İskender Pala – Od

Her bilenden ziyade bilen bulunur. Bunu tecrübeyle öğrendim. Her şeyi bildiğimi zannettiğim zamanlar da artık geride kaldı. Ne var ki, eski bilgiçliğim ağır bir bedel ödememe sebep oldu ve bu yüzden tarih benim adımı “her şeye karışan çokbilmiş bir ukala” olarak kaydetti. Oysa size anlatacağım o günün hikâyesinden sonra hayata ve eşyaya bakışım değişmişti. O günden sonra bildiğimi unuttum, unutarak yeniden bildim. Bilgi ile hikmetin, malumat ile irfanın ayrımına vardım ve geri kalan hayatımı asla bilgiçlik taslayarak yaşamadım. Adım Kasım. Talebelik yıllarımdan kalma lakabımla bana Molla Kasım derler. Hayatım boyunca hep çok şeye sahip olmayı değil, az şeye ihtiyaç duymayı istemişimdir. Zenginliğim ilim yolundan olsun diyerek ilmin peşine düşenlerdenim. Şimdi anlatacağım şeyleri yaşamamış olsaydım, Bizim Yunus’u anlatan bu kitap size ulaşmayabilir, bunun yerine Bizim Yunus’un iki bin kadar şiirini daha okuyor olabilirdiniz. Evet, ben suçluyum!. Kendimi Yunus’a adamış biri olarak bu suçumu affettirebileceğimden de şüpheliyim.


Çünkü bütün yazacaklarım, bir zamanlar yırtıp yaktığım veya ırmağa attığım bir tek şiirin bir tek mısraı bile etmez. O şiirler ki Yunus demişti, elbette onların tek bir mısraı benim bir cilt dolusu sayıklamalarıma bedeldir. On yıl Şam, üç yıl Isfahan ve altı yıl da Konya medreselerinde okudum. Fıkıh ve hadis ilmiyle meşgul oldum. O yıllarda Anadolu’nun her yanında pıtırak gibi bitiveren tarikatlar, oldum olası asabımı bozardı. Bir adamın şeyh sıfatıyla ortaya çıkıp “İslam’ı şöyle yaşayın, Allah’ı böyle anın!” diye kurallar koymasını da, o şeyhin öldükten sonra bölünen tarikatını ve kurallarını da insanları aldatan birer tuzak gibi görür, bunların şeriat ilmiyle de, Kur’an’la da alakaları yok, diye düşünürdüm. Hafız idim, çok kitap okur, her okuduğum kitabı Allah’ın Kitabı’yla tartar, eksiklerini bulursam kaldırır atardım. Şiirle ilgilenir, kendimce şiirler de söylerdim. Ebu Said Bahadır Han’ın, İlhanlı Devleti tahtına oturduğu yıldaydı. Konya’da Müderris Fazlullah Efendi diye birisinin “ilm-i fıkıh” adı altında Kitab’a aykırı şeyler anlattığını duydum. Ona haddini bildirmek üzere Söğüt’ten yola çıkmış, Konya’ya gidiyordum. Sakarya Suyu kenarında bir çeşme başında azıcık oyalandım. Hemen yan tarafta üstü açık bir türbe ile birkaç kabir vardı. Birisi kötü bir yazı ile “Burada Turakçın Baba He erenlerden birkaç yoldaşı yatar! diye yazmıştı. Kim ola ki diyerek bir Fatiha okudum. Mekânın ruhaniyeti var gibi geldi bana.

Hani insanı kuşatıp sarıveren bir ruhaniyet. Biraz rahatlamaya, ferahlamaya ihtiyacım olduğunu düşündüm. Sonbahar rüzgârları esiyordu. Kendime siperli bir yer bulup eşyamı yerleştirdim ve oltamı çaya saldım. Birkaç çalı çırpı yaktım. Bir yandan ısınıp, bir yandan tutacağım balıkları pişirecektim. Sonra aklıma geldi. Akşam yolda yarı çıplak, saçı sakalına karışmış meczup bir derviş, yağmurun altında elime bir tomar kâğıt tutuşturmuş, “Bunu sana gönderdi gönderen, oku bakalım!” diyerek kaçıp gitmişti. Yağmur çok şiddetliydi ama dervişin açık elindeki tomara bir damla bile düşmemişti. Hayret etmiştim. Tabii hızla elinden alıp torbama attım. Bırakınız içinde ne var diye bakmayı, o anda başlığını bile okumaya fırsatım yoktu. Şimdi aklıma gelince pek sevindim. Oltama balık vurasıya kadar beni eğlerdi. Torbadan çıkardım.

Üst üste konulup katlanmış el ayası büyüklüğünde kâğıtlarla tomarlanmıştı. Her kâğıt parçasının iki yüzünde birer şiir yer alıyordu. Tomarın tamamının şiir olduğunu görünce neşem arttı. Gönderen her kim ise benim neleri okumaktan hoşlandığımı biliyor olmalıydı. Şiir, ırmak kıyısında geçecek esintili bir sonbahar gününün hissiyatına uygun düşerdi. Ateşin üzerine birkaç odun daha atıp oturduğum yumuşak çimenlere yerleştim. Baş sayfada “Haza Divan-ı Derviş Yunus” yazılıydı. Bu Derviş Yunus kimdi, bilmiyordum. Mısralara bakınca usta bir şair tarafından tertiplenmiş olduğunu anladım. Hem yazı güzeldi, hem de şiirler parmak hesabıyla pek okkalı duruyordu. Başladım okumaya. “Sensiz yola girer isem / Çarem yok adım atmağa // Gövdemde kuvvetim sensin / Başım götürüp gitmeğe”. Güzel bir şiirdi. Allah’ın “Bir”liği üzerine sağlam bir iman eseri olduğu belliydi. Şairine aferin okuyup geçtim ikinci şiire.

Ama hayret!. İkincisi sûfîlerin hezeyanlarına benziyordu. İnsanları Kur’an’dan uzaklaştırıp başka yollar aramaya itecek bu tür safsatalara tahammül edemezdim. Öfkelendim. Kâğıdı tomarından çıkardım, avucumda buruşturup ırmağa attım. Üçüncü şiir gözüme daha da kötü göründü. Şairine, kâtibine, hatta kâğıdını hazırlayana lanetler okuyarak “Cehennem ateşinde yanasıcalar!” bedduasıyla onu da alevleri kabaran ateşe attım. Üçüncü şiir aşktan bahsediyordu: “Aşk davasın kılan kişi / Hiç anmaya hırs u heva / Aşk evine girenlere / Ayrık ne meyl ü ne vefa”. Tam onu da yırtıp suya atacaktım ki “aşk” kelimesiyle “din” kelimesini değiştirmek geldi aklıma. Baktım, bu şekliyle şair doğruyu söylemiş, ama ne hikmetse dinin adını aşk koymuştu. Onu tuttum. Sonraki şiiri beğenmedim, suya, bir sonrakini ateşe. Böyle böyle sayısız şiirler okudum. Kimini tuttum, kimini attım. Bu arada oltama kaç balık takılıp kurtuldu, ateşe kaç odun daha verdim hiç bilmedim.

Kuşluk vaktinde oturmuştum, ikindi olmak üzereydi. Kalkıp aceleyle öğle namazını kıldım. -Allah beni affetsin- Bütün namaz boyunca zihnimde yine şu Yunus denen adamın şiirleri dolanıp durdu. Herhalde bu onun gerçek adıydı. Çünkü mahlasa benzemiyordu. Yine de onun hesabına üzüldüm. Zavallı, dünyaya eser bıraktığını zannediyordu ama hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, sonunda hiç yaşamamış gibi ölen adamlardan bir farkı yoktu. Şiirlerinin çoğu sûfî zırvalarından ibaretti. Namazdan sonra oltamı yokladım. İrice bir balık vardı ucunda. Kim bilir ne zaman takılmış ve çırpına çırpına ölmüştü. Şiirlerle oyalanırken hayli zaman geçmiş, iyiden iyiye acıkmışım. Balığı temizleyip bir söğüt dalına geçirerek ateşe koydum. Ama aklım yine şiirlerdeydi. Balık pişedursun, tomarı elime aldım.

İlk şiiri başladım okumaya. Fakat o da ne? Neler söylüyordu bu adam? Allah’ım!. “Ben dervişim diyene / Bir ün edesim gelir // Tanıyuban şimdiden / Varıp yetesim gelir; Sırat kıldan incedir / Kılıçdan keskincedir // Varıp onun üstüne / Evler yapasım gelir.” Bu kadarına vurulmuşken son beyit kanımı dondurdu: “Derviş Yunus bu sözü / Eğri büğrü söyleme // Seni sîgaya çeker / Bir Molla Kasım gelir”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir