Vladmir Nabokov – Lolita, Beyaz Irktan Dul Bir Erkeğin İtirafları

Lolita, hayatimin ışığı, kasıklarımın ateşi. Günahını, ruhum, Lo-li-ta; dilin ucu damaktan dişlere doğru üç basamaklık bir yol alır, üçüncüsünde gelir dişlere dayanır. Lo-li-ta. Sabahları ayağında çorabının teki, bir elli boyu ile Lo idi, sadece Lo. Ayağında bol gündelik pantolonu ile Lola. Okulda Dolly Kayıtlardaki noktalı çizgilerde Dolores. Ama benim kollarımda hep Lolita idi. Ondan önce biri var mıydı? Vardı, hem de nasıl. Aslına bakılırsa, yazın birinde her şeyi başlatan bir çocuk-kız sevmemiş olsaydım Lolita diye biri hiç olmayabilirdi. Denizaşırı bir krallıkta. Ah, ne zaman? Yaşım Lolita’nm daha doğmadığı yıllarda onun şimdiki yaşı kadar olduğu zamanlarda bir yaz. Emin olun, katillerin hep böyle tumturaklıdır düzyazı üslûpları. Saygıdeğer jüri üyeleri, bayanlar baylar, ilginize sunacağım bir numaralı kanıt, melekleri, cahil, basit ama kanatları soylu melekleri hasetlerinden çatlatan şey Bir kez bakınız şu dikenlerden taca… 1910’da Paris’te doğdum. Babam nazik, iyi huylu biri, değişik ırklardan meydana gelme bir ‘karışım’dı; Fransız-Avusturya kökenli, kanında birkaç damla da Mavi Tuna suyu taşıyan bir İsviçre vatandaşı… Size biraz sonra güzel mi güzel, parlak mavi kartpostallar da dağıtacağım. Riviera’da lüks bir otelin sahibiydi.


Babası ve her iki büyükbabası sırayla şarap, mücevher ve ipek ticaretiyle uğraşmışlardı. Otuz yaşındayken ünlü dağcı Jerome Dunn’m kızı ve tarih öncesi yer katmanları ile Antik Yunan lirleri gibi hiç kimsenin uğraşmadığı konularda uzmanlaşmış Dor-set’li iki papazın torunu olan bir İngiliz kızıyla evlendi. Fotoğraflarda epey güzel çıkan annem, ben üç yaşındayken oldukça garip bir kaza -kır gezintisinde yıldırım çarpması- sonucu ölmüş. Kapkaranlık bir geçmişte kalan bir avuç dolusu sıcaklık dışında, üzerlerinde çocukluğumun güneşinin battığı anıların köşe bucak kuytuluklarında -umarım üslubuma bir diyeceğiniz yoktur, gözetim altında yazıyorum- annemden hiçbir şey kalmadı elimde. Hani bilirsiniz göğe asılı gibi duran gündüzlerin, etrafında su sinekleri uçuşan, çiçekler açmış bir çalılığın çevresinde gelişen, güzel, ağır kokulu öğleden sonraların ya da bir tepeceğin eteklerinde başıboş gezerken dalıverip alt üst ettiğiniz yaz akşamüstle-rinin sıcaklığı gibi; kürklü bir sıcaklık, altın rengi su sinekleri… Annemin büyük kızkardeşi Sybil, babamın kuzenlerinden biriyle evlenmiş, fakat kocası kendisini çok ihmal ettiğinden ailede bir çeşit ücretsiz mürebbiye ve kahya kadın görevi üstlenmişti. Sonraları, bana teyzemin babama âşık olduğunu, babamın da bu ilgiden yağmurlu bir günde yararlandığını, hava açınca da geçenleri unuttuğunu söyledilerdi. Kimi kurallarının katılığına -kaskatılığma- rağmen teyzemi çok, çok severdim. Beni, zaman içinde babamdan daha aklı başında dul bir erkek olacak biçimde yetiştirmek istediğini düşündüğüm olmuştur. Sybil teyzemin deniz mavisi bebekleri pembe hareli gözleri ve külrengi bir benzi vardı. Şiir yazardı, şiirli boş inançlar beslerdi. On altıncı yaşgü-nümden bir süre sonra öleceğine emin olduğunu söylerdi, öldü de… Çalıştığı parfüm firması adına durmadan iş yolculuklarına 12 çıkan kocası ise zamanının çoğunu Amerika’da geçirirdi, öyle ki sonunda orada bir firma kurup biraz da toprak edinmişti. Resimli kitaplar, tertemiz kum, portakal ağaçlan, deniz görünümleri, dost köpekler ve gülümseyen yüzlerle dolu ışıl ışıl bir dünyada mutlu, sağlıklı bir çocuk olarak büyüdüm. Şahane Otel Mirana çevremde bir çeşit kişiye özel evren, dışını çevreleyen göz kamaştırıcı maviliğin içinde, beyaza boyalı bir gezegen gibi döndü durdu. Pirinç saksı zarflarını parlatan önlüklü adamdan flanel pantolonlu yetkiliye kadar herkes sever, şı-martırdı beni. Yaşlı Amerikalı hanımlar bastonlarına dayanır, Pisa Kulesi gibi üzerime eğilirlerdi.

Babama olan borçlarını ödeyemeyen sıfırı tüketmiş Rus prensesleri bana pahalı bonbonlar alırlardı. O, mon cher petit papa… beni yelkenliyle, bisikletle gezmeye çıkarır, yüzmesini, dalmasını, su kayağı yapmasını öğretir, bana Don Kişofu Sefiller’i okur ve ben ona tapar, ona saygı duyardım; hizmetçilerin kendi aralarında onun sayısız hanım arkadaşlarından (beni el üstünde tutan, şen şakrak annesizliğime gözyaşları döküp içlenen güzel, iyi varlıklar) söz ettiklerini duyduğumda onun adına mutlu olurdum. Evimizin birkaç kilometre ötesindeki bir İngiliz gündüzlü okuluna gittim. Bahçe tenisi oynadım, notlarım hep ‘pekiyi’, hem okul arkadaşlarım, hem de öğretmenlerimle aram ‘çok iyi’ idi. On üçüncü yaşgünümün öncesinde (Annabel! tanımadan önce yani) cinsel konular üzerine hatırladıklarım şunlardan ileriye gitmiyordu; öncelikle, okulun gül bahçesinde Amerikalı bir çocukla (annesi, oğlunun üç boyutlu dünyada pek ender görebildiği, o zamanların ünlü bir sinema yıldızıydı) beklenmedik ergenlik çağı gelişmeleri üzerine giriştiğimiz son derece ciddi, resmi ve oldukça kuramsal bir konuşma… Bir de otelin okuma odasındaki okunmaktan yıpranmış Graphic dergileri yığınının altından çekip çıkardığım Pichon’un Beşeri Güzellik adlı eski moda kitabını karıştırırken gördüğüm, inci grisiyle karışık sepya tonunda bazı yumuşacık kıvrımlı hanımları gösteren fotoğraflara çocuk bünyemin verdiği ilginç tepkiler… Daha sonraları babam, o kendine özgü sevimli, neşeli haliyle bana cinsellik konusunda bilmem gerektiğini dü13 şündüğü her şeyi anlatmıştı. 1923 sonbaharında, üç sömestr okuyacağım Lyon’daki liseye gönderilmemden önceydi bu. Ne yazık ki, o yaz Madam R. ve kızıyla İtalya gezisine çıkmıştı babam, derdimi açacağım, öğüdünü alacağım kimsecikler yoktu. 3 Bu satırların yazarı gibi Annabel’in de soyu oldukça karışıktı; anne babası yarı İngiliz yarı Hollandalıydı. Bugün yüzünün çizgilerini Lolita’yı tanımadan birkaç yıl öncesi hatırladığımdan çok daha az hatırlıyorum. İki çeşit görsel hatırlama vardır: Biri aklınızın laboratuvarmda bir görüntüyü ustalıkla yeniden kurduğunuz zamanki hatırlama (böylesi sözkonusu olduğunda Annabel’i ‘bal rengi ten’, ‘zayıf kollar’, ‘kumral kâhküllü saçlar’, ‘uzun kirpikler’, ‘dolgun parlak dudaklar’ gibi genel tanımlamalarla hatırlıyorum) öteki ise gözlerinizi kapadığınızda, gözkapaklannızm iç tarafında sevilmiş bir yüzün eksiksiz optik izdüşümünü, tüm doğal renkleri içinde küçük bir hayaleti hemen çağrıştırıverdiği-niz hatırlama (İşte Lolita’yı da böyle hatırlıyorum). Öyleyse bırakın da Annabel’i tanımlarken benden birkaç ay küçük, güzel bir kız çocuğu olduğunu söylemekle yetmeyim. Annesiyle babası teyzemin eski arkadaşları, ayrıca teyzeni kadar da can sıkıcıydılar. Otel Mirana’dan az ötedebir villa tutmuşlardı. Kel, esmer Mr.

Leigh ile şişman, pudralı Mrs. Leigh (kızlık adı Vanessa Van Ness)… Nasıl da, tiksiniyordum onlardan! AnnabeHe ben önceleri havadan sudan konuşmuştuk. Tekrar tekrar kumları avuçlar, parmaklarının arasından süzülüp gitmelerini seyrederdik. Kafa yorduğumuz konular, bizim zamanımızla çevremizin ergenlik öncesi Avrupalı çocuklarının kafa yorduklarına denkti. Ne üzerinde canlıların yaşadığı başka dünyalar olduğu yolundaki düşüncelerimize, tenis karşılaşmalarına, sonsuzluğa ne de tekbenciliğe vb. ilişkin ilgilerimizde kişisel dehâ pırıltıları bulunabileceğini sanmıyorum. Yavru hayvanların yumuşak ve hemencecik incinebilir oluşlarının ikimize de hâlâ aynı derin acıyı duyurduğu zamanlardı. O, aç14 lıktan kırılan herhangi bir Asya ülkesine hemşire olarak gitmek istiyordu, ben ise ünlü bir casus olacaktım. Birbirimize, hemen deli gibi, sakarca, utanmazca, ıstıraplar içinde âşık olduk; umutsuzca diye de eklemeliyim, çünkü birbirimize sahip olmak için duyduğumuz delicesine karşılıklı arzu ancak birbirimize bedenimizin ve ruhumuzun son zerresine kadar sahip olmak, birbirimizin içinde erimekle doyacak gibiydi. Ama işte ayaktakımından çocukların bile bulmayı becerebilecekleri türden bir çiftleşme fırsatı bulamaz durumdaydık. Onların bahçesinde giriştiğimiz çok cüretli bir denemeyi izleyen günlerde elimizdeki tek başbaşa kalma fırsatı plajın kalabalık kısmında büyüklerin, sesimizi duymasalar da gözlerinden uzak olmayacağımızı bildikleri bir yerde oturmak olmuştu. Orada, yumuşak kumların üzerinde büyüklerden birkaç adım ötede bütün sabah kaskatı kesilerek bir arzu nöbeti içinde uzanıp birbirimize dokunmak için zamanın ve mekânın en küçük irkilmelerinden yararlanmaya çalışır, her fırsata şükrederdik. Yarısı kuma gömülü eli yavaş yavaş bana doğru sürünür, ince esmer parmakları uykuda yürür gibi yaklaşır, yaklaşır, opal saydamlığında parlak dizleri sakına sakına uzun, temkinli bir yolculuğa çıkardı. Bazen rastlantı olarak çocukların yaptığı kumdan bir. kale, bize arkasında birbirimizin tuzlu dudaklarını tadacak kadar bir gizlenme fırsatı verir, bu hiçbir zaman tamamlanmayan birleşmeler sağlıklı ve deneyimsiz genç bedenlerimizi öyle.

bir yorgunluğa sürüklerdi ki, ta dibine dalıp birbirimizi deli gibi kucakladığımız serin mavi sular bile bizi rahatlatamazdı. Yetişkin yıllarında, oradan oraya dolaşıp durduğum sıralarda kaybettiğim hazineler arasında Annabel’i, anne babasını ve aynı yaz, teyzemi baştan çıkarmaya çalışan, Mr. Cooper adında, ağırkanh, orta yaşlı, hantal bir beyi bulvar kahvelerinden birinde, bir masanın çevresinde gösteren, teyzemin çektiği fotoğraf da vardır. Tam o sırada çikolatalı dondurmasına eğilirken yakalandığı için çok iyi çıkmamıştır bu fotoğrafta Annabel, öyle ki (resmi hatırladığım kadarıyla) güneşli bir lekeye dönüşen şirinliği içinde tek seçilen zayıf, çıplak omuzları ve ortadan ayırdığı saçının çizgisi olmuş. Fakat ötekilerden biraz 15 uzakta oturan ben, dramatik bir gösterişlilik içinde çıkmışım; üstünde koyu renk bir spor gömlek, iyi dikilmiş beyaz bir şort, ayak ayak üstüne atmış, yan durmuş uzaklara bakan efkârlı, kaim kaşlı bir oğlan çocuğu… Bu fotoğraf o uğursuz yazın son günü, kaderi değiştirmek, için giriştiğimiz son umarsız çabadan birkaç dakika önce çekilmişti. En saçma bir bahane ile (son şansımızdı ve hiçbir şey umurumuzda değildi artık) kahveden sahile kaçmış ve ıssız bir yer bularak orada birkaç kırmızı kayanın oluşturduğu in gibi bir kovuğun menekşe rengi gölgesinde, sadece birinin kaybettiği bir güneş gözlüğünün tanıklığında, aceleci okşayışlarla kısa bir süre geçirmiştik. Dizlerimin üzerinde tam sevgilime sahip olmak üzereydim ki, deniz banyosundan dönen sakallı iki adam, denizler hâkimi ve kardeşi, kaba gülüşler, cesaret veren haykırışlarla bize doğru yaklaştılar ve sevgilim dört ay sonra Korfu’da tifüsten öldü. 4 Bu sefil anıların sayfalarını tekrar tekrar çevirirken kendi kendime sorup duruyorum; hayatımın ortadireği, şimdi uzaklarda kalan o yaz mevsiminin ışıltıları arasında mı belvermeye başladı yoksa o güzel kız çocuğuna duyduğum aşırı arzu sadece bana özgü bir tuhaflığın ilk belirtisi miydi? Kendi yönelimlerimi, bunların nedenlerini ve girişimlerimi çözümlemeye kalkıştığımda, geriye dönüşlü bir düşgücü, aklımın çözümleyici unsurlarını sınırsız seçenekle beslemeye başlıyor, bu seçenekler de her olasılığın geçmişimin çıldırtıcı karmaşasında sonsuz biçimde dal budak salmasına yolaçıyor. Ne var ki Lolita olayının kaderin bir çeşit büyülü oyunu sonucu, Annabel’le başladığına inanmış bulunuyorum. Annabel’in ölümünün o karabasanlı yazın beceriksizliğini iyiden iyiye yoğunlaştıran bir darbe olduğunu, bu beceriksizliği heyecansız gençlik yıllarındaki her türlü aşk ilişkisi olasılığını ortadan kaldıran sürekli bir engel durumuna getirdiğini 16 de biliyorum. Onunla ilişkimizde tinsel unsurla bedensel unsur, günümüzün gerçekçi, sığ, birörnek beyinli gençliğine anlaşılmaz gelecek bir kusursuzlukla bütünleşmişti. Ölümünden çok sonraları bile, onun düşüncelerinin benim düşüncelerimi yalayıp geçtiğim hissettiğim anlar oldu. Birbirimizi tanımadan çok önceleri biribirine eş rüyalar görmüştük. Karşılaştırmıştık, biliyorduk. Aynı yılm aynı ayında (1919 Haziranı) birbirinden çok uzak iki ülkede, yolunu şaşırmış bir kanarya hem onun hem de benim penceremden içeriye dahvermişti kanatlarını çırpa çırpa.

Ah, Lolita sen böylesine sevmiş olsaydın beni!. Annabel’Ie giriştiğimiz başarısız sevişme denemelerinin ilkini, Annabel serüvenini noktalamak üzere buraya alacağım. Bir gece ailesinin acımasız gözetiminden kurtulmayı becerdi. Onların yazlık evinin arkasına düşen tedirgin, ince yapraklı bir mimozanın kuytuluğunda, alçak bir taş duvarın yıkıntıları üzerinde bir tümsek bulduk. Karanlığın ye taze dalların arasından ışıklı pencerelerin oluşturduğu arabesk desenleri seçebiliyorduk. Duyarlı belleğimin renkli boyalarıyla rötuşlandığı için şimdi oyun kağıtları olarak hatırlanan pencereler bunlar -belki de sözkonusu ‘düşman’ bir briç oyununa dalmış olduğu için, kimbilir… Aralık dudaklarımın kenarıyla kulağının ılık memesini öptüğümde titredi, irkildi. Bir yıldız kümesi ta yukarıda, üzerimizde solgun bir ışıkla parlıyor, ışığı uzun, ince yaprakların gölgeleri arasından süzülüp bize ulaşıyordu. Bu titreşimlerle dolu gökyüzü, üzerine incecik elbisesinden başka hiçbir şey giymemiş sevgilim kadar çıplak görünüyordu. Onun gökyüzüyle çevrelenmiş yüzü ise gözlerimin önündeydi; garip derecede belirgin çizgileriyle bu yüzden dışarıya bir ışık vuruyordu sanki. Bacaklarım, o güzel, kıpır kıpır bacaklarını biribirine bitiştirmemişti, öyle ki elim aradığını bulduğunda hülyalı fakat irkiltici, yarı hazdan yarı acıdan bir yüz ifadesi geldi, o çocuksu yüz çizgilerinin üzerine yerleşti. Benden biraz daha dik oturuyordu, tek başına sürdürdüğü o zevk yolculuğunda ne zaman beni öpmesi gerekse, başı neredeyse hüzünlü denebilecek mahmur, yumuşak bir hareketle yana eğiliverir, çıplak dizleri sıkışır, bileğimi aralarında hapseder sonra tekrar 17 gevşerdi. Esrarlı bir iksirin acılığıyla çarpılmış, titreyen ağzını soluk alırken ıslıklı bir ses çıkararak yüzüme yaklaştırırdı. Sevmenin acısını önce kuru dudaklarını hoyratça benimkilere sürterek hafifletmeye çalışır, sonra saçlarını tedirgin bir hareketle geriye atarak uzaklaşır ve gene gittikçe koyulaşarak yaklaşırdı sevgilim… Aralık ağzından beslenmeme izin verir, bense ona her şeyimi, yüreğimi, gırtlağımı, bağırsaklarımı bile sunmaya hazır bir açıkgönüllülükle, çekingen elleriyle kavraması için tutkumun âsâsmı uzatırdım. Bir çeşit parfümlü pudra kokusu -annesinin İspanyol oda hizmetçisinden yürütmüştü sanırımhatırlıyorum; tatlımsı, adi, ağırca bir koku… Bu koku sevgilimin kendi bisküvimsi kokusuyla karışmış, duyularım bir anda taşma noktasına yük-selivermişti ki yakındaki çalılıklardan gelen bir hışırtı bu taşmayı önledi. Birbirimizden ayrılıp sancıyan damarlarla, belki de çalılıklarda dolanan bir kediden başka bir şey olmayan sese kulak kabarttığımızda birden annesinin gittikçe tizleşen bir sesle Annabel’i çağırdığını, Dr.

Cooper’m da hantal, temkinli adımlarla bahçeye indiğini duyduk. Ama o mimozanın kuytuluğu, yıldızların buğusu, dikenin ete girişine benzer o duygu, o alev, o sabah çiyi, o sızı beni terketmediği gibi sahil kokulu uzuvları, tutkulu diliyle o küçük kız o günden beri raklımdan bir an çıkmadı -ta ki, yirmi dört yıl sonra ben onu başka bir küçük kızın bedeninde canlandırıp büyüyü bozana kadar… 5 Dönüp de baktığımda, gençlik günlerim yolcunun tren kom-partmanmın penceresinden hızla uçup gittiğini gördüğü küçük, beyaz kağıt parçacıklarından bir kar fırtınası gibi aceleyle uçup gidiyor gözlerimin önünden. Kadınlarla cinsel sağlığın gerektirdikleri ölçüsünde giriştiğim ilişkilerde tavrım her zaman sağduyulu, her zaman alaycı, kısa ve kesindi. Lise öğren-cisiyken Paris ve Londra’da hafif kadınlar her zaman işimi fazlasıyla görmüşlerdi. Derslerime düzenli olarak ve kendimi ve-18 rerek çalıştığım söylenebilirse de çalışmalarımın meyvesini her seferinde aldığım söylenemezdi. ‘ Önceleri birçok genç, güdük yeteneğin yaptığı gibi psikiyatri doktorası peşinde koştum. Ne var ki maymun iştahlılığın sonu olmadığı için üzerime bir garip halsizlik çöktü, -gençlik bunalımları, doktor bey!- ingiliz Edebiyatına yöneldim; ingiliz Edebiyatı, bilirsiniz, şair olmak istediği kösteklenmiş nice gencin eninde sonunda, tvid ceketli, elleri pipolu edebiyat öğretmenleri sırasına girdikleri bir alandır. Paris bana çok uygundu. Rus göçmenleriyle Sovyet filmlerini tartıştım, Deux Magots kahvesinde eşcinsellerle pinekledim. Kimsenin adını duymadığı dergilerde kimsenin anlamadığı yazılar yazdım. ‘Pastiche’ler* karaladım: …Fraulein Von Kulp döner, eh kapının üzerinde; peşinden gitmem onun. Ne de Fresca’nın. Ne de o Martı’nın ‘John Keats’in Benjamin Bailey’e yazdığı bir mektupta Proust temalarının irdelenmesi’ adlı kısa çalışmam altı, yedi akademiğin övgü mırıltıları ile karşılandı. Tanınmış bir yayınevi hesabına bir Kısaltılmış İngiliz Şiiri Tarihi kitabı yazmaya giriştim. Daha sonraları, anadili ingilizce olan öğrenciler için ingiliz edebiyatından örneklerle karşılaştırmalı bir Fransız edebiyatı elkitabı derlemeye kalkıştım.

Bu çalışma 1940’Iar boyunca tek uğraşım oldu, hatta tutuklandığım sırada son cilt de neredeyse baskıya hazırdı. Derken bir iş buldum; Auteuil’deki bir grup yetişkine İngilizce öğretecektim. Daha sonra iki kış sömestrisi boyunca bir erkek lisesinde çalışmak üzere işe alındım. Ara sıra hayır işleri ya da psikoterapiyle uğraşan tanıdıklarımın ilişkilerinden yararlanarak onlarla birlikte yetimhane ya da ıslahevi gibi çeşitli kurumlara gider, orada her türlü tehlikeden uzak, bedenleri ‘*) Başka bir şiir ya da hikâyeye öykünülerek yazılmış şiir ya ela hikaye vb. 19 yeni yeni gelişmeye başlayan solgun tenli, gür kirpikli küçük kızları seyreder, ancak rüyalarında benim olan o küçük kızı anardım. Şimdi izin verirseniz size bir görüşümü açmak istiyorum; dokuz ve on dört yaş sınırları içinde rastlanabilecek kimi kız çocukları vardır ki kendilerinin iki misli ya da daha yaşlı bazı talihsizlere, varlıklarının aslında insana değil de perilere (cinlere, perilere demek istiyorum) özgü olan niteliklerini gösteri-verirler. Bu seçilmiş yaratıkları ‘supericikleri’ diye tanımlamak ama çındayım. Uzamsal kavramları zamansal kavramlarla karşıladığım dikkatinizi çekmiştir. Aslına bakarsanız, okuyucum ‘dokuz’ ve ‘on dört’ yaşlarını, üzerinde bu benim supericiklerinin yaşadığı, sis perdesi ardında gizli bir denizle çevrili, sahillerinde insanın aksini seyrettiği, kayalıkları gülpembesi, büyülü bir adamın sınırları olarak düşünsün isterim. Bu yaş sınırları arasındaki bütün kız çocuklarına supericiği denebilir mi? Tabii ki hayır. Tersi olsaydı, bu gerçeğin farkında olan bizler, biz zavallı gurbet yolcuları, sonsuza dek supericiklerinin tutkunu olan bizler, çoktan çıldırmış gitmiştik. Supericiklerinin güzel olması da supericiği olmaları için bir ölçüt değil… Ne de bayağı olmaları -ya da bir kesimin bayağılık diye adlandırdığı özellik- kimi gizemli niteliklerini tehlikeye düşürüyor. O perimsi incelik, o uçucu, kaçıcı, yürek titreten, sinsi çekicilik değişmiyor ve su-periciğini, uzamsal dünyanın eşzamanlı görüngülerine daha çok bağımlı yaşıtlarından ayırarak onu, üzerinde Lolita’nın benzerleriyle oynaştığı, sadece düşlenen zaman içinde varolan o elle tutulmaz, gözle görülmez adaya atıveriyor. Aynı yaş sınırları içindeki supericiklerinin sayısı, emin olun, sadece ‘sıradan’, ‘cici’, ‘şirin’ hatta belki ‘tatlı’ ya da ‘güzel’ diye nitelendirilen, birbirinin benzeri, şişkoca, biçimsiz, donuk, kuşkuya yer vermeyecek kadar supericikliği ile ilgisi olmayan, göbekli, atkuyruğu saçlı insan-kız çocuklarının sayısından çok daha düşüktür. Bu insan-kız çocukları gelecekte güzel yetişkinlere dönüşebilecekleri gibi (başdöndürücü güzellikte sinema yıldızlarına dönüşen kara çoraplı, beyaz okul önlüklü çirkin ördek 20 yavrularını düşünün^) tersi de olabilir.

Sıradan bir erkeğin eline bir grup okullu kız çocuğunun ya da bir kız izci kafilesinin fotoğrafını verip de en güzelini seç deseniz, güzel diye göstereceği küçük kızın mutlaka bir supericiği olması gerekmeyecektir. İnsan hem bir sanatçı, hem bir deli, sonsuz hüzünlere aşina bir varlık olmalı, kasıklarında o kanı tutuşturan zehir fo-kurdamalı, kuyruksokumunun kıvraklığında harlı bir ateş durmadan yanmalı ki -Tanrım nasıl da sakınmak, gizlenmek zorundadır kişi!’- yanılgıya meydan vermeyecek kadar açık özellikleri, elmacık kemiklerinin kedinısi kıvrımlı yuvarlaklığını, hafif tüylü kollarla bacakların inceliğini ve umutsuzluk, utanç ve sevecenlik gözyaşlarının sayıp dökmeme engel olduğu bütün ötekileri hemen görüp tanıyabilsin, böylelikle etten kemikten bir grup çocuk arasında, arkadaşları tarafından tanınmadan, kendi korkunç gücünün de farkında olmadan duran küçük, ölümcül cini bir anda seçip çıkarmış olursunuz. Dahası, bu konuda zaman unsuru böylesine büyülü bir rol oynadığına göre, konuyla ilgilenenlerin şunu da bilmelerinde yarar var; supericiğinin büyülü etkisi altına girebilmesi için küçük kızla yaşlı adam arasında – bir iki ender vakada doksan olduğu gözlemlenmiştir- değişen bir yaş farkı olması gerekmektedir. Bir çeşit odaklama sorunu bu, kişinin içgörüsünün zevkle katetmek zorunda bulunduğu belli bir uzaklık, aklın çarpık bir zevkle soluk soluğa kalarak algıladığı belli bir karşıtlık sorunu… ikimiz de çocukken, sevgili Annabel benim için bir supericiği değildi. O zamanlar ben kendim de küçük bir keçi ayaklı Tanrı olduğumdan, zamanın o büyülü adasında birbirimize eşittik. Ama sanırım bugün, 1952 yılının Eylül ayında aradan yirmi dokuz yıl geçtikten sonra, hayatımın yönünü belirleyen periyi onun kimliğinde açıkça tanıdım. Birbirimizi, sonradan yetişkinlikte insanın hayatını altüst eden, yakıcılığı ile belirgin öyle mevsimsiz bir .aşkla sevmiştik ki… Güçlü kuvvetli bir oğlan çocuğu olduğum için ben ölmedim, yaşamayı sürdürdüm. Ama zehir yaraya sızmıştı bir kere. Yara ömür boyu iyileşmedi ve çok geçmeden yirmi beş yaşında bir erkeğin on altı yaşında bir kızı elde etmesini onaylayan ama 21 on iki yaşındaki kızlara el sürdüremeyen bir uygarlıkta büyümeye başladığımı farketüm. Hayatımın Avrupa’da geçen bölümünü korkunç derecede çift kimlikli biri olarak yaşamama şaşmamak gerekir. Dışa karşı durumu kurtarmak için yerküremizin kabak ya da armut göğüslü dişilerinden bir kısmıyla ‘normal’ diye tanımlanabilecek ilişkiler kurmuştum. Öte yandan, yasalara saygılı bir korkak olarak önümden salma salma geçen, el bile sürçmediğim her supericiğinin aşkıyla içimde kurulan cehennem fırınları yanıyor, beni yakıp bitiriyorlardı. Bu fırınların ateşinde tavına getirip dövmeme izin verilen dişi insanoğulları derdime derman olmak şöyle dursun, tersine acımı daha da çok arttırıyor-lardı. Diğer yetişkin hemcinslerimin eşit derecede yetişkin karşı cinsle giriştikleri, gürültüsü dünyayı tutan ‘doğal’ cinsel ilişkiden en azından sözkonusu hemcinslerimin duyduğu nazlan duymuş olmam mümkündür.

Ne var ki, ben bu beylerin hiçbir zaman farkedemeyeceği, karşılaştırma kabul etmeyecek ölçüde baştan çıkarıcı bambaşka bazları göz ucuyla da olsa görmüştüm. Günahkar rüyalarımın en suya sabuna dokunmayanı bile, ancak en gürbüz dehalı erkek yazarlarla en yetenekli iktidarsızların hayal edebileceği türden zina sahnelerinden binlerce kere daha akıllılara durgunluk vericiydi. Dünyam, bıçakla ikiye bölünmüş gibiydi. Bir değil de iki cinsle karşı karşıyaydım, ne birine ne ötekine sahip olabiliyordum, tnsan vücudu uzmanları ikisine de ‘kadm’ derler mutlaka ama duyularımın prizmasından geşçip bana göründüklerinde aralarında dağlar kadar fark olduğu ortaya çıkıyordu. Bütün bunlar şimdi akılla vardığım sonuçlar. Yirmi yaşlarımla otuz yaşlarımın başında içimi yakan bu tutkuları açık seçik olarak anlayabilmiş değildim. Bedenim ısrarla arzuladığı şeyin ne olduğunu gayet iyi bilirken, aklım bedenimin bütün yalvarmalarına kulak tıkıyordu. Bir bakmışsınız utanç ve korku içindeyim, bir bakmışsınız gözükara bir iyimserlik içinde… Toplumun yasaklarının baskısını yoğun biçimde duyuyordum. Ruhbilimciler çevremde pervane oluyor, bana olmayan cinsel dürtülerimden olamayacak kurtuluş umutları veriyorlardı. Sevdalı titreyişlerimi ha22 rekete geçirebilecek biricik arzu nesnelerinin ancak Anna-bel’in kız kardeşleri, nedimeleri (ya da isterseniz oda hizmetçileri) oluşu gerçeği bana zaman zaman delirmek üzereymişim duygusunu veriyordu. Bazen de kendi kendime bütün bunların aslında belli bir toplumsal tavırdan başka bir şey olmadığını, küçük kızlarla kendinden geçercesine baştan çıkmakta gerçekte hiçbir sakınca bulunmadığım anlatıyordum. Okuyucuma hatırlatmakta yarar var; 1933’de İngiltere’de çıkarılan ‘Çocuk ve Ergenler’ yasasında ‘kız çocuğu’, ‘sekiz yaşın üstünde on dört yaşın altındaki kız’ tanımı ile belirleniyor. (On dört-den on yediye kadar olan kız çocuklarından yasada ‘genç kız’ olarak söz ediliyor)! Ne var ki, bundan çok önceleri I. James döneminin bilinmeyen yönlerini yazmakla ün yapmış Hugh Broughton, Rahab’m on yaşındayken fahişelik yapmakta olduğunu kanıtlamıştır. Bu ve benzeri oldukça ilginç gerçekler, belki de öfkeden ağzımın köpürmesine yol açıyor sanıyorsunuz ama hayır, köpürmüyor, sadece içimden kıs kıs gülmekle yetiniyorum.

İşte, size birkaç kartpostal daha… Buradaki, bir supericiğinin ses tonuyla şarkılar söylese de büyük olasılıkla küçük bir oğlan göbeğini yeğleyen Vergilius… Bunlar Mısır Kralı Akhnaten’le Kraliçe Nefertiti’nin Nü boyu salman kızlarından ikisi (bu soylu çiftin altı kızı vardı); henüz gelişmemiş, bedenlerinin üzerinde parlak boncuklar dizili kolyelerden başka hiçbir şey taşımıyorlar. Aradan geçen üç bin yıl onlara hiç dokunmamış bile, yumuşak, esmer yavru hayvan bedenleri, dibinden kesilmiş saçları ve abanoz rengi badem biçimli gözleriyle yastıklara uzanmış oturuyorlar. Şunlarsa, Antik filozofların bilgiye adanmış tapmaklarında, erkek gücünü çağrıştıran soylulukta fildişi rengi iskemlelere oturtulmuş on yaşında bir dizi gelinlik kız. Ergenlik çağından önce evlilik ve birlikte yaşama bazı Doğu Hint eyaletlerinde hâlâ olağan sayılan bir görenektir. Hem, Dante, Beatrice’sine 1274 yılında, baharın gülleri açarken, o daha takılarla, kızıl elbiselerle bezeli dokuz yaşında bir kız çocuğuyken özel bir davette görüp, vurulmamış mıdır! Ya Petrarka Laura’ya deli gibi âşık olduğunda, Laura çiçek tozlarıyla, tozu toprağıyla rüzgârın önüne katılmış, Vauc-23 luse tepelerinden anlatılan o güzel ovada uçup giden, ele avu-ca sığmaz bir çiçek, on iki yaşında sarı saçlı bir supericiği değil midir?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir