Thomas Mann – Dolandırıcı Felix Krull’un İtirafları

Her şeyden uzaklaşmış ve rahatlamış olarak, her ne kadar yorgun, çok yorgun olsam da, sık sık ara verip kısa kısa bölümler yazabilecek kadar sağlıklı biri olarak kalemi elime alıp itiraflarımı kendime özgü düzgün ve güzel yazımla önümde sabırla bekleyen kâğıda dökmek istediğimde, acaba eğitim durumum bu tür düşünsel bir girişim için yeterli olabilir mi, diye içimi hafif bir kuşku kaplıyor. Ancak aktarmak istediğim şeylerin kişisel deneyimler, yanılgılar ve tutkulardan oluşması ve benim bu konuya bütünüyle hâkim olmam dolayısıyla, içimdeki bu kuşku olsa olsa bana bahşedilen ifade etme biçiminin güzelliği ve ahlaki normlara uygunluğu ile ilgili olabilir; bu tür konularda düzenli olarak yapılan ve başarıyla sonuçlandırılmış araştırmalar var, herhalde bu araştırmalar doğal yetenekten ve iyi bir aile terbiyesi almaktan daha az etkilidirler. Bu konuda benim bir eksikliğim yok; çünkü her ne kadar sorumsuz bir aileden geliyorsam da, ailem yüksek burjuvaya mensuptu; ben ve kız kardeşim Olympia, Vevey’li bir mürebbiye tarafından aylarca süren bir eğitime tabi tutulmuştuk, bu mürebbiye babamla annem arasında oluşan rekabet dolayısıyla işi bırakmak zorunda kalmıştı. Yakın ilişki içinde olduğum vaftiz babam Schimmelpreester, sayılan ve sevilen bir sanatçıydı ve küçük kentimizde herkes ondan, “Sayın Profesör,” diye söz ederdi; ancak herkesin imrendiği bu saygın unvan, ona bir görev dolayısıyla verilmemişti ve onun için uygun da değildi. Babam her ne kadar şişman ve yağlı bir vücuda sahip olsa da son derece yüksek bir zarafeti vardı, kullanacağı sözcükleri özenle seçer ve anlaşılır bir ifade biçimi kullanmaya her zaman çok dikkat ederdi. Büyükannesi tarafından Fransız kanı taşıyordu, hatta eğitim ve öğretim dönemini de Fransa’da geçirmişti, söylediğine göre Paris’i avucunun içi gibi biliyordu. Etkileyici ifade biçimiyle konuşmasını “c’est ça”, “épatant” yada “parfaitement” 1 gibi Fransızca sözcüklerle süslemeyi severdi; sık sık “bunu çok beğeniyorum” cümlesini tekrarlardı ve yaşamının sonuna kadar kadınların gözdesi olarak kaldı. Bunlar benim konu dışı ve önbilgi olarak söylediklerim. Ancak iyi bir anlatım biçimi için var olan doğal yeteneğime gelince; yalan dolanlarla dolu yaşamımın gösterdiği gibi, öteden beri bu yeteneğime hep güvenmişimdir ve anılarımı yazma girişimimde de buna güvenebileceğime kesinlikle inanıyorum. Ayrıca yazdıklarımda özgürce hareket etmeye, kibirlilikle ya da pervasızlıkla suçlanmaktan korkmamaya kararlıyım. Zaten bu itiraflar doğruluk dışında başka bir bakış açısıyla yazılmış olsaydı, hangi ahlaki değer ve anlayış bunlara uygun düşerdi ki! Beni Rhein bölgesi yarattı, burası hem iklim hem de toprağın verimliliği bakımından son derece şanslı bir bölgeydi, burada mutlu insanların yaşadığı çok sayıda şehir ve yerleşim birimi bulunuyordu; düz ve engebesiz sarp kayalıkların olmadığı bu bölge herhalde yeryüzünün en güzel coğrafyasıydı. Adlarını duyduklarında bile içkicilerin iştahını kabartan o ünlü yerleşim birimleri, Rhein bölgesi sıradağlarından esen sert rüzgârlardan korunup öğle üstü güneşinin pırıl pırıl parlayan ışıkları altında, mutlu bir şekilde gelişip genişleyerek bölgeye yayılıyordu. Rauenthal, Johannisberg, Rüdesheim, Alman İmparatorluğu’nun şanlı kuruluşundan sadece birkaç yıl sonra dünyaya geldiğim o saygın küçük kent işte bu bölgede bulunuyor. Burası Rhein Nehri’nin Mainz kentinden geçerken çizdiği dirseğin biraz batısında kalıyordu ve köpüklü şarap üretimiyle ünlüydü, nehir boyunca her iki yönde ilerleyen buharlı gemilerin yanaştığı ana iskele de buradaydı ve kentin dört bine yakın nüfusu vardı. O eğlenceli, canlı Mainz kenti buraya çok yakındı, aynı şekilde Wiesbaden, Homburg, Langenschwalbach ve Schlangenbad gibi birinci sınıf Taunus kaplıcaları da çok yakında bulunuyordu; örneğin Schlangenbad Kaplıcası’na tek yönlü dar bir yoldan yarım saatlik bir yolculuktan sonra ulaşılabiliyordu.


Yılın güzel mevsiminde annem, babam, kız kardeşim Olympia ve ben bazen gemiyle, bazen arabayla, bazen de trenle kentimizin dört bir yanına sık sık gezintiler yapardık. Çünkü doğanın ve insan zekâsının yarattığı görülmeye değer şeyler ve güzellikler insanı cezp ediyordu. Babamın pötikareli yazlık kıyafetiyle bizimle birlikte bira bahçesinde oturduğunu (masadan biraz geride otururdu çünkü onun şişko göbeği masaya yaklaşmasını engelliyordu) ve büyük bir keyifle yengeç yemeğini yediğini ve yanında altın sarısı şarabını yudumladığını görür gibiyim. Vaftiz babam Schimmelpreester de sık sık bizimle birlikte oluyor, yuvarlak camlı ressam gözlüğüyle doğayı ve insanları titizlikle inceliyor ve çevresinde gördüğü büyük ve küçük her şeyi sanatçı ruhuna nakşediyordu. Benim zavallı babam piyasadan kalkmış olan “Lorley extra cuvée” adlı şampanya markasını üreten Engelbert Krull firmasının sahibiydi. Rhein Nehri’nin aşağı kıyısında, iskeleden pek uzakta olmayan bir yerde, firmanın mahzenleri vardı ve ben küçükken, o kubbeli serin mekânlarda az dolaşmamıştım; derin düşüncelere dalıp yüksek yüksek rafların arasından, oraya buraya giden dar ve taşlı yollarda yürürdüm ve yarı eğik biçimde üst üste istiflenmiş ve dinlenmeye bırakılmış şişe yığınlarını incelerdim. Kendi kendime şöyle düşünürdüm: İşte orada yatıyorsunuz (o zamanlar doğal olarak düşüncelerimi özenle seçilmiş sözlerle ifade edemiyordum), işte orada, yerin altında, loş ışıkta öylece yatıyorsunuz, insanın dilini tırmalayan ve kimilerinin kalp atışlarını hızlandıran, kimilerininse gözlerini parlattığı söylenen içinizdeki o altın sarısı su, sessizce ve kendiliğinden nasıl da berraklaşıp olgunlaşıyor! Şimdilik çıplak ve gösterişsizsiniz; ancak günün birinde en güzel şekilde makyajlanmış olarak şenliklerde, düğünlerde, özel mekânlarda ve özel toplantılarda ağzınızdaki mantarlar coşkuyla patlatılıp tavana fırlatılarak insanları sarhoşluğa, kayıtsızlığa ve haz duymaya yöneltmek üzere gün yüzüne çıkacaksınız. Bu küçük çocuk işte buna benzer şeyler söylemişti; Engelbert Krull firmasının, şişelerinin dış kısmına, yani uzmanların kuaför dedikleri o son makyaja ne kadar çok önem verdiği çok doğruydu. Sıkıştırılmış mantarlar, altın suyuna batırılmış tel iplerle şişelere sıkıca bağlanmış ve kan kırmızısı renkli bir cilayla mühürlenmişlerdi; evet, papanın fermanlarında ve eski devlet belgelerinde görüldüğü gibi yuvarlak ve gösterişli mühür bir altın ipin ucundan dikkat çekici bir biçimde aşağı doğru sarkıyordu; şişelerin boyunlarına gümüş yaldızlı parlak kâğıtlar sarılmıştı ve karınlarında da vaftiz babam Schimmelpreester’in firma için tasarladığı, çevresi altın yaldızlarla bezenmiş bir etiket bulunuyordu, etiketin üzerinde yine altın yaldızlı baskıyla resmedilmiş çok sayıda arma, yıldız; babamın ve markanın adı olan “Lorley extra cuvée” dışında, üstünde giysi olarak yalnızca kolyeler ve tokalar bulunan, bir kayalığın ucunda bacak bacak üstüne atmış oturan, havaya kaldırdığı kollarıyla dalgalanan saçlarını tarayan bir kadın resmi de vardı. Aslında şişelerin içindeki şarabın cinsi, bu göz kamaştırıcı sunuş biçimine pek de uygun düşmüyordu. Vaftiz babam Schimmelpreester’in bir gün babama şöyle dediğini duymuştum: “Krull, sana saygım sonsuz ancak ürettiğiniz şampanyanın içilmesini polisin yasaklaması gerekir, sekiz gün önce birilerinin aklına uyup yarım şişe içtim ve yaşadığım şokun etkisinden hâlâ kurtulamadım. Bunu mayalarken içine ne tür bir içki koyuyorsunuz böyle? Petrol mü yoksa doz ayarlaması sırasında karıştırdığınız berbat bir içki mi? Kısacası, zehir karışımı bir ürün bu. Yasaları düşünseniz iyi olur!” Bunun üzerine zavallı babam çok mahcup oldu; çünkü o yumuşak kalpli bir adamdı ve böyle sert sözlere karşı kendisini savunamazdı. Âdet edindiği üzere parmak uçlarıyla yavaşça karnını okşayarak, “Siz dalganızı geçin bakalım, Schimmelpreester,” dedi, “ama ben ucuz üretim yapmak zorundayım çünkü yerli üretime karşı var olan önyargı bunu gerektiriyor – sözün kısası, ben halka inandığı şeyi sunuyorum. Bunun dışında bir de üstüme üstüme gelen rakipler var, sevgili dostum, dayanılır gibi değil.

” İşte babamın dedikleri bunlar. Villamız sırtını yemyeşil yamaçlara yaslamış, Rhein bölgesinin muhteşem manzarasına hâkim, en güzel malikânelerden biriydi. Teraslı bahçemiz cüce insan figürleri, rengârenk mantarlar ve taştan oyularak yapılmış çeşit çeşit hayvan taklitleriyle doluydu; bir ayaklık üzerinde, bakınca insanın yüzünü komik bir biçime sokan ve ayna gibi parlayan bir cam küre duruyordu, ayrıca bir rüzgâr arpı, küçük küçük oyuklar ve bir de fıskiye vardı, fıskiyenin havaya fırlattığı su, döne döne sanatsal bir biçim alıyor, içine döküldüğü havuzda gümüş balıklar yüzüyordu. Oturduğumuz evden söz etmek gerekirse, evimizin içi babamın zevkine göre hem sessiz hem rahat hem de iç açıcıydı. Rahat ve huzur verici cumbalar insanı oturmaya davet ediyordu, bunlardan birinin içinde gerçek bir çıkrık duruyordu. Zarif biblolar, midye kabukları, küçük küçük aynalı kutular ve parfüm şişeleri gibi sayısız eşyalar, etajerlerin ve kadife örtülü masaların üstünde sıralanmıştı; ipekli ya da el dokuması renkli kılıf geçirilmiş çok sayıda kuş tüyü yastık, kanepelerin ve yatakların üstüne konulmuştu çünkü babam yumuşak yerde yatıp dinlenmeyi çok severdi. Ucu sivri uzun mızraklar perde rayı işlevi görüyordu; kapıların önlerinde sağlam bir duvar oluşturan ve insanın elini oynatmasına bile gerek kalmadan öbür tarafa geçebildiği, hafif bir hışırtıyla aralanıp kapanan, renkli boncukların süslediği kamıştan perdeler asılıydı. Kapı sundurmasının üstüne akıllı bir mekanizma yerleştirilmişti; kapı hava basıncıyla açılınca bu mekanizma sayesinde yavaşça kapanıyor ve kapanırken de hafifçe Johann Strauss’un “Freut euch des Lebens” adlı valsinin açılış melodisini çalıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir