Yukio Mişima – Bir Maskenin İtirafları

“Güzellik … dehşet verici, korkunç bir şey! Dehşet verici, çünkü tanımsız bir şey, Tann bazı bilmeceler ortaya attığı için tanımlanması da olanaksız. Burada kıyılar birbirine yaklaşır, bütün çelişkiler bir arada yaşar. Ben çok okumuş falan değilim, ama bu konuda çok düşünmüşümdür. Sırlar korkunç derecede çok! Bu kadar çok bilmece yeryüzünde insana zulüm ediyor. Bildiğin gibi çöz ve zeytinyağı gibi üste çık. Güzellik! Yüreği yüce, zekası yüksek bir insanın bile söze Meryem Ana idealiyle başlayıp Sodom idealiyle sözünü bitirmesine katlanamıyorum. Ruhunda Sodom idealini taşıdığı halde Meryem Ana idealini de reddetmeyen ve bu idealle gerçekten yüreği yanan, lekesiz gençlik yıllarındaki gibi gerçekten yanan biri daha da korkunçtur. Hayır, insanoğlu geniş, hatta çok geniş , ben olsam daraltırdım. Bu ne iştir böyle, şeytan bile içinden çıkamaz! Akla rezillik olarak görünen bir şeyi yürek tam bir güzellik sayıyor. Sodom’da mı güzellik? İnan ki, insaniann büyük çoğunluğu için güzellik bu Sodom’ da oturuyor; bu sırn biliyor muydun, yoksa bilmiyor m uydun? Güzelliğin sadece korkunç olmakla kalmayıp aynı zamanda sırlarla dolu bir şey olması korkunç. Burada şeytan Tanrı’yla çarpışıyor, savaş meydanı ise insanların yüreği. Bununla birlikte herkes kendi derdini konuşur. Dinle, şimdi asıl meseleye geliyorum.” • • DOSTOYEVSKI, Karamazov Kardeşler1 1. Çev.


Ayşe Hacıhasan oğlu, Can Yaymlan. istanbul. 201 O. \ 9 • ı Doğumuro esnasında gördüklerimi hatıriayabildiğimi yıllarca iddia ettim. Bunu söylediğimde büyükler önce güler, sonra da acaba onları alaya mı alıyorum diye şaşkın şaşkın duraklayıp, şüphe} hoşnutsuzluk dolu bakışlarla bu soluk, hiç de çocuksu olmayan çocuk yüzüne bakarlardı. Bunu bazen ailemizin çok yakını olmayan konuklann önünde de iddia ederdim. Ne var ki, her defasında beni aptal sanacaklanndan korktuğu için olacak, sözlerim büyükannem tarafından sert bir sesle kesilir, dışan çıkıp oynarnam tembih edilirdi. Genellikle büyüklerio gülüşü gülümserneye dönüşür, beni bir çeşit bilimsel açıklamayla alt etmeye çalışırlardı. Bir çocuğun mantığının kavrayabileceği açıklamalar yapmaya uğraşırlarJ sonra da büyük bir hırsla laf ebeliğine girişip yeni doğmuş bir çocuğun doğum esnasında gözlerinin kapalı olduğunu, açık olsa bile bir bebeğin böyle şeyleri sonradan hatırlayacak kadar net· göremeyeceğini söylerlerdi. “Bu böyledir işte, değil mi?” diyerek hiç de ikna edemedikleri çocuğu tutup omuzlanndan sarsarlardı. Bu arada çocuğun tuzağına düşeceklerini anlayıvern1iş gibi düşünceli olduklan da görülürdü: Henüz çocuk olduğu muhakkak, ama yine de dikkatli olmalıyız. Vurnurcak muı ı hakkak ağzımızdan “bununla,. ilgili daha fazla laf almak istiyor. Ya daha çocuksu bir saflıkla şunu da sorarsa: “Ben nereden geliyorum? Nasıl doğdum? . En sonunda da dudaklarında belli belirsiz, donmuş bir gülümsemeyle hiç ses çıkarmadan bana bakar; ne olduğunu hiçbir zaman kavrayamadığım bir sebepten ötürü, duygularını çok derinden incittiğimi belli ederlerdi.

Aslında korkuları yersizdi. Onlan “bununla” ilgili sorguya çekmek için en ufak bir istek yoktu içimde. Böyle bir niyetim olsaydı bile, aklımın kö§esinden geçmeyecek düzenbazca yollara saparak büyüklerio duygularını incitmekten ödüm patlardı. Ama bana ne anlatırlarsa anlatsınlar, benimle ne kadar alay ederlerse etsinler doğumumu hatırladığıma inanıyordum. Belki de anıının dayanağı o sırada orada bulunmuş birinden işittiklerimdi, ya da yalnızca inatçı hayal gücümün eseriydi. Ne olursa olsun, kendi gözlerimle bir şeyi bütün açıklığıyla gördüğüme inanıyordum. İçinde beni ilk defa yıkadıkları teknenin kenanydı bu. Dümdüz tahta yüzeyi ipek pürüzsüzlüğünde ve pırıl pırıl, yepyeni bir tekney di. İçinden baktığımda, bir ışık h uzmesi kenarında bir noktaya düşüyordu. Tahta yalnız bu noktada parlıyor, altından yapılmış gibi görünüyordu. Su sanki bu noktayı yalamak istiyormuş gibi küçük küçük diller halinde oraya doğru sıçnyor, ne var ki oraya ulaşamıyordu. Ya yansıma ya da t§ık huzmesinin suya vurması yüzünden teknenin kenanndaki o noktanın altında su tatlı tatlı parıldıyor, minik minik pırıltılı dalgalar durmadan çarpışıyormuş gibi görünüyordu … iddiama karşı en kuvvetli delil gündüz değil, a�am saat dokuzda dünyaya gelmiş olmamdı; bu durumda güne� ışınının varlığından söz edilemezdi. Bunun muhakkak elektrik ışığı olması gerektiğini söyleyip benimle alay etmelerine rağmen, gece yarısı olsa bile son bir gü12 neş ışınının hiç değilse teknenin kenanndaki bir noktaya düşmüş olabileceği gibi saçma bir .düşünceye, pek de zorlanmaksızın kendimi ikna ediyordum. İşte böylece teknenin kenan ile parıltılı ışığı, sanki hayatıının ilk banyosunu yaptığım sırada göm1üşüm gibi aklımda kaldı.

Büyük depremden iki yıl sonra dünyaya geldim. Doğumurodan on yıl önce sömürge valiliği sırasında büyükbabam bir memurun kusurunun sorumluluğunu üzerine alınca, işini bırakmak zorunda kalmış. (Bunu herhangi bir şeyi göze güzel gösterınek için söylemiyorum; insanlara büyükbabam kadar delice inanç besleyen birine bugüne kadar rastlamamışımdır.) O günden sonra ailem baş aşağı gitmeye b�lamış. Ama bunu öylesine umursamamış ki, düşüşünü hızlandırmak için handiyse elinden geleni yapmış diyeceğim; büyük borçlanmalar, vadesi gelip geçen ipotekler, aile emlakının satılması ve sonunda, mali güçlükler büsbütün artınca da aşın bir kendini beğenmişlik … Bütün bunlann sonucu olarak, Tokyo’nun pek de kibar olmayan bir semtinde, bir yamaçtaki eski, kiralık bir evde dünyaya geldim. Kömürleşmiş izlenimi uyandıracak ölçüde pis ve harap görünen iddialı bir binaydı bu. Dövme demirden gösterişli bir bahçe kapısı, bir köy kilisesinin cemaat salonu büyüklüğünde ve Avrupa stilinde bir kabul salonu vardı. İlk çatının altında üç, yamaçtaki çatının altında iki kat vardı. Çok sayıda kasvetli oda ve altı hizmetçi. Eski bir dolap gibi gıcırdayan bu evde tam on kişi sabah kalkıp akşam yatağa giriyordu: büyükbabam ve büyükann em, babam ve annem ve hizmet edenler … Ailenin karşılaştığı güçlükler, büyükbabamın birtakım şüpheli işlere girişme tutkusundan, büyükannemin hastalığı ile müsrifliğinden kaynaklanıyordu. Büyükbabam sık sık ne idüğü belirsiz tanıdıklan tarafından uzak yerlere seyahat için kandınlıyor, altın ve zenginlik hayal13 leri kuruyordu. Eski bir aileden gelen büyükannem büyükbabamı hor görür, ondan nefret �derdi. Muhafazakardı, hükmediciydi, aynı zamanda da son derece romantik bir ruha sahipti. Kronik baş ağnları sinirlerini durmadan kemiriyor, aynı zamanda da boş yere zekasını keskini eşti ri yo rd u. Babam, zarif, güzel bir gelin olan annemi işte bu eve getirdi.

4 Ocak 1925 sabahı annemin ilk sancılan baş gösterdi ve akşam dokuzda, iki buçuk kilo bile gelmeyen bir çocuk getirdi dünyaya … Yedinci günün akşamı çocuğa pazen ve ipekten krem rengi iç çamaşırları giydirildi; ipekli krepten güzel işlemeli, koyu renkli bir kirnonoya sanldı. Toplanmış olan aile üyelerinin önünde büyükbabam adımı pirinç kağıdına yazıp kağıdı adak masasının üzerine koydu. Saçianın uzun bir süre hemen hemen sanydı, ama siyahlaşıncaya kadar zeytinyağıyla ovuldu. Annem ile babam evin ikinci katında oturuyordu. Bir çocuğun üst katta büyütülmesi tehlikeli olur düşüncesiyle hayatıının kırk dokuzuncu günü büyükannem beni annemin kollanndan çekip aldı. Yatağım, hep kapalı kaldığı için bağucu bir hastalık ve ihtiyarlık kokusuyla dolu olan büyükanneme ait hasta odasına serildi. Ben onun hasta yatağının yanında büyüdüm. Aşağı yukarı bir yaşındayken merdivenin üçüncü basamağından yuvarlanıp alnımdan yaralandım. Büyükannem tiyatroya gitmişti; babamın kuzenleri ve annem onun yokluğundan ötürü gürültülü bir sevinç içindeydiler. Annem aşağı kattan yukarıya bir şeyler taşımak için bu fırsattan yararlanmak istemişti. Ben ardından koşunca kimonosunun eteklerine dolanıp yuvarlanmıştım. Büyükannem telefonla Kabuki Tiyatrosu,ndan çağnldı. Eve geldiğinde büyükbabam üzerine yürüdü. Büyü14 kannem ayakkabılannı çıkarmadan evin bolünde durdu, sağ eliyle tuttuğu hastonuna yaslandı ve hiç kıpırdamadan büyükbabamın yüzüne baktı. Sonra garip, sakin bir sesle ve her kelimenin üzerine tek tek basarak konuştu: “o·· Id ·· ·· ?” u mu.

“H , ayır. Bunun üzerine ayakkabılarını çıkarıp eve girdi ve bir rahibe gibi gururla koridordan geçti. Dördüncü doğum günümden önceki yeni yıl sabahı kahverengi bir şeyler kustum. Çağnlan aile doktoru beni muayene ederek, yeniden sağhğıma kavuşmaının zor olduğunu söyledi. İğneyle vücuduma o kadar kafur ve şekerli su verildi ki, sonunda bir iğnedenliğe döndüm. Nabız hem bilekte hem de kolun yukan kısmında duyulmuyordu. İki saat geçti böyle. Bütün aile çevreme toplanmış cesedime bakıyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir