Dört büyücü, ağır adımlarla Işık Dağı’nın doruğuna uzanan dört ayrı patikayı tırmanıyorlardı: Ufkun dört noktasından geliyorlardı; sırtlarındaki heybelerde ateş ayininde kullanılacak olan kokulu ağaç dalları doluydu. Gündoğumu Büyücüsü’nün sırtında mavi hareli pembe bir pelerin, ayaklarında ise geyik derisinden sandaletler vardı. Günbatımı Büyücüsü altın benekli al bir giysiye bürünmüştü; omuzlarından sarkan uzun ipek atkı da aynı renkteydi. Öğle Büyücüsü üzerine altın başaklar işlenmiş mor bir tunik, ayaklarına yılan derisinden terlikler giymişti. Dördüncü kişi ise Gece Büyücüsü idi, doğmamış kuzuların yünlerinden dokunmuş, gümüşsü yıldızlarla bezeli kara giysisiyle ilerlemekteydi. Adımlarını, sanki yalnızca kendilerinin işitebildikleri bir ezgiye uydurarak yürüyorlardı; biri taşlı yolda tırmanıp, biri düz patikada yürüyüp son ikisi kurumuş ırmakların kumlu yataklarında ilerleyerek, eşit uzaklıkları eşit adımlarla aşarak tapınağa yaklaşıyorlardı. Taş kulenin dört girişine aynı anda ulaştıklarında şafak, yaylanın göz alabildiğine uzanan ıssız topraklarını inci parıltısı ile ışıtmaya başlamıştı. Giriş kemerlerinin altında birbirlerinin yüzlerine bakarak eğildiler, sonra sunak masasına yaklaştılar. Ayine önce Gündoğumu Büyücüsü başladı ve sandal ağacı dallarını kare biçiminde sunağa yerleştirdi; sonra Öğle Büyücüsü akasya sürgünlerini çaprazlamasına bunların üzerine koydu. Günbatımı Büyücüsü bu temel üzerine Lübnan Dağı ormanlarından topladığı, kabuklarını soyduğu sedir ağacı dallarını bıraktı. Son olarak da Gece Büyücüsü yıldırımlar yemiş, yüksek dağların güneşinde kurumuş Kafkasya meşelerinin ayıklanmış dallarını yerleştirdi. Sonra dördü birden heybelerinden kutsal çakmaktaşlarını çıkararak aynı anda minik piramidin altında mavimsi kıvılcımlar yarattılar; önce cılız ve ürkek olan alevlerin güçlenmesini, canlanmasını beklediler. Giderek beyaza yaklaşan mavi alev dilimleri, bir bütün olarak göklerin Ateş’ine, gerçeğin ve şanın tanrısı, zamanın ve yaşamın efendisi Ahura Mazda’nın tanrısal soluğuna benziyorlardı. Büyük taş kulenin içinde işitilen yalnızca ateşin gizemli şiirinin mırıltısıydı; sonsuz ülkelerinin merkezinde kımıltısız duran dört erkeğin solukları bile duyulmuyordu. Taş sunağa bir sanat yapıtı gibi dizilmiş dalların basit mimarisinden kazandıkları biçimlerle yükselen alevleri kendilerinden geçmişçesine seyreden büyücüler, bu saf ışığı, ışığın bu büyüleyici dansını sabit bakışlarla izlerken halkları ve Kralları için dua ediyorlardı. Büyük Kral, Kralların Kralı uzaklarda, ölümsüz Persepolis’te sarayının kanatlı boğalarla, şaha kalkmış aslanlarla korunan, eflatun ve altın rengi sütunlarla süslenen göz kamaştırıcı salonunda oturmaktaydı. Sabahın bu saatinde, bu ıssız ve büyülü ortamda hava son derece ağırdı; böyle de olmalıydı zaten; çünkü göksel Ateş’in tanrısal doğasının biçimlerini ve devinimlerini kazanabilmesi için özgün kaynağına, Tanrıların Katı’na dek uzanabilmesi gerekiyordu. Ama ansızın, etkili bir güç, alevlere doğru esti, onları yok etti. Büyücülerin şaşkın bakışları altında korlar da kömür karasına dönüştüler. Başka bir işaret ya da ses yoktu, boş gökyüzünde yükselen bir şahinin çığlıkları dışında kimse tek söz etmedi. Dört adam sunağın yanı başında kalakaldılar; hüzünlü bir önseziyle sessizce gözyaşı döktüler. İşte o anda, uzaklarda, Batı’nın uzak bir ülkesinde genç bir kadın titreyerek kadim bir tapınağın meşelerine yaklaşmış, karnında kımıldadığını ilk kez hissettiği yavrusunun kutsanması için dua ediyordu. Kadının adı Olympias idi. Bebeğin adını ise binlerce yıllık dallar arasından esen, dev ağaç gövdelerinin diplerindeki ölü yaprakları savuran güçlü rüzgâr açıkladı: İSKENDER 1 Olympias’ın Dodona Tapınağı’na gitmek istemesinin nedeni, şaraba ve yiyeceğe doymuş kocasının, yani Makedon Kralı Philippos’un yanında uyurken onu etkisi altına almış olan bir önsezi, bir esindi. Düşünde koridorlar boyunca usul usul süzüldükten sonra sessizce yatak odasına giren bir yılan görmüştü. Olympias onu görüyor, ama kımıldayamıyordu, bağıramıyor ve kaçamıyordu. İri sürüngenin bedeni taş zemin üzerinde sarmal sarmal kayarken pulları, ayın pencereden sızan ışıkları altında altın ve bakır yansımalarla parlıyordu. Bir an için Philippos’un uyanmasını, onu kolları arasına alarak, kaslı ve güçlü göğsüne dayayarak ısıtmasını, büyük savaşçı elleriyle okşamasını arzuladı; ama hemen sonra bakışları o drakon’a, bir hayalet, büyülü bir yaratık gibi ilerleyen, tanrıların keyifleri için yeryüzünün derinliklerinden çıkarıp yolladıklarına benzeyen o mucizevi hayvana çevrildi. Şimdi, tuhaf bir biçimde korkusu yok olmuştu, tiksinti bile hissetmiyordu; hatta bu kıvrımlı devinimlerden, bu sessiz ve sevimli erkten hoşlanmaya bile başlamıştı. Yılan yorganların altına süzüldü, genç kadının bacakları ve göğüsleri arasından kaydığında, Olympias bu yaratığın şiddet uygulamadan, bir kötülük yapmadan, hafifçe ve soğukça, ona sahip olduğunu hissetti. Düşünde yılanın tohumlarının, kocasının şaraba ve uykuya yenik düşerek devrilmeden önce, bir boğa gücüyle, bir domuz coşkusuyla içine akıtmış olduğu tohumlarına karıştığını gördü. Ertesi gün Kral zırhını kuşanmış, generalleriyle birlikte yabandomuzu eti ve koyun peynirinden oluşan kahvaltısını etmiş, savaşmak üzere yola çıkmıştı. Bu, kendi halkı Makedonlardan daha barbar olan bir halka, Triballilere karşı açılmış bir savaştı. Bu insanlar Avrupa’nın en büyük ırmağı Istros (Tuna) kıyılarında yaşıyor, ayı postları giyiyor, tilki kürkünden başlıklar takıyorlardı. Philippos, yola çıkmadan karısına yalnızca şunları söylemişti: “Ben burada yokken tanrılara kurban vermeyi unutma ve karnında bana benzeyen bir erkek evlat büyüt.” Sonra doru atına atlamış, generalleriyle birlikte dörtnala ileri atılmış, sarayın duvarlarının atların nal sesleri ve silahların şakırtısıyla sarsılmasına yol açarak uzaklaşmıştı. Onun hareketinden sonra Olympias sıcak bir banyo yaptı. Hizmetçileri yaseminlerin ve Pieria güllerinin özüyle kokulandırılmış suya batırdıkları süngerlerle sırtını ovarlarken, bir hizmetçisini göndererek Artemisia’yı, Philippos ile evlenmek üzere geldiği Epir ülkesinden beraberinde getirdiği iri göğüslü, dar kalçalı kadını, iyi bir aileden gelen yaşlı sütannesini çağırttı. Artemisia’ya düşünü anlatan Kraliçe, “Bir tanecik Artemisiam, sence bu düşün anlamı nedir?” diye sordu. Sütannesi onu sıcak banyodan çıkarıp Mısır keteninden havlularla kurulamaya başladı. “Çocuğum, düşler her zaman tanrıların mesajlarıdır, ama pek az kişi bunları yorumlamayı bilir. Ben, tapınaklarımızın en eskisine, ülkemiz Epir’de bulunan Dodona orakl’ine danışman gerektiğini düşünüyorum. Orada bulunan rahipler ezelden beri insanların ve tanrıların babası Zeus’un, binlerce yıllık meşelerin dalları arasında esen rüzgârın, ilkbaharda ya da yazın yaprakları hışırdatarak, kışın ya da sonbaharda kuru dallar arasında gezerek yarattığı sesini yorumlarlar.” Ve böylece birkaç gün sonra Olympias, ormanlık tepeler arasındaki yeşil vadide yer alan görkemli tapınağa ulaşmak üzere yola koyuldu. Söylentilere göre bu, yeryüzünün en eski tapınaklarından biriydi; Zeus, babası Kronos’u göklerden kovarak gücü eline geçirdikten hemen sonra elinden iki güvercin havalanmıştı. Bu güvercinlerden biri Dodona’daki bir meşeye, öteki ise Libya’nın kızgın çölleri arasında bulunan Siva Vahası’nın bir palmiyesine konmuştu. O günden sonra bu iki yerde tanrıların babasının sesi duyulabilir olmuştu. Olympias, tapınağın rahiplerine, “Bu gördüğüm düşün anlamı nedir?” diye sordu. Rahipler papatyalar ve düğün çiçekleriyle bezeli bir çayırın ortasında taş taburelere çember halinde oturmuşlar, meşelerin yapraklarını sallayan rüzgârın sesini dinlemeye koyulmuşlardı. Kendilerinden geçmiş gibiydiler. Sonunda içlerinden biri şöyle dedi: “Bunun anlamı, senden doğacak oğlun, Zeus’un ve bir ölümlünün soyundan gelecek olmasıdır. Bunun anlamı, bir tanrının kanının, senin karnında bir insanoğlunun kanına karışmış olmasıdır. Dünyaya getireceğin evlat olağanüstü bir enerjiyle parlayacak, ama parlak ışık veren alevlerin kandilin duvarlarını yakıp onu besleyen yağı hızla tüketmesi gibi ruhu, onu içinde barındıran göğsünü tutuşturabilir. “Kraliçem, şanlı ailenin atası Akhilleus’un öyküsünü anımsa; ona da kısa ama şan dolu ve uzun ama karanlık iki yaşam arasında bir seçim yapma olanağı tanınmıştı. Akhilleus ilkini seçmişti: Ömrünü, gözleri kör eden bir anlık ışık uğruna kurban etmişti.” Olympias kaygıyla “Bu önceden belirlenmiş bir alın yazısı mıdır?” diye sordu. “Olası bir alın yazısıdır,” dedi bir başka rahip. “Bir insanın aşabileceği pek çok yol vardır, ama bazı insanlar tanrılardan gelen ve gene tanrılara dönmek isteyen değişik bir güçle donanmış olarak doğarlar. Oğlunun doğası gözler önüne serilinceye dek bu gizi yüreğinde sakla. O zaman her şeye, onu yitirmeye bile hazır ol, çünkü ne yaparsan yap onun yazgısını yaşamasına, ününün dünyanın sınırlarına dek ulaşmasına engel olamazsın.” Rahip konuşmasını tamamlayamadan, meşelerin arasında gezinen esinti ansızın güçlü ve sıcak bir güney rüzgârına dönüştü; kısa süre sonra öyle bir hız kazandı ki ağaçları eğilip bükülmeye, rahipleri pelerinleri ile yüzlerini örtmeye zorladı. Rüzgâr beraberinde tüm vadiyi karartan kızılımsı bir sis getirmiş, Olympias pelerinini başına ve bedenine sarmak zorunda kalmıştı. Kraliçe bu kasırganın ortasında yüzü olmayan bir tanrı heykeli gibi kımıltısız oturuyordu. Rüzgâr, geldiği gibi çekip gitti; sis dağıldığında bu kutsal mekânı süsleyen heykellerin, dikilitaşlar ve sunakların ince, kızıl bir tozla örtüldükleri görüldü. En son konuşan rahip parmağıyla bu toza dokundu ve sonra dudaklarına götürerek tadına baktı. “Bu tozu buraya Libya rüzgârları, Siva palmiyeleri arasında bulunan oraklin, Zeus Amon’un soluğu taşıdı. Bu olağanüstü bir mucize, görülmemiş bir işarettir; çünkü yeryüzünün birbirine böylesine uzak bu iki eski orakli aynı anda bize seslenmişlerdir. Oğlun uzaktan gelen çağrıları duydu ve belki de bu mesajı aldı. Günün birinde çölün kumlarıyla çevrili büyük bir tapınağın içerisinde bu sesleri yeniden duyacaktır.” Bu sözleri duyduktan sonra Olympias, Pella’ya, yolları yazın tozdan, kışın çamurdan geçilmez olan kentine dönüp korku ve heyecanla oğlunun doğumunu beklemeye başladı. Bir ilkbahar akşamı gün battıktan sonra Olympias doğum sancıları çekmeye başladı. Kadınlar kandilleri yaktılar; sütanne Artemisia, ebeyi ve daha önce yasal eşlerden ve başka kadınlardan doğmuş pek çok soylu çocuğun doğumunda bulunmuş olan Hekim Nikomakhos’u çağırttı. Nikomakhos zamanın geldiğini tahmin ettiğinden hazır beklemekteydi. Önlüğünü taktı, su kaynatılmasını istedi, ışık eksik olmasın diye de başka kandiller getirtti. Ama her kadının evladını dünyaya getirirken kendisine yalnızca bir başka kadının dokunmasını istediğini bildiğinden ebeye öncelik tanıdı. Ne olsa yeni bir can yaratılırken çekilen yalnızlığı ve acıyı ancak bir kadın anlayabilirdi. Kral Philippos, o anda Potidaia kentini kuşatmaya uğraşıyordu ve hiçbir şey uğruna savaş alanını terk etmezdi. Olympias’ın dar kalçaları ve hassas yapısı nedeniyle zor ve uzun bir doğum oldu. Sütannesi sürekli onun terini kuruluyor ve, “Dayan bebeğim, it haydi. Oğlunu görünce şu anda çektiğin tüm acıları unutacaksın,” diyordu. Sonra hizmetçi kızların sürekli yenilediği, gümüş tasların içindeki serin kaynak suyuyla dudaklarını ıslatıyordu. Ne var ki Olympias’ın acısı tüm duyularını yitirdiğini sanmasına yol açacak kadar arttığında Nikomakhos duruma el koydu ve ebenin ellerine yön vermeye başladı; öte yandan da Kraliçe’nin gücü tükendiğinden ve bebek zorlanmaya başladığından Artemisia’ya Kraliçe’nin karnına bastırarak bebeği itmesini söyledi. Hekim, Kraliçe’nin karnına kulağını dayadığında bebeğin kalp atışlarının yavaşladığını duydu. “Elinden geldiğince güçlü itmelisin,” diye buyurdu sütanneye. “Bebek hemen doğmalı.” Artemisia tüm gücüyle abanınca, Kraliçe daha şiddetli bir çığlıkla doğurdu. Nikomakhos göbek kordonunu keten iplikle bağladı, bronz makasla kesti ve saf şarapla yarayı dezenfekte etti. Ağlamaya başlayan bebeği, yıkamaları ve giydirmeleri için kadınlara emanet etti. Oğlanın yüzünü ilk gören Artemisia oldu ve adeta büyülendi. “Harika bir bebek değil mi?” derken, zeytinyağına batırdığı bir yün yumakla oğlancığın yüzünü siliyordu. Ebe bebeğin başını yıkadı; kurularken şaşkınlığını gizleyemedi: “Saçları altı aylık bir bebeğinki kadar uzun ve altın rengi yansımaları var. Küçük bir Eros’a benziyor.” Nikomakhos pek çok aile arasında yaygın olan bebeklerin kundaklanması alışkanlığından hoşlanmadığından, Artemisia ona ketenden minicik bir zıbın giydirdi. Sonra ebeye dönerek, “Sence gözleri ne renk?” diye sordu. Kadın kandilin birini eline alarak yaklaştı ve bebeğin gözlerinde bir an için gökkuşağının yanıp söndüğünü gördü. “Bilmiyorum, bunu söylemek zor. Bazen mavi, bazen kara, hatta kapkara görünüyor. Belki de anne ve babasının doğalarının birbirlerinden farklı olmasından kaynaklanıyordur bu.” Bu arada Nikomakhos ilk doğumunu yapan kadınlara özgü kanaması süren Kraliçe’yle ilgileniyordu. Bu durumun olacağını bildiği için Bermion Dağı’nın yamaçlarından kar toplatmıştı. Şimdi bunları bezlere sardırıp Kraliçe’nin karnına koyuyordu. Heyecandan ve yorgunluktan bitkin düşen Kraliçe titredi, ama Hekim kanama sona erene dek karları orada tuttu. Sonra önlüğünü çıkartıp ellerini yıkarken Kraliçe’yi odadaki kadınlara emanet etti. Çarşafların değiştirilmesine, gülsuyuna batırılmış süngerlerle terleyen bedeninin silinmesine ve sandığından çıkartılmış temiz bir giysinin giydirilip su içir ilmesine izin verdi. Bebeği annesine Nikomakhos gösterdi: “İşte Kraliçem, Philippos’un oğlu. Güzeller güzeli bir bebek doğurdun.” Sonra koridora çıkan hekim kapıda yolculuk giysisiyle hazır bekleyen bir kraliyet muhafızının yanına gidip, “Haydi, Kral’a koş, oğlunun doğduğunu söyle! Güzel, sağlıklı ve güçlü bir oğlu olduğu müjdesini ver!” dedi. Süvari, pelerinini sırtına attı, heybesini boynuna astı ve koşmaya başladı. Koridorun sonunda gözden yitmeden önce, Hekim, “Kraliçe’nin de iyi olduğunu söylemeyi unutma!” diye bağırdı. Asker bir an bile durmadı; az sonra avluda önce bir kişneme, sonra da nal sesleri işitildi; sesler, uyuyan kentin sokaklarında yankılandı.
Valerio Massimo Manfredi – Buyuk Iskender Makedonya’dan Anadoluya
PDF Kitap İndir |