya dönmüştü. Annemle birlikte Viyana’dan gelmiştik ve sonra babamla Bavyera sınırında bir köprüde buluşmuştuk. Burası Avusturya’ydı; diğer taraf, Almanya. Tam da bu köprünün ortasında buluşmuştuk; öbür türlüsü yasaktı. Babanızı ilk gördüğünüzde nasıl duygular hissettiniz? O gün ne hissettiğimi hatırlamıyorum. Çocukluk yıllarımda, on iki yaşımdayken babamla, annemin Bregenz Festivalindeki bir angajmanı sebebiyle bir kez daha buluştum. Yıllar sonra ben de babama bir rol verdim ve birlikte çok eğlendik. Annenizle ve babanızla ilişkiniz nasıldı? Dediğim gibi babamla hiç ilişkim yoktu. Anneme tapıyordum. O çok güzel bir kadındı. Üvey babama, annemin ikinci kocasına hayrandım. Besteci ve orkestra şefiydi; çok kültürlüydü.

Çok sevdiğim saygıdeğer bir kişiydi ve benim yetişmeme hiç karışmadı. Bunu çok takdir ettim. Kadınlar arasında yetişmem, açık söylemek gerekirse başıma bir problem de açtı: Çalışmaya başladığımda erkekleri kadınlardan çok daha zor anladım. Ben daha ziyade bir kadın yönet – meniyim ve iyi rolleri çoğu zaman kadınlara veriyorum. Baş – ta, daha tiyatro rejisi yaptığım yıllarda sıklıkla erkekler arası horoz dövüşü tarzı bir rekabete şahit oluyordum ancak ben kadınlar arasında yetişmiştim. Sıklıkla kavga çıkıyordu ve benim duruma hâkim hâle gelmem uzun zaman alıyordu. Bugün de kadınlarla, erkeklerden daha kolay çalışıyorum. Yani siz şımartılmış bir çocuktunuz. Evet. Ergenliğe kadar uslu ve söz dinleyen bir çocuktum. Sonra bu hâlim birdenbire değişti. İsyankâr oldum ve okulda zorluklar yaşamaya başladım. Yatılı okula ya da o zamanlar dediğim gibi seçkinlerin gittiği bir yatılı okula gitmek istedim. Ancak üç annem de eşcinsel olabileceğimden korktuklarından buna izin verilmedi. Gönüllü olarak yatılı okul? Bunu açıklamalısınız.

Disipline ve Avusturya’ya özgü Katolik rahatlığının aksine Protestanlığın katılığına karşı her zaman bir zaafım oldu. Beni çevreleyen bu yumağa daha fazla katlanamadım. Kendimi karşılaştırabileceğim birine ihtiyacım vardı. Bugün hâlâ muhalefet etmemin sebebi de bu belki. “Herkesle ve her şeyle antant kalmak”; bu bana göre değil. Buna rağmen bir gün Protestanlıktan da bıktınız. İlgilendiğim şeyler ‘sevgili Tanrım’dan ‘güzel kızlar’a kaydı. Bu kadar basitti. Güzel kızlarla yeterince vakit geçirdim. Kibir ve oyuncu olma isteği de sonradan eklendi. İçimden bir ses “ben dehayım” diyordu. Deha olmadığımı ve herkes gibi çok çalışmak zorunda olduğumu anlamam biraz uzun sürdü. Zaten Viyana Oyunculuk Okulu da dehanızı hemen anlamadı. Aynen. Okula kabul edilmedim.

Bu aslında iyi denk gelmiş, fakat o zamanlar beni doğal olarak öfkelendirmişti. Okulu kırıp Viyana’ya gitmiştim ve oyunculuk okuluna baş – vurmuştum. Annemin oğlu olduğum biliniyordu ve beni sı – navdan geçirmediler. Böyle bir şey olabileceği, rolümü ilk de – fa anneme oynadığımda hiç aklıma gelmedi. Beni çok iyi bul – du ve sınavı geçeceğimden emindi. Sonra, çok genzimden konuştuğum ve sahneye uygun bir yapım olmadığı söylendi. Ret cevabı sizin açınızdan neden iyi bir rastlantı olmuştu? Çünkü lise bitirme sınavım yapmaya zorlanmış oldum. Daha sonra piyanist olmak için… … Bu bir hayaldi ve üvey babamın yeteneğimin yeterli olmadığım anlamasından önceydi. Bana, “Böyle bir amaç edinmen harika ama senden piyanist olmaz,” dedi. Bu beni sevindirmemişti, ancak buna rağmen etrafımda bana gerçeği söyleyen insanlar olmasından mutluydum. İyi ki ona inanmışım. Yeteneksiz bir müzisyen olmaktan kötü bir şey daha olamaz. Zaten yeterince var! Bugün seçme şansınız olsaydı müzisyen olmayı mı, yönetmen olmayı mı seçerdiniz? Ta yukarıdan, hediyelerin dağıtıldığı yerden seçme şansım olsaydı, kesinlikle besteci ve orkestra şefi olurdum. Müzik, sanatların kraliçesi. Ama bu benim bir şekilde hayal kırıklığı yaşadığım anlamına gelmiyor.

Müziğe olan ilgimi bir müzik meraklısı olarak tabii ki muhafaza ettim. Böylesi daha stressiz. Oyuncu olma hayaliniz suya düşünce yazmaya başladınız. Kısa hikâyeler, sonra edebiyat ve film eleştirileri. Ancak güçlü yanımın yazmak olmadığını hemen anladım. Çünkü o zamanlar başarılı edebiyat yapmak isteyen biri dil cambazı olmak zorundaydı; ben öyle değildim. Dili artistik bir şekilde kullanmaya yetenekli değildim. Jonke ve Handke çok revaçtaydılar, oysa benim dünyam böyle değildi. Ben iflah olmaz bir eski kafalıydım. Lawrence Durrell, D.H. Lawrence ve Henry Miller okuyordum. Bunlar Almanca’nm hâkim olduğu sahada güncel değildi. Bu yıllarda sinema da beni büyüledi, ancak bu alana nasıl gireceğim konusunda en ufak bir fikrim yoktu. Buna rağmen neredeyse bugünden yarına denebilecek kadar kısa bir sürede tiyatroda rejiye başladınız■

.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir