Umberto Eco – Beş Ahlak Yazısı

Bu kitapta bir araya getirilen yazıların iki ortak özelliği var: İlki, konferanslarda sunulmak veya güncel konuları yorumlamak üzere, değişik vesilelerle yazılmış olmaları; İkincisi ise, konuların çeşitliliğine rağmen, etik nitelikli olmaları. Bir başka deyişle, bu yazılar, neyi yapmanın iyi olacağı, neyi yapmamak gerektiği ve neyin hiçbir biçimde yapılamayacağı hakkındadır. Çeşitli vesilelerle yazılmış oldukları için, hangi koşullarda yazıldıklarını açıklamamın şart olduğunu düşünüyorum; aksi takdirde anlaşılmaları güç olabilir. “Savaşı Düşünmek”, Körfez Savaşı günlerinde 1 Nisan 1991’de La Rivista dei Libri’de yayımlandı. “Ebedi Faşizm”, Columbia Üniversitesi İtalyan Dili ve Edebiyatı ile Fransız Dili ve Edebiyatı bölümlerinin Avrupa’nın özgürleşmesini kutlamak üzere düzenledikleri 25 Nisan 1995 tarihli sempozyumda İngilizce olarak sunulmuştur. Aynı yazı daha sonra “Eternal Fascism” (Ebedi Faşizm) başlığıyla The New York Reıneıv ofBooks’un 22 Haziran 1995 tarihli sayısında yayımlanmış; “Totalitarismo fuzzy e Ur-Fascismo” (Fuzzy Totalitarizm ve Kök-Faşizm) başlıklı İtalyanca çevirisi La Rivista dei Libri’nin Temmuz-Ağustos sayısında çıkmıştır (bu kitapta sunulan metin, birkaç biçimsel değişiklik dışında söz konusu çeviriyle aynıdır). Ama, bir nokta göz ardı edilmemelidir: Yazı, Amerikalı öğrenciler düşünülerek yazılmış ve Amerika’nın Oklahoma suikastıyla sarsıldığı, Amerika Birleşik Devletleri’nde aşırı sağcı askerî örgütlerin varlığının keşfedildiği (hiç de gizli bir gerçek değildi bu) günlerde sunulmuştu. Bu yüzden, o ortamda faşizm karşıtlığı teması özel anlamlar ediniyordu ve tarihsel düşünmenin amacı, farklı ülkelerde güncel sorunlar üzerine düşünmeyi teşvik etmekti; konferans metni daha sonra birçok dile çevrilip çeşitli gazete ve dergilerde yayımlandı. Metinde İtalyan okurunun bileceği olaylar hakkında neredeyse ortaokul bilgilerinin ve açıklamalarının verilmesinin, Roosevelt’in sözlerinden alıntılara, Amerikan faşizm karşıtlığına ilişkin göndermelere başvurulmasının ve özgürleşme günlerindeki AvrupalıAmerikalı buluşmasının ısrarla vurgulanmasının nedeni, konuşmanın Amerikalı öğrencilere yapılmış olmasıdır. “Basın Hakkında”, Carlo Scognamiglio başkanlığında İtalyan Senatosu’nun düzenlediği bir dizi seminer sırasında, senato üyelerine ve önde gelen İtalyan gazetelerinin yöneticilerine sunulan bir değerlendirme yazısıdır; metnin sunumunu senatörler ve gazete yöneticileriyle yapılan kapsamlı bir tartışma izlemişti. Yazı, gene İtalyan Senatosu’nun yayımladığı şu kitapta yer almıştır: Gli Incontri di studio a Palazzo Giustiniani. Stampa e mondo politico oggi (Palazzo Giustiniani’de İnceleme Buluşmaları. Günümüzde Basın ve Siyaset Dünyası), Roma, Senato Matbaası, 1995. Aynı kitapta şu kişilerin yazıları da bulunmaktadır: Carlo Scognamiglio, Eugenio Scalfari, Giulio Anselmi, Francesco Tabladini, Silvano Boroli, Walter Veltro-ni, Salvatore Carruba, Darko Bratina, Livio Caputo ve Paolo Mieli. “Öteki Sahneye Girdiğinde”, Liberal dergisinin düzenleyip yayımladığı dört mektupluk bir yazışma sırasında Kardinal Martini’ye verdiğim yanıtlardan biridir.


Bu mektuplar daha sonra küçük bir kitapta bir araya getirilmiştir: Che cosa crede chi non crede? (İnanmayan, Neye İnanmış Olur?), Roma, Atlantide Editoriale, 1996. Benim metnim, Kardinal Martini’nin bana yöneltmiş olduğu sorunun yanıtıdır: “Mutlak bir etik kurmak için metafizik ilkelere veya her durumda aşkınsal değerlere ve evrensel olarak geçerli kategorik buyruklara başvurmak istemeyen kişinin ahlaksal davranışının kesinliği ve mutlaklığı neye dayanır?” Elbette, tartışmanın genel çerçevesini görmek üzere okur yukarıda anılan kitaba başvurmalıdır; bu kitap, Emanuele Severino, Manlio Sgalambro, Eugenio Scalfari, Ind-ro Montanelli, Vittorio Foa ve Claudio Martelli’nin değerlendirmelerini ve katkılarını da içermektedir. “Göçler, Hoşgörü ve Hoşgörülemeztik” çeşitli yazılarımdan derlenmiştir. İlk bölüm, 23 Ocak 1997’de, Valencia Belediyesi’nin 2000 yılına ilişkin görüşler konusunda düzenlediği kongrenin açılışında yapılan konuşmanın ilk kısmıdır. İkinci bölüm, Academie Üniverselle des Cultures’ün düzenlediği 26-27 Mart 1997 tarihli hoşgörüsüzlük konulu uluslararası forumun giriş konuşmasının çevirisi ve uyarlaması niteliğindedir. Üçüncü bölüm ise, Roma askerî mahkemesinin Priebke hakkındaki kararı dolayısıyla yazmış olduğum ve Repubblica’da yayımlanan “Non chiediamoci per chi suona la campana” (Çanların Kimin İçin Çaldığını Sormayalım Kendimize) başlıklı yazıdır. SAVAŞI DÜŞÜNMEK Bu yazıda büyük S harfiyle yazılmış Savaş’tan, ulusların açık onayı alınarak yapılan, çağdaş dünyada edindiği biçimiyle “sıcak” savaştan söz edilmektedir. Yazı, çeşitli ülkelerin askerî güçlerinden oluşturulmuş birliklerin Kuveyt kentine girdiği günlerde yayımlandığından, olasıdır ki -ani değişiklikler söz konusu olmazsa- herkesin Körfez Savaşı’nın tatmin edici bir sonuca ulaştığını (başlatılma amaçlarına uygun olduğu için) düşündükleri bir sırada okunacaktır. Bu durumda, savaşın olanaksızlığından ve yararsızlığından söz etmek, bir çelişki gibi görünecektir, çünkü artık hiç kimse öngörülen sonuçlara ulaşılmasını sağlayan bir girişimi yararsız veya olanaksız olarak görmek istemeyecektir. Gene de, olaylar nasıl gelişirse gelişsin, bu yazıda sergilenen düşünceler geçerli olmak zorundadır. Hatta, savaşın “yararlı” sonuçlara ulaşılmasını sağlaması durumunda daha da geçerli olmak zorundadır; çünkü böyle bir sonuç, insanların, belirli durumlarda, savaşın makul bir olasılık olduğu kanısına varmalarına yol açabilir. Oysa, böyle bir görüşü reddetmek zorundayız. Savaş başladı başlayalı, bu dram karşısında gerekli konumu almadıkları için “entelektüeller’i suçlayan konuşmalara veya yazılara tanık olduk. Konuşan veya yazan kimselerin çoğunluğunu genellikle entelektüeller (sözcüğün dar anlamıyla) oluşturduğundan, kimlerin konuşması istenen sessiz azınlığa dahil olduğu sorusu geliyor akla. Belli ki, bu kimseler, söz konusu iki taraftan birini seçerek, “olması gerektiği gibi” görüş bildirmeyenlerdi.

Bunun kanıtı da şudur: Gün geçmiyordu ki, karşısındaki kişinin beklentilerine aykırı görüş öne sürenler hain entelektüel damgası yemesin, ya savaşsever kapitalist yanlısı oluyordunuz, ya Arapsever barış yanlısı. Çoğunluk korosu içinde kitle iletişim araçlarının karşıtlığı da herkesin başkasının suçlamalarını hak etmesini sağlayacak şekilde gerçekleşiyordu. Çatışmanın gerekliliğini ve kaçınılmazlığını savunanlar gelenekçi müdahaleciler olarak görülüyordu; geçmiş otuz kırk yılın sloganlarından ve ritüellerinden kendilerini kurtaramayan barışçılar her an binlerinin savaşçılığını ödüllendirmek için birilerinin teslim olmasını isteme suçlamasıyla karşı karşıya kalıyorlardı. Kötülükten arınma ritüelinin bir parçası olarak, çatışmayı destekleyenler savaşın ne kadar acımasız olduğunu belirterek söze giriyorlar, çatışmaya karşı koyanlar ise Saddam’m ne kadar acımasız olduğundan dem vurarak konuşmaya başlıyorlardı. Bu iki durumda da meslekten entelektüeller arasındaki bir tartışmaya tanık olmakla birlikte, entelektüel işlevin yerine getirilmesine tanık olamadık. Entelektüellerin tanımlanması güç bir kategori olduğunu biliyoruz. Oysa, “entelektüel işlev”i tanımlamak güç değildir. Entelektüel işlev, insanın kendi hakikat kavramını, o hakikati yeterince yansıttığı kabul edilebilecek tarzda, eleştirel olarak ortaya koymasıdır. Herhangi bir kimse, kendi durumu üzerine düşünen ve bir biçimde bunu dile getiren toplumdışı bir kişi de entelektüel işlevi yerine getirebilir; buna karşılık, olaylara duygusal tepki gösteren, olayları düşünce süzgecinden geçirmeyen bir yazar bu işleve aykırı davranmış olur. Bu yüzden entelektüel, devrim çığırtkanlığı yapmamalıdır, diyordu Vittorini. Seçim yapma sorumluluğundan kaçmak için değil (entelektüel, kişisel olarak bu seçimi yapabilir); eylem anı tüm anlam ayrımlarının ve anlam belirsizliklerinin ortadan kaldırılmasını gerektirdiği (her kurumda karar veren kişinin değişmez işlev,dir bu), oysa entelektüel işlevin anlam belirsizliklerini saptayıp gün ışığına çıkarmak gibi bir sorumluluğu olduğu için. Entelektüelin birinci görevi kendi yoldaşlarını eleştirmektir (“düşünmek”, Doğrucu Davut rolünü oynamak demektir). Entelektüel, kendini özdeşleştirdiği ve olumsal hataları dışında insanların iyiliği için uğraştıklarını düşündüğü kimselere ihanet etmekten korktuğu için sessizliği seçiyor olabilir. Tarihte sayısız örneklerini gördüğümüz trajik seçimler de vardır; böyle bir seçim yaparak, bağlılığın hakikatle bağdaştırılamayacağını düşündüğü için, inanmadığı bir savaşı savaşıp ölümü arayarak, ölüme gidenler görülmüştür. Ama bağlılık ahlaksal bir kategoridir, hakikat ise kuramsal bir kategori.

Entelektüel işlevin ahlaksal işlevden ayrı tutulamayacağı da bir gerçektir. Entelektüel işlevi yerine getirmeye karar vermek ahlaksal bir seçimdir, tıpkı cerrahın bir yaşamı kurtarmak için canlı eti kesme kararı almasının ahlaksal bir seçim olduğu gibi. Ama cerrah, ne kesme işlemini gerçekleştirdiğinde acıma duygusuna kapılmalı-dır, ne de cerrahi müdahaleyi sürdürmenin bir işe yaramayacağını gördüğü için açtığı yeri kapadığında. Entelektüel işlev duygusal açıdan katlanılması olanaksız sonuçlara da yol açabilir, çünkü kimi zaman bazı sorunları çözümsüz olduklarını ortaya koyarak çözmek zorunda kalır insan. İnsanın vardığı sonucu dile getirmesi ahlaksal bir seçimdir, dile getirmemesi de (belki de yanlış olduğunu umarak). Bir anlığına bile olsa “insanlık görevlisi” görevini üstlenen kişinin dramı budur. Savaş yapılmaması gerektiğini söyleyen, dua eden ve olayların karmaşıklığına oranla son derece yetersiz görünen alternatif çözümler sunan papanın konumu epey alay konusu oldu, Katolik kesim bile katıldı bu alaya. Papayı haklı çıkarmak için dostları da düşmanları da zavallının yalnızca mesleğini yaptığını, zaten başka türlü konuşmasının da mümkün olmadığını söylediler. Doğru, l’apa (hakikatle ilgili kendi bakış açısından) entelektüel işlevi yerine getirmiş ve “Savaş yapılmamalıdır” demiştir. Papa, Incil’i tam anlamıyla uygulamak istiyorsak, öteki yanağımızı uzatmamız gerektiğini söylemelidir. Peki ama, biri beni öldürmek istiyorsa ne yapmalıyım? “Elinden ne geliyorsa onu,” demek zorundadır papa, “senin sorunun bu”; meşru müdafaanın dinsel açıdan geçerliliği olsa olsa daha sonra, insani zaafı telafi etmek üzere (bu zaaf yüzünden, hiç kimse kahramanca erdemli bir davranış ortaya koymak zorunda değildir) öne sürülecektir. Konum öylesine kusursuzdur ki, papa pratik bir yol gösterme olarak anlaşılabilecek başka herhangi bir şey söylerse (ve söylediğinde), entelektüel işlevini bir yana bırakmış ve siyasal bir seçim yapmış olur (bu da onun sorunudur) . Öyleyse, entelektüel cemaatin kırk beş yıldır savaş sorunu konusunda susmadığını söylemek gerekir. Entelektüeller savaştan söz ettiler; üstelik öyle misyonerce bir bağlanımla söz ettiler ki, dünyanın savaşı görme tarzı kökten değişti. İnsanlar olanların dehşetini ve belirsizliğini hiç bu kadar derinden hissetmemişlerdi.

Birkaç öfkeden gözü dönmüş dışında, kimsenin tümüyle olumlu veya tümüyle olumsuz görüşleri yoktu. Savaşın çıkmış olması entelektüellerin söyleminin tamamıyla başarıya ulaşmadığının, yeterli olmadığının, yeterli tarihsel zemini bulamadığının bir göstergesidir. Ama bu ikincil bir yöndür. Günümüzde dünya savaşa yirminci yüzyılın başında baktığından farklı bakmaktadır ve bugün herhangi biri Marinetti’nin gelecekçilik bildirgesinde söylediği sözleri söylese (“Biz dünyadaki gerçekten sağlıklı tek şeyi, yani savaşçı ve ölüme götüren güzel düşünceleri yüceltiyoruz”), edebiyat tarihine değil psikiyatri tarihine geçer. Namus davası veya kısas yasasıyla ilgili olanlar savaş konusunda da olmuştur: Namus uğruna cinayet işlenmediği veya kısas yasasının uygulanmadığı söylenemez; ancak toplum, bir zamanlar bunları olumlu şeyler olarak görürken, artık olumsuz olarak değerlendirmektedir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir