Victor Frankl – Duyulmayan Anlam Cigligi

BU kitap, bundan önceki Psikoterapi ve Varoluşçuluk ve Bilinçaltı Tanrısı: Psikoterapi ve Teoloji adlı kitaplarımla başlayan bir dizinin devamıdır. Başlangıçta seçilen denemelerden oluşacak bir derleme olarak planlanmıştı, ancak konuları gözden geçirdikçe, bölüm olarak kitaba eklenen makalelerin kendi içlerinde bir bütün oluşturmanın da ötesinde, aralannda ortak bir bağ bulunduğu daha bir açıklık kazandı. Daha da önemlisi, ilk iki bölümde logoterapi sisteminin dayandığı üç ana ilke tartışıldı: anlam istemi (iradesi), yaşamın anlamı ve irade özgürlüğü. Logoterapi genellikle varoluşçu psikiyatri veya hümanistik psikoloji kategorisi altında gruplandırılır. Ama eski okurlarım, varoluşçulukla, ya da en azından sözde varoluşçulukla ilgili bazı eleştirilerim olduğunu farketmiş olabilir. Aynı şekilde okur, bu kitapta sözde hümanizme, ya da tercih ettiğim bir terimi kullanacak olursam, sahte hümanizme yönelik bazı eleştiriler bulacaktır. Okurun şaşırması gerekmez: ben, sahte logoterapiye de karşıyım. Varoluşçuluğun ve hümanizmin psikoterapi ve psikolojideki yerini belirlemek için gelin psikoterapi tarihine kısaca bir göz atalım. Hepimiz, psikoterapinin en büyük ismi olan Sigmund Freud’un teorileriyle yetiştik. Ben de! (Okurun, ta 1924’lerde Sigmund Freud’un kişisel daveti ve aracılığıyla International Journal of Psychoanalysis ‘te bir makalem yayımlandığını bilip bilmediğini merak ediyorum.) O bize nevrotiğin maskesini düşürmeyi, davranışlarının altında yatan gizli, bilinçsiz güdülenimleri (motivasyonları) ortaya çıkarmayı öğretti. Ama bu maske düşürme işinin, psikanalistin, artık sadece Samimi (otantik) olduğu için maskesi indirilemeyecek bir şeyle karşılaştığı noktada durması gerektiğini hep söylerim. Ancak bazı “maske düşürücü psikologlar” (eskiden psikanalistler kendilerini böyle adlandın-yordu!), otantik şeylerle karşılaştıkları noktada durmadıkları taktirde, yine bir şeylerin maskesini düşürürler. Bu onların kendi gizli güdülenimleridir, insanda samimi (gerçek) olan, gerçekten insanca olan şeyleri değerden düşürme, küçümseme ve aşağılamaya yönelik kendi bilinçsiz arzulandır. Bu arada öğrenme teorisine dayalı davranış terapisi, daha önce psikanalizin uzun bir süre tartışmasız olarak elinde tuttuğu birçok alanı ele geçirdi.


Davranış terapistleri, Freudçu kökenci inançların birçoğunun inançtan başka bir şey olmadığına ilişkin kanıtlar sunabiliyordu. Her nevroz olayı çocukluk yıllarındaki travmatik olaylara veya id, ego ve süperego arasındaki çatışmalara bağlanamadığı gibi, psikanalizle değil, kısa süreli davranış terapisiyle sağlanan iyileşmelerden (kendiliğinden düzelmeler değilse) semptom ikamesi de gözlenmiyordu. Dolayısıyla davranışçılığın, nevrozu mitolojiden kurtardığı söylenebilir. 1 Yine de bir hoşnutsuzluk duygusu vardı, ister bilinçli, ister bilinçaltı düzeyinde olsun, her tür psikoterapinin altında yatan insan kavramı insan boyntunu, insan olguları boyutunu da kapsamadığı sürece, çağımızın anlamsızlık, kişiliksizleşme, in-sansızlaşma (dehümanizasyon) gibi rahatsızlıklarıyla başa çıkmak mümkün değildir. Norveçli bir psikolog olan Bjarne Kvilhaung, logoterapinin öğrenme teorisini yeniden insancıllaştırdığını (rehumanization) söylüyor. Batı Almanya Mainz Üniversitesi’nde Psikiyatri Bölümünden Nikolaus Petrilowitsch, logoterapinin psikanalizi tekrar insancıllaştırdığını ve diğer bütün psikoterapi ekollerinden farklı olarak nevroz boyutunda kalmadığını söylüyor. Ne demek istiyor? Psikanaliz, nevrozu belli psikodinamiklerin sonucu olarak görür ve buna bağlı olarak sağlam bir aktarım ilişkisi gibi diğer psikodinamikleri devreye sokarak iyileştirmeye çalışır. Davranış terapisi ise nevrozu belli öğrenme veya şartlanma süreçlerine bağlar ve buna iıygun olarak rahatsızlığı ortadan kaldırmak için yeniden öğrenmeyi veya yeniden şartlanmayı öngörür. Ne var ki Petrilowitsch’in de açıkça belirttiği gibi her iki durumda da terapi nevrozun bir düzleminde kalır. Ama logoterapi bu düzlemin ötesine geçerek insanı insan boyutuyla izler ve sadece bu boyutta bulunan kaynaklara (kendini aşma ve kendinden uzaklaşma gibi sadece insanda bulunan potansiyelleri besleyen kaynaklara) ulaşabilir. Logoterapideki paradoksik [çelişik] niyet tekniği uygulandığı zaman kendinden uzaklaşma (selfdetachment) kapasitesi harakete geçirilir; kendini aşma (self-transcedence) ise teşhis ve tedavide aynı önemi taşır. Kendini aşmanın sağladığı aydınlanma, ya da bu anlamda bunun özelliklerinden birisi olan anlam iradesi olmaksızın, anlam iradesinin engellenmesinden kaynaklanan bir noöjenik nevrozu kesinlikle teşhis edemeyiz; bu anlam iradesine (istemine) seslenemeyiz, ya da hastanın bilinçaltındaki bu iradeyi canlandıramayız. Bunun bazen temel görevimiz olabileceği, kesin gözlemsel (ampirik) temellerde kanıtlanmıştır: istatistiksel araştırmalar, anlam iradesinin açık bir “yaşamsal değeri” olduğunu göstermiştir. Kendinden uzaklaşmayla ilgili olarak, yani bunun insan ruhunda bulunan önemli bir “başa çıkma” mekanizması olduğu da yine kesin gözlemsel temellerde kanıtlanmış bulunmaktadır. Göreceğimiz gibi bu, kendinden uzaklaşmanın özellikle mizahla temsil edilen yanı için geçerlidir.

Özetleyecek olursak, psikanalizin bize nevrotiğin maskesini düşürmeyi, davranışçılığın ise nevrozu mitolojiden arındırmayı öğrettiğini söyleyebiliriz. Şimdi ise Ptrilowitsch ve Kvilhaug’un da belirttiği gibi logoterapi bize hem psikanalizi hem de davranışçılığı yeniden insancıllaştırmayı öğretiyor. Ama bu aşırı bir basitleştirme olur, çünkü burada sadece birbirini izleme değil, bir kaynaşma da söz konusudur. Bugün Batı Almanya’daki önde gelen Freud-culardan birisi olan Wolfgang Loch’un “psikanalitik diyalogurt özünde yeni bir yaşam anlamı yaratma çabası” 2 olduğu yolundaki ifadesi türünden açıklamalarla karşılaşılabilmektedir. New York’taki Davranış Terapisi Merkezi direktörü Leonard Bachelis de merkezde devam eden terapilerin çoğunda başarı sağlandığım, ama hastaların, yaşamı anlamsız buldukları için kendilerini öldürmek istediklerini söylemiştir. 1 Dolayısıyla burada bir yakınsama söz konusudur. Ama sürekli anlattığım gibi logoterapi her derde deva değildir ve bu nedenle diğer psikoterapik yaklaşımlarla işbirliğine açıktır ve kendi evrimini geçirmektedir. Hem psikodinamik hem de davranışçı yönelimli ekollerin insan olgularındaki insan boyutunu büyük ölçüde ihmal ettiği doğrudur. Bu yaklaşımlar hâlâ indirgemecidir, çünkü psikoterapi eğitim sahnesinde hâlâ indirgemecilik ağır basmaktadır. Indirgemecilik ise hümanizmin tam karşıtıdır. İndirgemeciliğin, insanı aşağı görmek (subhumanism) olduğunu söylemek isterim. Kendini insan altı boyutlarla sınırlayan, dar bir bilimsel doğruluk kavramıyla önyargılı olan indirgemecilik, ister diramik analiz, ister öğrenme teorisi çizgisinde olsun, olguları Procrustes yatağına 3 , önyargılı bir yorum yapısına uymaya zorlar. Yine de bu ekollerden her birisinin değerli katkıları olmuştur. Logoterapi, Freud, Adler, Pavlov, Watson, ya da Skinner gibi büyük öncülerin sağlam ve anlamlı bulgularını kesinlikle geçersiz kılmaz. Bu ekoller, kendi alanlarında söz sahibidir.

Ama bunlann gerçek önemi ve değeri, sadece daha yüksek, daha kapsamlı bir boyut, yani insan boyutu içinde yer aldıkları zaman açıklık kazanır. Burada elbette insan artık sadece itkilerini ve içgüdülerini doyurmaya, ya da id, ego ve süperego arasında uzlaşma sağlamaya çalışan bir varlık olarak görülemez; insan gerçekliği sadece şartlanma süreçlerinin veya şartlı reflekslerin bir sonucu olarak anlaşılamaz. Burada insan, anlam arayan bir yaratık olarak karşımıza çıkar; bu arayışın boşunalığı, çağımızın hastalıklarından birçoğunu açıklar gibi gözükmektedir. Bu durumda “duyulmayan anlam çığlığını” dinlemeyi bir a priori olarak reddeden psikoterapist bugünün kitle nevrozuyla nasıl başa çıkabilir? Elinizdeki de dahil olmak üzere kitaplarımda ve makalelerimde, ilk bakışta modası geçmiş gibi gözükeceğinden emin olduğum birçok şey vardır. Ama bazılarının güncel olduğundan da eminim. Anlamsızlık duygusunun, dünya çapında yaygın ve devam eden bir duygu olduğunu göz önüne almanız yeter. Eğer bu, yetmişli yıllann kitle nevrozuysa, bütün alçakgönüllülüğümle, bu hastalığın artacağını ve yaygınlaşacağını ellili yıllarda tahmin ettiğimi, dahası bundan da önce otuzlu yıllarda bir terapi önerdiğimi söyleyebilirim. VIKTOR E. FRANKL Viyana, baharın ilk günü, 1977 Duyulmayan Anlam Çığlığı 4 “LOGOTERAPΔ terimi, “anlam yoluyla terapi” olarak çevrilebilir. Elbette “anlam yoluyla iyileşme” olarak da çevrilebilirdi, ancak bu, logoterapide bulunması gerekmeyen dini bir anlam yüklerdi. Şöyle veya böyle, logoterapi anlam merkezli bir (psi-ko-) terapidir. Anlam yoluyla terapi düşüncesi, terapi yoluyla anlam olarak tanımlanabilecek geleneksel psikoterapi düşüncesinin tam tersidir. Gerçekten de geleneksel psikoterapi anlam ve amaç sorununu açıkça ele alsa bile (yani anlam ve amacı, sahte değerlere, “savunma mekanizmalarına,” ya da “tepKİ oluşumlarına” 5 indirgemek yerine görünen değeriyle ele alırsa), bunu, mutlu olmak, kendi benliğinizi ve potansiyellerinizi gerçekleştirmek, olmak istediğiniz şey olmak için Oedipal çatışmanızı çözmeniz, iğdiş edilme korkularından kurtulmanız gerektiğini belirten bir tavsiye havasıyla yapar. Başka bir deyişle anlam kendi başına size gelecektir. Bu, “Önce Freud ve Skinner ülkesine git, bütün bunlan orada bulacaksın,” gibi gelmiyor mu? Ama böyle olmamıştır.

Bir nevroz ortadan kaldırılsa bile, yerini çoğunlukla bir boşluğa (vakuma) bıraktığı ortaya çıkmıştır. Hasta mükemmel bir uyum sağlamış, işleyişi düzelmiştir, amâ anlam eksiktir. Hasta, bir insan olarak, yani sürekli anlam arayışı içindeki bir varlık olarak görülmemiş; ve insana özgü olan bu anlam arayışı görünen değeriyle ciddi olarak ele alınmamış, sadece altta yatan bilinçsiz psikodinamiklerin bir ussallaştırması olarak değerlendirilmiştir. Aradığı anlamı bulması halinde bir insanın, acı çekmeye, özveride bulunmaya, hatta gerekirse bu uğurda hayatını vermeye hazır olduğu görmezden gelinmiş, ya da unutulmuştur. Tersine eğer bir anlam yoksa kendi hayatına son vermeye eğilimli olur ve bütün ihtiyaçları giderilse bile buna hazır olur. Bütün bunların farkına varmamı sağlayan şey, eski öğrencilerimden birisinden aldığım aşağıdaki rapordu: Bir Amerikan üniversitesinde intihar girişiminde bulunan 60 öğrenci üzerinde anket yapılmış ve bu öğrencilerin yüzde 85’i, intihar girişmlerine gerekçe olarak “yaşamın anlamsız gözükmesini” göstermiştir. Ama daha da önemlisi, yaşamı anlamsız gören bu öğrencilerin yüzde 93’ünün “aktif bir sosyal yaşamlan vardır, akademik performansları yüksektir ve aileleriyle ilişkileri iyidir.” Burada söz konusu olan şeyin, duyulmayan bir anlam çığlığı olduğunu ve elbette sadece bir üniversiteyle sınırlı olmadığını söylemek isterim. Amerika’da yüksek okul öğrencileri arasındaki intihar oranının, en sık rastianan ölüm nedenlerinde trafik kazalarından sonra geldiğini bir düşünün! İntihar girişimleri ise bundan on beş kat daha fazla olabilir. Bu, bolluk içinde yüzen toplumlarda ve zengin eyaletlerde olan bir şeydir. Uzun süredir, artık uyanmaya başladığımız bir rüya görüyorduk: bu, insanların sosyoekonomik durumunu iyileştirmemiz halinde her şeyin yoluna gireceği, insanların mutlu olacağı rüyasıydı. Karşımıza ¿kan gerçek ise şudur: yaşama savaşı şiddetini kaybedince, ne için yaşam ? sorusu gündeme gelmiştir. Bugün daha çok insan yaşamak için gerekli araçlara (means) sahip, ama yaşamak için bir anlamları (meaning) yok. 6 Öte yandan zor, hatta ürkütücü koşullar altında mutlu olan insanlar görürüz. Amerika’daki eyalet hapisanelerinden birisinde 049246 Numara iken bana yazan Cleve W.

adlı bir tutuklunun mektubundan alıntı yapmama izin verin: “Burada, hapishanede… hizmet etmek ve gelişmek için daha güzel fırsatlar var. Burada daha önce hiç olmadığım kadar mutluyum.” Dikkat edin: her zamankinden daha mutlu. Hem de hapishanede! Ya da son günlerde DanimarkalI bir aile doktorundan aldığım bir mektuptan alıntı yapmama izin verin: “Sevgili babam altı aydır ciddi bir kanser hastalığından muzdaripti. Yaşamının son üç avını benim evde geçirmişti; ona karımla birlikte bakmıştık. Aslında size anlatmak istediğim şey, bu üç ayın karımın da, benim de yaşamımızdaki en mutlu günler olmasıydı. Kuşkusuz, birimiz dortor, diğerimiz hemşire olduğu için, her şeyle başa çıkabilecek gücümüz vardı; ama ona sizin kitabınızdan cümleler okuduğum o akşamlan hiç unutmayacağım. Son üç ayda, hastalığının ölümcül olduğunu biliyordu… ama asla şikayet etmedi. Son akşama kadar, ona, bu son haftalarda aramızda kurulan yakın ilişkiden ötürü ne kadar mutlu olduğumuzu; bunun yerine birkaç saniye süren bir kalp krizi yüzünden ölmesi halinde ne kadar mutsuz olacağımızı anlatıp durdum. Yani bunları okumakla kalmadım, yaşadım da; dolayısıyla tek dileğim, kaderimi babam gibi karşılayabilmektir.” Burada da trajedi karşısında ve acıya rağmen mutlu olan birisi vardır, ama anlam açısından! Doğrudur, anlamın iyileştirici bir gücü vardır. Anlam yoluyla terapi konusuna dönecek olursak, bu, her durumda nevrozun nedeninin anlamsızlık olduğu anlamına mı gelir? Hayır, ben sadece eğer anlam yokluğu söz konusuysa, nevrozun nedeni boşluk olmasa bile, bu boşluğun doldurulmasının iyileştirici bir etki yaratacağını söylemek istiyorum! Bu anlamda hastalığın doğadan, ama iyileşmenin ruh dünyasından geldiğini söyleyen büyük doktor Paracelsus haklıydı. Bunu, logoterapi terminolojisiyle ve daha teknik terimlerle ortaya koyacak olursak, nevrozun noöjenik olması, yani bir anlamsızlık duygusundan kaynaklanması gerekmez. Geleneksel anlamda bir nevroz olan psikojçnik (ruhsal kökenli) nevrozların altında yatan psikodinamikler, şartlanma ve öğrenme süreçleri yine söz konusudur. Ama logoterapi, bu patojenik (hastalık yaratan) etkenlerin ötesinde insanın anlam arayışı gibi bir de sadece insana özgü olan olgular boyutu bulunduğunu ve bu arayışın engellenmesinin de nevroz yaratabileceğini kavramadığımız sürece çağımızın hastalıklarını yenmek bir yana, anlamayı bile başaramayacağımızı savunur.

Bu bağlamda insan boyutunun (ya da logoterapide dendiği gibi noöjenik boyutun), psikolojik boyutun ötesine geçtiğini ve bu nedenle daha yüksek olduğunu vurgulamak istiyorum; ama burada “yükseklik,” sadece aşağı boyutu da içine alan daha kapsamlı olma anlamına gelir. Bireysel boyutlardaki bulgular karşılıklı dışlayıcı olamaz. İnsanın eşsizliği, insan olması, psikolojik ve biyolojik boyutlarda hâlâ bir hayvan olması gerçeğiyle çelişmez. Dolayısıyla hem psikodinamik hem de davranışçı yönelimli araştırmalardan elde edilen sağlam bulgulan kullanmamız ve bu yaklaşımlara dayalı tekniklerden bazılanru benimsememiz son deTece yerinde bir tutumdur. Bu teknikler, insanı insan boyutunda izleyen bir pkisoterapiyle birleştiği zaman, bunlann tedavi etkisi mutlaka artacaktır. Biyolojik boyuttan söz ettim. Aslında ruh hastalığının kökeninde, noölojik ve psikolojik etkenlerin yaraşıra bedensel etkenler de vardır. Semptomatolojinin büyük çoğunluğunun psikoje-nik (ruhsal kökenli) olmasına rağmen, en azından psikozların kökeninde biyokimyanın ve kalıtımın belli bir önemi vardır. Son ve bir o^ kadar önemlisi de, sosyojenik (toplumsal kökenli) nevrozlann da olduğu gerçeğini görmemiz gerekir. Bu özellikle günümüzün kitle nevrozu için, yani anlamsızlık duygusu için geçerlidir. Hastalar artık Freud ve Adler çağındaki gibi aşağılık duygularından veya cinsel engellemelerden şikayet etmiyor. Bugün psikiyatriste gitmelerinin nedeni boşunalık duygulandır. Onları, kliniklerimize ve bürolarımıza çeken şey varo-luşsal engellenmedir, “varoluşsal vakumdur” (bu,.ta 1955’lerde kullandığım bir terimdir). Bu durumu ta 1946’lara dayanan yayınlarda tanımlamıştım.

Dolayısıyla logoterapistler olarak biz-ler, kitleleri neyin beklediğini yaygın, dünyayı saran bir olgu olmadan çok önce görebildiğimizi söyleyebiliriz. Albert Camus bir keresinde şöyle demişti: “Gerçekten ciddi olan tek bir sorun vardır.-yaşam, yaşamaya değer mi değmez mi…”: 7 Son günlerde, daha önce söylediklerimi, yani yaşamın anlamına ilişkin varoluşsal sorunun ve yaşamda anlam bulmaya yönelik varoluşsal arayışın, bugün insanları cinsel sorunlarından daha çok rahatsız ettiğini doğrulayan bir rapor alınca, Ca-mus’nun bu sözlerini hatırladım. Bir lise öğretmeni, öğrencilerinden kafalarını kurcalayan her türlü soruyu isimsiz olarak sormalarını ister. Sorular arasında uyuşturucu bağımlılığından, sekse, diğer gezegenlerdeki yaşama kadar her şey vardır, ama en çok sorulan soru (inanmak çok zor!) intiharla ilgilidir. Ama bunun için neden toplumu suçluyoruz? Sosyojenik (toplumsal kökenli) bir nevroz teşhisimizde gerçekten haklı mıyız? Bugünün toplumunu ele alalım: özünde her türlü ihtiyacı karşılar, ama birisi hariç: anlam ihtiyacı! Hatta ihtiyaçlardan bazılarının günümüz toplumu tarafından yaratıldığını söyleyebiliriz; ama anlam ihtiyacı doyumsuz kalır, hem de onca zenginliğimizin ortasmda ve bu zenginliğe rağmen. Topîumumuzdaki zenginlik, sadece maddi şeylerde değil, boş zamanlarımızda da kendini göstermektedir. Bu bağlamda Jerry Mandel’e kulak vermemiz gerek: “Teknoloji bizi yaşama (yaşamımızı sürdürme) becerilerinden yoksun bırakmıştır. Bu nedenle kişinin kendi başına çaba harcamaksızm yaşamasını garanti eden bir refah sistemi geliştirdik. Ülkedeki tüm nüfusun ihtiyaçlarını karşılamak için işgücünün sadece yüzde 15’inin yeterli olduğu bir yerde iki sorunla karşı karşıya geliriz: hangi yüzde 15 çalışacak ve diğerleri [çalışmayanlar], vazgeçilmez olmadıkları ve sonuçtaki anlam kaybıyla nasıl başa çıkacaktır? Logoterapi, yirminci yüzyıl Amer ikası için söylediklerinden çok daha fazlasını söyleyebilir.” 8 Bugün ayrıca işsizlik şeklinde ortaya çıkan irade dışı boş zamanlarla da başa çıkmamız gerektiği açıktır. İşsizlik, özel bir nevroza neden olabilir (1933 yılında ilk tanımımda buna “işsizlik nevrozu” demiştim). Ama burada da yakından bir incelemede gerçek nedenin, işsiz olmayla yararsız olmanın eşdeğer görülmesi ve bu nedenle yaşamın anlamsız bulunması olduğu ortaya çıkmıştır. Mali dengeleme (tazminat) veya bu anlamda sosyal güvenlik yeterli değildir, insan sadece refahla yaşamaz. Avusturya’nın, sosyal güvenlik şemsiyesiyle korunan ve işsizlik sorunu bulunmayan tipik refah durumunu alın.

Bu refaha rağmen başbakanımız Bruno Kreisky, vatandaşlarn ruhsal durumu konusundaki kaygılarını dile getirerek, bugün en önemli ve acil sorunun, yaşamın anlamsızlığı duygusu olduğunu söylemiştir.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir