Uğur Mumcu – Söz Meclisten İçeri

«Parlamentolar toplumların aynalarıdır» sözü ne ölçüde doğrudur, bilemem. Belki bir bakıma doğrudur; parlamentolar, toplumlara «gökten zenbil ile» düşmez, milletvekilleri, senatörler, toplumların içinden çıkar; parlamento bu bakımdan bir «ayna» sayılabilir. «Parlamentolar toplumların aynaları» sözü bir bakıma da yanlıştır. Yanlıştır, çünkü, seçim sistemleri ve ülkenin yapısal özellikleri, halkı, parlamento aynasında olduğu gibi yansıtmaz. Bu aynada, çoğu kez birbirlerine benzer görüntüler, başka başka «makyajlarla» yansıtılır. Örneğin bir seçim sisteminden bir başka seçim sistemine göre bu «ayna» birbirlerinden farklı, değişik görüntüleri verir. Günlük dilde «millî irade» olarak adlandırılan seçim sonuçlarını seçim sistemleri açısından değerlendirdiğinizde, bu «millî irade»nin, bir önceki parlamentonun belirlediği seçim yasasına göre değişik sonuçlar verdiğini görürsünüz. Öyleyse bunlardan hangisi «millî irade», hangisi değildir? Buna yanıt bulmak gerekir. Hukuk alanında olduğu gibi, siyasal konularda da soyut ve genel kavramlarla konuşmak insanların kolayına gelir. Sözgelişi «millî irade» deyince, bu tılsımlı sözün yaratacağı yankılarla çok «bilimsel» 5 konuştuğumuzu sanırız. Bunun gibi, «egemenlik» deyince hükümetin, bakanlıkların, meclislerin «manevî şahsiyetleri;» deyince, olupbitenleri, hükümetleri, bakanlıkları, meclisleri oluşturan kişilerden soyutlayarak, konuları, bir çeşit «metafizik» bulutlar içine sokarız. Bunu yaptık mı, gerisi kolay; bundan sonra kim «millî irade»ye karşı çıkabilir, kim «egemenlik» kavramını eleştirebilir, kim «manevî şahsiyet» kavramının dokunulmazlık zırhını deler! Yirminci yüzyıl akıl çağıdır. Yirminci yüzyılda her konu, özgürce ve serbestçe tartışılmalıdır. İlk Yunan uygarlığından, islâm kültürüne, islâm kültüründen, hristiyan uygarlığına, buradan, burjuva devrimlerine, sosyalist kültüre kadar, insanlığın sahip olduğu bütün «düşünce mirası», yirminci yüzyılın insanına açık olmalıdır. Özgür insanlık, yüzyılların biriktirdiği bu görkemli mirası, yirminci yüzyılın insanına cömertçe açmalıdır.


Ben diyorum ki, «tartışalım», bütün konuları tartışalım. Tartışmaya, bu tartışma uygarca olduğu sürece, hiçbir sınır, hiçbir yasak getirilmemeli; getirilmemeli ki, bu insanlık mirasından, özgürce ve eşitçe yararlanalım! Örneğin «millî irade», örneğin «egemenlik», örneğin «manevî şahsiyet» nedir, ne değildir, bunları tartışalım. Bir seçim sisteminden bir başka seçim sistemine değişik sonuçlar veren oylama biçimi «millî irade» midir, yoksa yalnızca seçim sistemlerine göre belirleşmiş yöntemlerle elde edilen «çoğunluk iradesi» mi?. Ya da «millet egemenliği» diye tanımlanacak bir «egemenlik» biçimi var mıdır? Var mıdır ki, «millî irade», «millet egemenliği» ve «manevî şahsiyet» kavramları yıllardır bizleri ipotekleri altına alır? 6 Ünlü Fransız hukukçusu Duguit, «hayır» diyor, «millet egemenliği öğretisi, kralın ilâhî hakkı yerine milletin ilâhî hakkını geçirmekten başka bir şey , yapmamıştır.» Ve devam ediyor: «Eğer bir karar 500’e karşı 1000 oyla alınmış ise gerçekten 1000 kişi iradeleriyle öteki 500 kişiye hükmetmiş olurlar. Bu takdirde sizin millet egemenliği dediğiniz nesne 1000 kişinin elinde demektir ve 100 bireysel irade, öteki iradelere hükmetmek savındadır ve bu kralın iradesi ile tabasına hükmetmek istemesinden daha hak-‘ lı bir sav değildir. Millet egemenliği sadece azınlığın çoğunluğun boyunduruğuna girmesi demektir.» Doğru ama demokrasilerde başka yol var mı? Elbette oylama yapılacak, elbette çoğunluk görüşü geçerli görüş sayılacak. Duguit buna «hayır» demiyor. Bu ünlü hukukçu, yalnızca, devletin dayandığı öğretiyi bir başka temele dayamaya çalışıyor. Diyor ki, «bir hükümet, memlekette mevcut belirli politik kuvvetlere dayanmadıkça ve bundan başka kendisine düşen sosyal görevleri yerine getirmedikçe vücut bulamaz ve tutunamaz». Duguit’e göre böyle bir hükümetten söz ediliyorsa, ortada devlet olarak «örgütlenmiş bir aygıt» söz konusudur. Her toplum, «yönetenler» ve «yönetilenler» diye iki ana bölüme ayrılır. Yönetenler «zorlama yetkisine» sahiptirler. İradeleri, yönetici ya da yöneten olarak ayırmak yapay bir çaba olur; çünkü «bütün iradeler ferdî iradelerdir»; yöneticilere üstün güç veren yetki, iradenin yöneldiği amaca göre değerlendirilir.

İradeyi, «bireysellikten kurtaran da budur. Yani, bireysel nitelikteki iradenin kamu hizmetinin örgütlenmesi ve işlemesi amacı, iradeyi, bireysellikten kamusallığa dönüştürür. Duguit diyor ki: — «Meselâ Fransız devletine düşen vazifeler7 den bahsettiğimiz vakit, egemen kişi sayılan Fransız devletine değil (bu sadece varsayılan bir kavramdan başka birşey değildir), fiilen politik kudreti elinde tutan, etten ve kemikten olan fertlere, üç- yüz senatöre, altı yüz milletvekiline, cumhurbaşkanına, on üç bakana düşen görevleri kastediyoruz.» (Duguit Leon, Kamu Hukuku Dersleri, Ank. 1954, s: 75) Gelmek istediğim nokta budur. Evet, insan toplumları, genel olarak «yönetenler» ve «yönetilenler» olmak üzere ikiye ayrılırlar. Her toplumda, sınıflar, tabakalar, sosyal gruplaşmalar vardır. Yönetici kadro, bu yapısal özelliklere göre renk ve biçim alır. Ama yönetenler de, tıpkı yönetilenler gibi, etten -kemikten oluşan insanlardır. Bu insanların tutum ve davranışları, hukukta artık «metafizik» diyebileceğimiz genel kavramların dokunulmazlık alanlarına sokulursa, hiçbir siyasal gerçek olduğu gibi tartışılmaz. Hükümeti mi eleştireceksiniz? Hayır eleştiremezsiniz!. Hükümet «manevî şahsiyet» zırhı içindedir, parlamento üyelerini mi eleştireceksiniz? Onlar da böyle, aynı «manevî şahsiyetsin koruyucu kanıtları altındadır. Nedir öyleyse, «manevî şahsiyet?» Bir bilim adamımız yazıyor, «şahıs» Türkçede, sözcük olarak, «uzaktan sezilen karartı» demekmiş! (Arsebük Esat, Başlangıç ve Şahsın Hukuku, İst. 1938, s: 171). Böyleyse, «manevî şahsiyet» kavramının yorumu çok kolaylaşıyor! Haydi şakayı biraz daha artıralım : «Şahıs» sözcüğünün yabancı dillerdeki karşılığı, Fransızca «porsonne», Almanca ve İngilizcede «person», İtalyancada «persine», latince «personasdır.

Latince «persona» sözcüğü «maske» anlamında kullanılırmış; «Roma’da aktörler sahneye çıkarken, yüzlerine temsil ettikleri kişilerin maskelerini» geçi8 rirlermiş! (Ataay Aytekin. Şahıslar Hukuku, İst. 1969, s: 16). Öyleyse nedir bu «manevî şahsiyet?» Hukukta üniü bir sözdür «hiçbir hükmî şahıs ile kahvaltı yapılmaz», hükmî şahsiyet (tüzel kişilik) gibi, «manevî şahsiyet» kavramı da yalnızca bir varsayımın sonucudur. Öyle bir varsayım ki, etten – kemikten insanları, yöneticileri, politikacıları, eleştiri oklarından korumaya yarar. «Manevî şahsiyet» sözcük anlamında olduğu gibi, bir «maskedir» ya da «uzaktan sezilen karartı»! Demokrasiyi savunmak, özetle «özgürlüğü savunmak» demektir. Toplumun her türlü düşünceye açık olması, her türlü sorunun açıkça ve özgürce tartışılması demektir. Sosyal sınıf ve tabakaların, siyasal parti, sendika ve dernek olarak örgütlenmeleri demektir. Yöneticilerin, özgürce eleştirilmeleri, iktidar çarkının, bu özgür ortam içinde, genel oyla el değiştirmesi demektir. Bu süreç içinde bu «manevî şahsiyetsin kadroları, yani bu «maddî şahsiyet», bütün tutum ve davranışları ile eleştiriye açık olmalı mı, olmamalı mı? Açık rejim ile totaliter yönetimleri ayırdedici çizgi bu soru işaretinden geçmektedir. Bu kitaba konu olan olaylar, çoğunlukla parlamento yaşamındaki çirkin görüntülerdir. Bu görüntüler, her parlamentonun bir «kurum» olarak saygınlığına gölge düşüren çirkin söz ve davranışlardır. Bu gibi söz ve davranışlar, parlamentolar içinde bir «azınlık» tarafından sahneye konurlar. Bu bakımdan, bu sözleri, parlamentolarda onurla, özveri ile, erdem ile görev yapmış parlamenterlere ve kurum olarak parlamentoya maletmek çok ama çok büyük haksızlık olur. Bu davranışlar, parlamentoları oluşturan çoğunluklar tarafından çoğu kez acıyla izlenmiştir.

9 Ama ne yazık ki, bu tür davranışlardan parlamentoları koruma yolu bulunamamış ve bu «azınlık» parlamento çalışmalarını, gözle görülür biçimde engellemiştir. Ve işin daha da acısı, bu «azınlık» bu çirkin görüntülerini «manevî şahsiyet» adı verilen bir dokunulmazlığın gölgesine sığınarak sergilemiştir. «Manevî şahsiyet» devlet ile hükümet, hükümet ile parlamentoların içice ve özdeş olduğu «tek parti» yönetimlerine özgü bir koruyucu kalkandır. Çoğulcu demokrasilerde siyasal kadroları bu tür metafizik kavramlarla korumak artık yersizdir. Parlamenterleri, bakanları, hükümet üyelerini koruyucu ceza yaptırımları varolduğuna göre, ayrıca bir «manevî şahsiyet» kavramı yaratmanın demokratik eleştiri ortamını kısıtladığı, artık bunca deneyden sonra kabul edilmelidir. Bu kitabın içinde eleştiri konusu, «kurum» olarak «parlamento» değildir. Parlamentoları oluşturan kişilerin aritmetik çoğunluğu da değildir. Bu kitap ile yalnızca, parlamento çalışmalarını engelleyen, kürsülerde yurt ve dünya sorunlarının özgürce konuşulmasını engelleyen sorumsuz bir «azınlık» eleştirilmiş; bu azınlığın sergilediği çirkinlikler eleştiri konusu yapılmıştır. Şu küçük kitap şu olumsuz gelişmeyi vurguluyor. Parlamento yaşamımızda sövgülü tartışmalar, gün geçtikçe yoğunluğu artırıyor ve bu konudaki duyarlık, önce anlaşılmaz bir hoşgörüye, sonra sorumsuzluğa ve kayıtsızlığa dönüşüyor. 1877 Meclis-i Me-busan’ında Ahmet Vefik Paşa’nın «sus eşek» (*) (*) Bazı yerli ve yabancı kaynaklar, Meclis-i Me-busan’ın başkanı Ahmet Vefik Paşa’nın bir mebus’a «sus eşek» dediğini kaydetmektedirler. (Bernard Lewis, The Emergence of Modern Turkey, London, Oxford Üniver-stiy Press. 1961, s: 165, aynı yapıtın Türkçe çevirisi, Mo10 sövgüsü ile başlayan sövgü yarışı, 1980 yılında en bayağı biçimlere bürünüyor. İlk Büyük Millet Meclisi’nde «Şu Recebi arze-deyim. Eskişehir’in sükûtundan iki ay evvel Recep namında, birinci defa kerhaneci, ikinci defa dolandırıcı, üçüncü defa hırsız, dördüncü defa, şuna, buna böyle yapan, oğlan ve erkek getiren bir teres ki» sözleri, «efendi hazretleri bir parça nezahat» uyarısı ile karşılanırken (TBMM, : 124, 8.

12.1337, s: 2, s: 448), sonradan «hoşt’lar, puşt’lar, hassıktir lan orospu çocukları» anlaşılmaz bir kayıtsızlıkla geçiştirilmiştir. Evet, niye bu hale gelindi? Parlamento çalışmalarını izlerken bu yozlaşmanın nedenlerini düşündüm. Bir üye, örneklerini ilerdern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1970, s: 167. Lewis, Daily News gazetesi İstanbul muhabiri Sir Edwin Pears’ın Abdülhamid adlı yapıtına yollama yaparak bu bilgiyi vermektedir. (Life of Abdülhamid, Londra, 1971, s: 49-51)

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir