Thomas R. P. Mielke – Tanrinin Kirbaci Attila

Akşam olmak üzereydi. Güneş, Tuna ve Tisza nehirlerinin sazlarla kaplı kıyılarının ufkunda kızıl bir ışıltı saçarak batıyor, geniş ova üzerindeki sessiz gölgeler giderek kararıyordu. Çadırlar ve yurtlar arasında yanan ateşlerin üzerindeki yüzlerce bakır kazanın içinde, soğan ve yabani baharatlarla tatlandırılmış koyu bir et çorbası kaynıyordu. Küçük çocuklara yemekten önce, mayalanmış kısrak sütünden yapılan bir içecek olan kımız verilmişti. Erkekler ise büyük kaşıklarını ellerine almış, sabırsızlıkla havayı koklayarak akşam yemeğinden paylarına düşeni almayı bekliyordu. Büyük Roma İmparatorluğu’nun geniş topraklarının her iki bölümü de o günü oldukça sakin geçirmişti. Sonraki yılların tarih yazarları tarafından ne bir baskın veya yağmanın, ne bir barbar saldırısının, ne bir kral katlinin, ne de sınır kalelerine bir tecavüzün kaydedildiği bu günün son saati, ansızın bir dizi tiz ıslıkla çınladı. Islıklar büyük ovanın dört bir yanında duyulmuştu – hem Kara Hunların muazzam büyüklükteki hayvan sürülerinin, hem de kuşaklar boyunca doğudan gelen atlılarla birlikte kendilerine yeteri kadar altın ödeyen her efendinin düşmanlarına karşı savaşan Cermen kabilelerinin çok sayıdaki arabalarının arasında. Yaşları henüz çok genç olan üç atlı, hayvanlarını güneşin battığı yönden yurtlara doğru dörtnala sürüyordu. “Geliyorlar! Geliyorlar! Heeey!. Beni dinleyin, Romalılar geliyor!” diye bağırıyordu atlıların en genç olanı tiz bir sesle. Henüz on dördünde bile değildi. Ondan daha büyük olanının dudaklarının arasından ise durmadan çınlayan ıslıklar yükseliyordu. “Hey, Attila! Kes şu bağırmayı!” dedi üçünün yaşça en büyük görüneni.


Anlaşılan küçük grubun lideri oydu. “Sen bir Hun musun, yoksa cırtlak bir Vandal mı?” Genç atlı kibirli bir tavırla güldü. “Ben senden çok daha fazla Hunum, kardeşim Bleda… oysa sen… pis kokulu bir Ostrogot karısının oğlu değil misin?” Bir kemendin kısa ucu korkunç bir şaklamayla havayı dövdü. Uzun ucu ise hızla ileri atıldı, daha uçarken bir çembere dönüştü ve ansızın delikanlının vücuduna sarıldı. Attila kollarının bir anda dizginlerden koptuğunu ve vücuduna yapıştığını hissetti. Sert, acı veren bir çekiş, onun öfke dolu bir çığlık atmasına neden oldu. Ne atın tahta koşumları, ne de geniş üzengiler onu koruyamazdı. Attila, bundan sonra ne olacağını çok iyi biliyordu. Birbirlerine benzemeyen bu üç kardeş de bütün genç göçebe savaşçılar gibi kolları gövdelerine bağlıyken attan düşmeyi tekrar tekrar talim etmişlerdi. Hem at dururken, hem de –çok daha can yakıcı olanı– dörtnala giderken. Fakat talim esnasında ne olacağını biliyor ve kendilerini ona göre hazırlıyorlardı. Ne var ki Muncuk Han’ın büyük oğlu Bleda, şimdiye kadar savaş alanında pek çok komutan ve kralın ölmesine sebep olan bu ölüm oyununu kardeşleri üzerinde deneyerek, onlara boyun eğdirmekten pek hoşlanıyordu. Attila attan düştü. Önce üzerindeki gökyüzünü gördü, sonra göz ucuyla yanı başındaki çimenlerle kaplı toprağı, daha sonra da uzaklardaki yurtları, çadırları ve yanan ateşleri. Doğumundan sonra geçen on dört yıllık zaman süresince öğrendiklerinin hiçbiri, şimdi katlanmak zorunda kaldığı sınav kadar ağır ve tüm içgüdülerini zorlayıcı değildi. Bozkırda esen sert rüzgârın önüne katarak sürüklediği çalılar gibi dertop olmaya, altındaki toprağın üzerinde yuvarlanarak düşüşün şiddetinden kurtulmaya çalıştı.

İşte bu yaptığı hataların en büyüğüydü! Bu cesaret sınavında hata yapan savaşçıların başına ne geldiğini pek çok kez kendi gözleriyle görmüştü. Dört bacağı birbirine bağlanarak bir atın terkisinden aşağı atılan canlı bir koyun, bunun en güzel örneğiydi. Bu şekilde yere düşen koyunlar yere öylesine şiddetle çarpıyorlardı ki, genellikle hemen o anda ölüyorlardı. Ne gariptir ki yuvarlak bir kütle meydana getirecek şekilde bağlanmayan hayvanlar, taşlar ve çalılar üzerinde şiddetle sürüklenmelerine rağmen hayatta kalıyorlardı. “Hemen sırt üstü uzan!” Genç Hun kulağının içinde büyülü bir ses işitti. “Diğer tüm düşünceleri aklından çıkar ve içindeki yanıltıcı duyguların öne çıkmalarına izin verme!” Bu şekilde sadece Aybars konuşurdu. Attila’nın amcası olan bu adam doğu boylarının en büyük şamanıydı. Onun tüm hastalıkları iyileştirebileceği, hatta ölülerle dahi konuşabileceği söyleniyordu. “Hemen sırt üstü uzan ve kaskatı kesil! Kaç kemiğinin kırılacağı ve taşların üzerinde sürüklenen vücudunun nasıl parçalanacağı hiç önemli değil! Hayatta kalacaksın ve şu anda tek önemli olan bu. Asla unutma: Ne bir Romalı, ne de bir Cermen dörtnala giden bir atın üzerinden bizim gibi düşebilir…” “Evet” diye geçirdi içinden Attila, “hiçbir Romalı böyle düşemez ama şimdi herkes… herkes Mucuk Han’ın en küçük oğlunun… attan düştüğünü görüyor…” Bu gece onun için diğerlerinden çok daha erken basmıştı. Aynı anda obada yeni bir huzursuzluk baş gösterdi. Büyük Han’ın ipek kumaşlar ve rengârenk sancaklarla süslü yuvarlak çadırının önünde köleler ve hizmetkârlar telaşla oradan oraya koşuşturuyordu. Mağrur görünüşlü Got ve Alan savaşçıları, çadırın önünde toplanan davetsiz meraklıları, ricacıları ve Hunlarla beraber hareket eden çok sayıdaki kabilenin temsilcilerini kenara itiyorlardı. Ağızlarından çıkan kısa ve korkutucu sesler, herkesin bir anda sus pus olmasını sağlıyordu. Güneşin son ışıkları altında büyük kampın tam ortasında bulunan kağan çadırından çıkan iki adam, hemen önlerinde bulunan tahta sundurmanın üzerine çıktı.

Görkemli çadırın etrafındaki çok sayıda yurdun her birinin ayrı bir anlam ve görevi vardı. İki adamın ortaya çıkışı ile kararmakta olan hava sanki tekrar aydınlanmıştı. Adamlar batmakta olan sıcak yaz güneşinin koyu kızıllığına kısa bir bakış fırlattılar. “Ateşe kadar yürüyelim mi?” diye sordu yaşlı olanı. Diğeri başını salladı. “Romalılar geldiği zaman atlarımıza orada bineriz.” Oysa başka zaman yaya olarak tek bir adım bile atmazlardı. Etraflarındaki şaşkın yüzlere aldırış etmeden, hazır bekleyen atların yanından geçip gittiler. Han sülalesinin ateşi bu gece her zamankinden daha büyüktü, gürül gürül yanan odunların alevleri neredeyse gökteki yıldızlara kadar yükseliyordu. Bu gösterişli iki adam, ne güçlü vücut yapıları, ne bir kartal tokası ile enselerinde bağladıkları uzun kara saçları, ne de elbiselerindeki süslemelerle birbirlerinden ayırt edilemiyordu. Her ikisinin de üzerinde altın kakmalı deri kayışlarla bağlanmış topuksuz kısa çizmeler, güzel kesimli keten pantolonlar, mücevher ve broşlarla süslü geniş deri kemerler, kınları değerli taşlarla işlenmiş hançerler, önü yarı açık, işlemeli keten gömlekler, altın bileklikler, kehribar, lâl ve parlak akik taşlarından yapılmış kolyeler bulunuyordu. “Gerçekten de Aetius adındaki bu delikanlıyı çadırına kabul etmeyi düşünüyor musun?” diye sordu adamların genç olanı. Öbürünün dudaklarında pervasız bir gülümseme belirdi. “Neden olmasın, Muncuk Han? Evet, aslında altını tercih ederim ama anlaşmalarımızın güvencesi olarak Romalı soyluları elimde tutmak da isterim doğrusu.” “İlk defa bir Hun kağanı bir Romalıyı resmi rehine olarak kabul ediyor.

Bana kalırsa bu adam çadırında bütün gün seni gözetleyip, en küçük bir geğirmeni bile imparatoruna yetiştirecektir!” Karaton Kağan yüksek sesle güldü. “O halde karnımızı doyurup keyifle geğirdikten sonra, içimizdeki kuvvet ve savaş coşkusu yüzünden ata bile binemediğimizi yetiştirsin bakalım!” Muncuk Han itiraz edercesine başını salladı. İsminin başına eklenen “Sancağın Alemi ve Süsü” lakabını gururla taşıyan Muncuk, kağanın yeğenleri arasında hoşuna gitmeyen konuları çekinmeden dile getirebilen tek kişiydi. Diğer Doğu Hun kabilelerinin hanları Karpat Dağları’nın güneydoğu yamaçları ile Pontus Euxinus’a dökülen aşağı Tuna Nehri’nin arasında bulunurken, Karaton Kağan’ın bir tek onu karargâhına çağırması işte bundan dolayıydı. İmparator Trajan devrinde ele geçirilen, fakat artık çoktan terk edilmiş olan Dakia Eyaleti’nin bu bölgesi, bu kavram onlar için pek bir anlam ifade etmese de, Doğu Hun boylarına yeni bir vatan olmuştu. Diğer Hun boylarının birçoğu, dağların doğu yamaçlarından başlayıp, Romalıların Limes Hattı’na kadar uzanan düz, fakat genellikle bataklık bölgede sürülerini otlatmayı yeğliyordu. “En büyük oğlumu Ravenna’ya rehine olarak göndermek zorunda kalmaktan giderek daha az hoşlanıyorum” dedi Muncuk lafı dolandırmadan. Büyük Kağan ansızın durdu, alt dudağını sarkıttı ve yavaşça etrafını şöyle bir kolaçan etti. Muncuk ancak bir adım daha attıktan sonra durmayı ve arkasını dönmeyi akıl etti. “Evet, evet, biliyorum” dedi ellerini kaldırarak. “Kendi oğulların Roma’ya karşı savaşırken öldüğü için, Aetius’a karşılık olarak benden oğullarımdan birini vermemi istiyorsun.” “Neyse ki tam vaktinde aklın başına geldi!” dedi kağan yavaşça. Sesinde bastırılmış bir tehdit sezinleniyordu. “Ağabeylerin Ruga ve Oktar dururken… bu iş için seni seçmiş olmamın… ne büyük bir şeref olduğunu biliyorsun, değil mi Muncuk? Evet, belki onlar da senin gibi Hunlara kağan olacaklar, oysa senin oğullarının daha şimdiden gelecek kuşakların hükümdarı olmalarına karar verildi.” “Böyle bir kehaneti bu zamana kadar sadece Aybars’ın ağzından duymuştum.

“Ne olmuş yani? Kutsal bir şaman olan en genç kardeşiniz, dün akşam verdiğim kararların bana çok, ama pek çok altın kazandıracağını söyledi! Kor ateş içinde yanan koyun küreklerinin üzerindeki izlerin kudretimizin yollarını simgelediğini anlatırken, sen de orada değil miydin?” Muncuk Han başını salladı. Yavaş yavaş yürümeye başlamıştı. “Yapılması gerekeni bir türlü kabul etmek istemiyorsun” diye bağırdı kağan onun ardından öfkeyle. “Oğullarından birinin, daha bu yaşta düşmanlarımızın ne düşündüğünü, hissettiğini ve planladığını öğrenmesi fena mı olur?” “O halde hiç olmazsa en büyük oğlumu bana bırak.” Muncuk Han bir kez daha durdu. Normal şartlar altında bu iki adamın daima yanı başında yürüyen diğer adamlar, özel bir emir almamış olmalarına rağmen onları oldukça uzak bir mesafeden takip ediyorlardı. Bu nedenle iki adam koca karargâhın tam ortasında yapayalnız kalmış gibiydiler. “Onlara Attila’yı verebiliriz… Ya da ortanca oğlumu!” “Yoksa Romalılara hakaret mi etmek istiyorsun? Onlar bize tüm Galya’ya komuta eden generallerinin oğullarını gönderiyorlar. Ya biz? Müstakbel bir kağanı onlara rehine olarak göndermek bizi korkutuyor mu?” “Korku nedir bilmediğimi sen de en az benim kadar iyi bilirsin, Karaton!” diye itiraz etti Muncuk, sesini biraz yükselterek. Şimdi o da sinirlenmişti, fakat diğerlerinin bunu fark etmesini istemiyordu. “Unutma ki ben Roma lejyonlarıyla birlikte Alarich komutasındaki Vizigotları iki defa mağlup ettim” dedi dişlerinin arasından. “Ya şimdi hiçbirinizin beğenmediği Talihi Açık Uldız Han’a ne demeli? Batı Roma İmparatorluğu’nun en seçkin generalleriyle birlikte Radagis’in Cermen kabilelerini Toskana’da mağlup etmesinin üzerinden daha üç kış bile geçmedi! Roma’nın kalbini yakıp yağmalamak isteyen o vahşi Cermenlerin yüz binlercesi Alpleri aşmamış mıydı? Uldız ve biz Hunlar olmasaydık, Roma daha üç kış öncesinde alevler içinde yanıyor olacaktı…” “Evet, evet, biliyorum, hâlâ o palavracı beceriksizin tarafını tutuyorsun. Batı Hun Kağanı, güneşin altındaki en büyük hükümdar! Kısa bir süre önce öldürülmüş olan imparatorun henüz reşit olmayan oğlundan vergi almak için Tuna’nın öbür tarafına geçtiği zaman, Doğu Romalıların önünde işte böyle caka satmıştı. Ya sonra ne oldu? Doğu Romalılar sınır kalelerini, hatta Casta Martis’i bile kolaylıkla geri aldılar. Uldız’ın adamları ne yaptı peki? Onu terk ettiler! Kendi adamları, Muncuk!” “Fakat bunu korktukları için yapmadılar.

” “Gotlar! Alanlar! Sarmatlar!” diye saymaya başladı büyük kağan. Sonra tekrar arkasını döndü ve ağır adımlarla yürümeye başladı. “Ve cesur Hun savaşçıları, Muncuk! Bizans’ın surlarının arkasındaki harika yaşama ve altın parıltılarına dair anlatılan yalan yanlış masallar gözlerini kör etmişti. İpek giysiler, gül suyu ve kadınlar. İmparatorluğun hadımlarından çoktan bıkmış, ter kokan ve at binmesini bilen gerçek erkekleri arzulayan kadınlar!” “Çok acı söylüyorsun, Karaton! Belki de Talihi Açık Uldız, imparator Arkadios’un ölümüyle çok uygun koşulların oluştuğunu onlara söylemeyi unutmuştur. Onun bu fırsatı değerlendirmek istediğinden eminim. Fakat Bizanslı hadımların da aynı şeyi düşündüğünü nereden bilebilirdi ki?.” “İşte!” diye bağırdı Büyük Kağan. “İşte kendi ağzınla söylüyorsun! Elbette ki bizim Hunlar ve bağımlı savaşçılar arasında da hainler var! Uldız’ın hatası neydi, biliyor musun? Ne Konstantinopolis sarayında, ne de Doğu Roma generalleri arasında kendisine haber uçuracak gözlere ve kulaklara sahipti.” “Haksızlık yapmaya devam ediyorsun, Karaton!” dedi Muncuk korkusuzca. “Hıristiyan zamanına göre 401 yılının ilk gününde, yani bundan tam dokuz kış önce, asi Gotların elebaşı Gaina’nın kellesini Bizans’a göndererek imparatorluk ile ilk anlaşmaların yapılmasını sağlayan kimdi? Unuttuysan sana hatırlatayım: Uldız’ın ta kendisi! Bin yıllık Imperium Romanum ile konuşan ilk Hun! Karanlıklardan gelen bir şeytan ya da konuşmasını bilmeyen bir barbar muamelesi görmeyen ilk insanımız! İşte bu, Karaton… daha yüzlerce yıl Hun ateşlerinin başında bundan övgüyle söz edilecek…” Bu sözlerden pek etkilenmişe benzemeyen Karaton büyük karargâh meydanına doğru yürümeye devam ediyordu; fakat adımlarını daha kısa, daha sert ve daha hırçın atar olmuştu. “Roma artık babalarımızın zamanındaki gibi değil” dedi Büyük Kağan. “İmparatorluk ikiye ayrıldı; sadece ortak dil ve Roma yasaları onları bir arada tutuyor. Fakat sınırlardaki halklar bizim çektiğimiz gibi açlık çekiyor ve önü alınmaz bir şekilde batıya akıyor. Bu nedenle şimdi bizim de Roma’dan sağlam haberler alacağımız bir adama ihtiyacımız var…” “Evet, haklısın” dedi Muncuk Han başını sallayarak.

Böyle yaparak Büyük Kağan’ın fikrini değiştirebilmeyi umut eder gibiydi. “Bir ya da iki yıl sonra ne olacağını kimse bilemez. Fakat güçlü Roma imparatorları uzun zamandır mezarda ve kahraman lejyonların işi bitmiş. Roma artık kimi ilgilendirir ki?” “Beni, Muncuk!” diye köpürdü Karaton. “Beni ve kendisini Hun hanı olarak nitelendiren herkesi! Bu muazzam imparatorluk fazla olgunlaştı. Vaktinde koparmazsak meyve çürüyecek.” “Bin yıllık olduğu iddia edilen imparatorluk son nefesini vermek üzere zaten!” Karaton Kağan güldü. “Şimdiki imparatorluk, babalarımızın saldırdığı imparatorluktan çok daha tehlikeli! İliklerine kadar işleyen entrikaları ve ahlaksızlığı yüzünden ne yapacağı hiç belli olmaz. İmparator Honorius, Ravenna’ya yerleşti. Onu kim koruyacak orada? Muhafız alayı değil elbette! Tam aksine, bizim orada bıraktığımız atlılar. Bir de Doğu Roma imparatoru olan kardeşi Arkadios’un ona bıraktığı Cermenler…” “Evet, Honorius, Alarich ve Vizigotlardan o kadar çok korkuyor ki, birtakım budala Dalmaçyalıyı Roma’ya göndermiş ve bizim on bin atlımızın kendisini korumak üzere yola çıktığı haberini yaydırtmış. En büyük oğlumu bu kargaşanın içine nasıl göndereyim!” “Orada gerçek bir çılgınlık hüküm sürüyor” diye güldü Karaton, “bu yüzden şimdi bizim vaktimiz geldi: İmparatorluğun batısında, Galya ve İspanya’da, Roma komutanları kendilerini imparator ilan edip birbirleriyle savaşıyor. Doğuda ise İkinci Theodosius hüküm sürüyor – dört cadaloz ablası olan bir çocuk! Ravenna’da ise Honorius isimli beceriksiz bulunuyor. Alarich’in Vizigotlarına karşı savaşmaları için Ren sınırından birlikler çektiği, sonra da Alarich ile pazarlığa oturduğu için ordunun başkomutanını öldürttü. Roma’daki senato ise Alarich’e altın, kürk ve baharat göndermek zorunda.

Sonra ansızın Julius Alpleri’nin üzerinden yeni bir yıldız doğuyor. Generidus isimli bu adam Yukarı Pannonia, Noricum ve Raetia’daki tüm Batı Roma birliklerinin komutasını üzerine aldı bile. Şimdi de Dalmaçya birliklerinin başına getirildi. Hem de hangi görevle, biliyor musun?” Muncuk başını salladı. “Roma ve Ravenna’dan gönderilen paraların anlaşılmaz bir şekilde ortadan kaybolmalarını engelleyip, gerçekten de lejyonerlere dağıtılmasını sağlamak göreviyle! Ve bu arada sınır komşusu barbar tehlikesini de bertaraf edecek. Bununla kast edilen bizden başkası değil, Muncuk Han. Biz, barbarlar! Roma tarafından bizim ve Vizigotların önüne çıkartılan, aynı zamanda bizden askeri kuvvet yardımı talep eden bu adamın esas özelliği nedir, biliyor musun? Hıristiyanlardan bizden daha çok nefret ediyor! O, yenilmez tanrı Mitra’nın simgesi olan güneşe tapınıyor…” “Bütün bunların anlamı nedir?” “Korku, Muncuk! Roma korkuyor! Bir yandan imparator adına bizden askeri yardım isteyen, diğer yandan da dizginlerimizi elinde tutmaya kalkışan bu adam için… evet, Roma orduları başkomutanı olan bu adam için, senato çok acımasız bir yasayı yürürlükten kaldırdı. Senin de bildiğin gibi, Roma’nın uzak Filistin Eyaleti’ndeki çarmıha gerilmiş İsa’ya inanmayı reddeden her yüksek rütbeli asker, ölümle cezalandırılır…” “Madem öyle, neden onların ne yapacaklarının hiç belli olmadığını söylüyorsun?” “Boşuna kafanı yorma, Muncuk!” dedi Büyük Kağan. “Gördüğün gibi ne yapacağımı iyi biliyorum. İleride Hun Kağanı olmak istiyorsan, daha çok şey öğrenmek zorundasın! Çünkü zafer ve yenilgiye güçlüler değil, güçsüzler karar verir! Roma ise mutlak bir güçsüzlük içinde. Dev imparatorluğun hazine dairelerinin kapılarını açacak olan anahtar bu işte. Biz her şeyi alacağız, hatta onlar, sahip oldukları altını ve mücevherleri gönüllü olarak bize getirecekler. Fakat bunu yapmak için her iki imparatorluk sarayında da sağlam adamlara ihtiyacımız var. Oğlun Bleda bunlardan biri olacak! Yoksa bir Hun olduğu için onu öldüreceklerinden mi korkuyorsun?” “Hayır, Karaton. Bir Hun olduğu için değil, annesi bir Got olduğu için!” “Ne olmuş yani? Gotlar da sık sık Romayı kuşatıyor, fakat Romalılar onların krallarına saygılı bir ifadeyle Alaricus ismini veriyorlar.

Fakat bizim hakkımızda yalan dolu masallardan başka bir şey anlatmıyorlar! Hepsi görüp işittiklerini değil, kulağa hoş gelen saçmalıkları yazıp duruyor. Onlar için biz birer hayvanız… zalim, insanlıktan çıkmış canavarlar! Fakat içten içe bize hayranlık duyuyor, onlar adına savaşmamız için bize altın veya ganimetten pay öneriyorlar. Hem Romalılar, hem de Vizigotlar…” “Yine de ben, en büyük oğlumun Ravenna’da bir rehine olarak baş kırmasını istemiyorum! Bleda, güzel sözlerle dövüşmek ya da pazarlık yapmak yerine, ölmeyi tercih eder!” Muncuk Han, obaya uzanan uzun yolu süzdü. Batı yönünden küçük bir toz bulutu yaklaşıyordu, arkasından da bir tane daha. “Kendin bak!” dedi kağana. “Romalılar soylu bir rehine getiriyor, oysa Hunların hiçbiri onu dikkate bile almıyor…” Birkaç yıl öncesine kadar böyle bir şeyi tasavvur dahi etmek imkânsızdı. Etrafı duvarla çevrili büyük krallığın sınır boylarından açlık ve sefalet içinde yola çıkmalarının üzerinden yüzyıllar geçmiş, sonunda Imperium Romanum’un görkemli sınırlarına ulaşmışlardı. Burada düşmanları, kırmızı suratlı ve kaba saba kuzeyli köylü-savaşçılar veya atlı Alan göçebeleri değil, Roma İmparatorluğu’nun iki yarısının mermerden yontulmuşa benzeyen lejyonerleriydi. Fakat şimdi bu rakip de ortadan kalkmıştı. “Yeniden ve daha güçlü olarak kendimizi toparlamamız gerekiyor” dedi Büyük Kağan. Bir yandan da yavaş yavaş yaklaşmakta olan toz bulutunu seyrediyordu. “Bütün Hunları demir bir yumruk altında toplamayı başaramazsak, biz de Roma vebasının bulaştığı diğer kavimler gibi kısa sürede yok olup gideriz. Bunu başarmak zorundayız, çünkü zaafımız burada gizli… biz Hunlar gereğinden fazla menfaat düşkünüyüz!” Sert bir hareketle arkasına döndü ve elini salladı. “Onları atlarımızın üzerinde karşılayacağız!” Dört ya da beş adam hemen fırlayarak zengin süslemeli, eyerlenmiş atlar getirdiler. “Şu ikisine binelim! Sanırım en büyükleri bunlar.

” Karaton Kağan ve kayınbiraderi, Karpat Dağları’ndan Karadeniz kıyılarına kadar uzanan koca bölgede yaşayan Hun boylarının hükümdarları, bir ayaklarını üzengiye koyduktan sonra öne eğildiler ve yüksek eyerin üzerine sıçradılar. Savaş sırasında, düşmanlarına olduğu kadar dostlarına da korku salan duruşlarını, işte bu eyerlere borçluydular. “Bana hâlâ cevap vermedin” diye bağırdı Muncuk. Karaton atının üzerinde doğruldu. “Romalılara oğlun Attila’yı göndereceğiz” dedi yüksek ve gür bir sesle. Karargâhın en uzak köşesinde bulunanlar bile onu işitmişti. “Bleda bize burada lazım… geleceğin Büyük Kağan’ı olarak onu, o iğrenç Romalılara teslim edemeyiz.” Muncuk Han boğazından yükselen sevinç çığlığını güçlükle bastırdı. Bir Hun hanının kendi Büyük Kağan’ıyla yapabileceği en zor konuşmayı sonuçlandırmıştı. Fakat artık gurur ve mutlulukla nefes almaya devam edebilirdi. Batı Roma İmparatorluğu sarayının elçileri, bir zamanların görkemli lejyonlarını aratmayacak bir düzen ve disiplin içinde, üçlü sıralar halinde Hun kağanının karargâhına girdiler. Işıltılar saçan sorguçlu miğferleri ve dövme demir halkalardan yapılma zırhları içinde görkemli bir görünüşe sahip Romalı savaşçılar arasında birisi vardı ki, yaşının gençliğine rağmen sert ifadeli yüzüyle diğerlerinden hemen ayırt ediliyordu. “İşte bu rehinen Aetius” dedi Muncuk Han, Hunların Büyük Kağanı’na. “Fakat onun yanındaki – senin oğlun… Bleda değil mi? Romalının dizginlerini tuttuğu at kimin peki?” Muncuk ansızın atının dizginlerine asıldı ve Karaton’a sormaya lüzum görmeden ileri atıldı. Diğer atı tanımıştı.

Tahta eyerin üzerinde tozlar içinde ve kana bulanmış hareketsiz bir vücut yatıyordu. “Bleda!” diye bağırdı Muncuk. “Kardeşine ne oldu?” “Sana oğlun Attila’yı getirdim” diye cevap verdi Romalı Aetius, Bleda’nın yerine. Yunanca veya Latince değil, Karpatlarla Aşağı Tuna arasında yaşayan Hunların sert lehçesiyle konuşmuştu. “Nasıl oldu bu? Oğlumun nesi var?” diye bağırdı Muncuk. “Onu buraya gelirken buldum” diye cevap verdi, boz kısrağının üzerinde gururla oturan genç Romalı. “Doludizgin giderken attan düştü” diye ekledi Bleda, yüksek sesle. Sesinde belli belirsiz bir suçlama vardı. “Üzgünüm, Muncuk Han” dedi rehine. “Fakat Attila diye çağırılan… en küçük oğlun… sanırım ölmüş.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir