William Gibson – Neuromancer

Limanın üzerindeki gökyüzü, yayını yapılmayan bir kanala ayarlanmış gibiydi. Case, Chat’in kapısının etrafındaki kalabalıkta kendine omzuyla yer açmaya çalışırken birisinin “sanki kullanan ben değilim.” dediğini duydu. “Sanki vücudum bu inanılmaz uyuşturucu ihtiyacını kendisi yaratıyor.” Ses, bir Sprawl’un sesi ve şaka da bir Sprawl şakasıydı. Chatsubo, profesyonel yurtsuzlara hizmet veren bir bardı; burada bir hafta boyunca içip, Japonca iki kelime bile duymayabilirdiniz. Ratz, barda tezgaha bakıyordu, bir tepsi dolusu bardağa Kirin doldururken yapay kolu aynı hareketleri tekrarlayıp duruyordu. Case’i gördü ve Doğu Avrupa çeliği ile kahverengi çürük karışımı bir mozaik olan dişleriyle gülümsedi. Case barda kendine inandırıcılıktan uzak bronzlukta bir tene sahip bir Lonny Zone fahişesi ve çene kemikleri, düzenli kabilesel yara izleriyle bezeli uzun boylu bir Afrikalının taze denizci üniforması arasında bir yer buldu. “Wage, iki adamıyla birlikte erken saatlerde buradaydı” dedi Ratz, sağlam eliyle bir bardağı tezgah boyunca yuvarlayarak. “Belki işi seninledir, ha Case?” Case omuz silkti. Sağındaki kız kıkırdadı ve ona dirsek attı. Barmenin gülümsemesi daha da genişledi. Çirkinliği destansıydı. Güzelliği satın alabileceğiniz bu çağda onun bundan mahrum kalmasının biraz garip bir yanı vardı.


Yeni bir bardağa doğru uzanırken antika kolundan inleme sesleri geldi. Bu askerî bir Rus proteziydi; kirli pembe plastikle kaplı, yedi fonksiyonlu, güç geribildirimli bir aygıt. “Fazlasıyla artiz birisin, Herr Case.” diye homurdandı Ratz; bu ses onun kahkahası sayılabilirdi. Pembe pençesiyle, beyaz gömleğinin üzerinden göbeğini kaşıdı. “Biraz komik işlerin artizi.” “Elbette,” dedi Case ve birasından bir yudum aldı. “Bu etraflarda birisinin biraz komik olması lazım. Senin olmadığın da kesin.” Fahişenin kıkırdaması bir oktav yükseldi. “Sen de değilsin kızım. Şimdi kaybol, tamam mı? Zone benim fazlasıyla yakın dostumdur.” Kız, Case’in gözlerinin içine bakıp, dudaklarını belirsizce kıpırdatarak mümkün olabilecek en hafif tükürme sesini çıkardı ve gitti. “İsa aşkına.” dedi Case, “ne sikik bir yer işletiyorsunuz burada? İnsan bir içki içemiyor.

” “Hmm,” dedi Ratz yanıklarla dolu tahtayı eski bir paçavrayla silerken, “Zone payını alıyor, bense eğlenceye katkını düşünerek senin burada işini görmene izin veriyorum.” Case birasını ağzına götürürken, o garip sessizlik anlarından biri çöktü, sanki yüz tane alakasız sohbet aynı anda durdurulmuşcasına. Birden fahişenin kahkahası çınladı, biraz histeri kokuyordu. Ratz homurdandı. “Bir melek geçti.” “Çinliler,” diye böğürdü Avustralyalı sarhoşun teki, “Çinliler kahrolası sinir yapıştırmayı icat ettiler. Ama bir sinir işi için anakaradan başka bir yeri seçmem. Seni onarırlar dostum….” “İşte bu,” dedi Case bardağına, birden içindeki bütün acı mide özsuyu gibi gırtlağından yükselirken, “bu harbi saçmalık.” Japonlar, Çinlilerin sinir cerrahisinde tarihleri boyunca ulaşabildikleri bilgiden daha fazlasını unutmuşlardı bile. Chiba’nın “kara” klinikleri en gelişmişleriydi, ancak tekniklerinde ayda bir kaydedilen dev ilerlemelere rağmen Memphis’teki otelde gördüğü hasarı onaramıyorlardı. Burada bir yılı doldurmuştu ama her gece azalan bir umutla siberuzayı düşlüyordu. Aldığı tüm speed’e, Night City’de girip çıktığı onca yere rağmen, hâlâ uykusunda matrisi, o renksiz boşluk boyunca uzanan parlak mantık örgülerini görüyordu. …Artık Sprawl, Pasifiğin diğer tarafında garip derecede uzaktaydı ve o artık bir konsol adamı, bir siberuzay kovboyu değildi. Diğerleri gibi basit bir gezgindi, hayatta kalmaya çalışıyordu.

Ama Japon gecelerinde, rüyalar canlıtel voodoo büyüleri gibi üstüne geliyordu ve uykusunda ağlıyordu. Tabutluk otellerin birisinde kapsülünde kıvrılmış halde yalnız uyanıyor, ellerini yatağını pençelerken, parmaklarını ise yatağın ısılköpüğünü sıkarken, orada olmayan konsola ulaşmaya çalışırken buluyordu. “Dün gece senin kızı gördüm,” dedi Ratz, Case’e ikinci Kirin’i verirken. “Benim kızım yok,” dedi Case ve içti. “Bayan Linda Lee” Case hayır dercesine başını salladı. “Kız yok mu? Hiçbir şey mi yok? Sadece iş mi, artiz dostum? Ticarete adanmak ha?” Barmenin küçük kahverengi gözleri, kırışık etleri içinde oldukça derine yuvalanmıştı. “Sanırım onunlayken seni daha çok seviyordum. Daha çok gülüyordun. Şimdilerde, bir gece kendini sanata fazla kaptırıp, bir klinik tankında yedek parça olarak son bulacak gibisin.” “Kalbimi kırıyorsun, Ratz.” Case birasını bitirdi, hesabını ödedi ve ayrıldı. Yüksek ve dar omuzları, rüzgarlığının yağmur lekeli naylonunun altında kamburlaşmıştı. Ninsei kalabalığında yolunu çizerken, kendi terinin ağır kokusu burnuna vuruyordu. Case yirmi dört yaşındaydı. Yirmi ikisindeyken bir kovboydu, bir hazırlayıcı, Sprawl’un en iyilerindendi.

Onu en iyiler, bu işte efsaneleşmiş olan McCoy Pauley ve Bobby Quine eğitmişti. Gençliğinin ve becerilerinin bir yan ürünü daimi bir yüksek adrenalin düzeyinde çalışıyordu. Bir jakla, standart bir siberuzay paneline bağlanıp, gövdesinden ayrılmış olan bilincini, ortak bir halüsinasyon olan matrise gönderiyordu. Case bir hırsızdı, daha zengin öbür hırsızlar için çalışıyordu. İşverenleri, onun kurumsal bilgisayar sistemlerinin parlak duvarlarını aşıp, zengin veri alanına girebilmesi gereken sıradışı yazılımları sağlıyordu. Hiçbir zaman yapmayacağına söz verdiği o en klasik hatayı yapmış, patronlarından çalmıştı. Kendisi için bir şeyler ayırıp, bunu Amsterdam’daki bir geçitten geçirmeye çalışmıştı. Nasıl yakalandığını hâlâ çözememişti, gerçi pek de önemi yoktu artık. O andan sonra ölümü bekliyordu ama onlar sadece güldüler. Tabii ki parayı alabileceğini söylediler, buna ihtiyacı olacaktı. Çünkü -hala gülüyorlardı- bir daha çalışamayacak halde olacağını garantileyeceklerdi. Sinir sistemine savaşta kullanılan bir mikotoksini ile hasar verdiler. Bir Memphis otelinde yatağa bağlanmış halde, otuz saat boyunca halüsinasyon görürken, yetenekleri mikron mikron kül oldu. Hasar ufak, görünmez ve kesin etkiliydi. Siberuzayın gövdesiz mutluluğu ile yaşayan Case için bu her şeyin sonu demekti.

Gözde bir kovboy olarak uğradığı barlarda hakim olan elit tavra göre, insan gövdesi pek makbul değildi. Gövde et demekti. Case, kendi bedeninde hapis düştü. Birikimlerinin hepsi hemen koca bir yığın Yeni Yen’e -Trobriand adalılarının deniz kabukları gibi, dünyanın kara pazarlarının kapalı döngüsünde devamlı dolanan eski kağıt para birimine- çevrilmişti. Sprawl’da nakit parayla legal iş yürütmek zordu, Japonya’da ise zaten illegaldi. Bir şeyden tartışmasız bir şekilde emindi: Japonya’da şifa bulacaktı. Chiba’da. Ya kayıtlı bir klinikte ya da kara tıbbın gölgeler diyarında. Organ nakli, sinir yapıştırma ve mikrobiyonik denildiğinde ilk akla gelen yer olan Chiba, Sprawl’un illegal tekno alt kültürleri için bir mıknatıstı. Chiba’dayken, Yeni Yen’inin iki ay süren testlerde ve muayenelerde yok oluşuna tanık oldu. Son umudu olan kara kliniklerdeki adamlar, sakat bırakılış tarzındaki mükemmelliğe hayran olmuş ama sonra umutsuzca başlarını sallamışlardı. Şimdiyse limana en yakın, en ucuz tabutluklarda uyuyordu, gece boyunca iskeleleri geniş bir sahne gibi aydınlatan kuvars halojen sellerinin altında. Burada televizyon gökyüzü yüzünden Tokyo’nun ışıkları hatta Fuji Elektrik Şirketi’nin bir kule gibi yükselen hologram logosu bile görülmüyordu; Tokyo körfezi de ortalıkta dolanan beyaz köpük yığınlarının üzerinde daireler çizen martıların altında kapkara uzanıyordu. Limanın arkasında ise şehir vardı, işyerlerinin devasa küplerinin altında ezilen fabrika kubbeleri. Eski sokaklardan oluşan, resmi adı olmayan dar bir sınır limanla şehri birbirinden ayıran tek şeydi.

Kalbinde Ninsei’nin yer aldığı Night City. Gündüzleri, Ninsei’deki barlar kapalı ve renksizdi, neonlar cansız, hologramlar hareketsiz, her şey zehirli gümüş gökyüzünün altında bekleyişteydi. Case gecenin ilk hapını, Chat’in iki blok batısında, Jarre de Thé adındaki bir çay dükkanında duble bir espresso ile yuvarladı. Düz, pembe bir sekizkenardı hap, Zone’un kızlarının birinden satın aldığı güçlü bir Brezilya dexiydi. Jarre’nin bütün duvarları aynadandı, her panel kırmızı neonla çerçevelenmişti. İlk başta, kendini Chiba’da elinde çok az para ve daha da az şifa bulma ümidiyle bulduğunda bir çeşit intihar gibi hızlı yaşama moduna girip, sanki yaşayan kendisi değilmiş gibi hissettiği soğuk bir güçle, uyuşturucu satarak taze sermaye edinmeye başlamıştı. Daha ilk ay, iki adamı ve bir kadını geçen sene kendisine komik gelebilecek miktarlardaki paralar için öldürmüştü. Ninsei onu öylesine yıprattı ki, artık sokakta ölme isteğinin dışavurumu, daha önce içinde taşıdığını bilmediği bir zehir gibi görünmeye başladı. Night City, başparmağı sürekli “İleri Sar” tuşunda basılı halde duran canı sıkılmış bir araştırmacının tasarlandığı, manyakça bir sosyal Darwinizm deneyine benziyordu. Uyuşturucu işini bıraktığınızda iz bırakmadan batardınız, ama biraz hızlı hareket ederseniz, kara pazarın hassas ve gergin yüzeyini parçalayabilirdiniz; her iki şekilde de tamamen yok olurdunuz, Ratz gibi birinin zihninde bulanık bir anı dışında hiçbir iziniz kalmazdı geride. Belki yeterince Yeni Yen’i olan bir yabancıya hizmet etmek üzere kalp, ciğer veya böbrekleriniz klinik tanklarda yaşamaya devam ederdi. Burada ticaret, devamlı varolan ve bilinçaltınızdan etkileyen bir uğultu; ölümse tembellik, dikkatsizlik, beceriksizlik ve karmaşık protokolün taleplerine uyamamanın kabul edilmiş bir cezasıydı. Case Jarre de Thé’da bir masada tek başına oturuyordu, sekizgen etkisini göstermeye başlamış, avuçlarında ter damlacıkları oluşuyordu. Case, birden kollarının ve göğsünün üzerinde ürperen her bir kılı hissetti, bir yerden sonra kendisiyle bir oyun oynamaya başladığını biliyordu; isimsiz, eski bir oyun, son bir iskambil falı. Artık silah taşımıyor, temel önlemleri almıyordu.

Sokaktaki en hızlı ve gevşek işleri yürütüyordu, üstelik aranılan her şeyi bulabilme gibi bir üne sahipti. İçinden bir tarafı, bu kendini yok ediş turunun, sürekli azalan müşterileri tarafından açıkça görüldüğünü biliyordu ama aynı tarafı bunun için biraz daha zaman gerektiğinin farkında olmaktan mutluluk duyuyordu. Linda Lee düşüncesinden en çok nefret eden de, bu kollarını kavuşturmuş ölümü bekleyen tarafıydı. Onu, yağmurlu bir gecede, bir oyun salonunda bulmuştu. Sigara dumanının mavi sisi içerisinde yanan hayaletlerin altında, Wizard’s Castle hologramları, Tank War Europa, New York silüeti. …Onu şimdi de aynı şekilde anımsıyordu, suratı devamlı değişen lazer ışığıyla yıkandıkça, yüz hatları her defasında bir koda indirgeniyordu: Wizard’s Castle’ın ateşleriyle alevlenen elmacık kemikleri, Tank War Europa’da Münih düşürüldüğünde açık maviye boyanan alnı, kayan bir imleç bir gökdelen kanyonunun duvarına çarptığında çıkan kıvılcımların sıcak altın renginin dokunduğu dudakları. Case, o akşam çok yüksekten uçuyordu, Wage’in bir paket ketamini Yokohama yolunda, parası çoktan cebindeydi. Ninsei kaldırımlarını ıslatan ılık yağmurun altından çıkıp oraya girmişti ve konsollardaki onca insanın arasında bir tek onu görmüştü, kendini oyuna kaptırmış haldeydi. O andaki yüz ifadesi, saatler sonra bir liman tabutluğunda uyurken yüzünde gördüğü ifadeyle aynıydı. Üst dudağı, çocukların çizdiği uçan kuşlara benziyordu. Yaptığı anlaşmanın etkisiyle uçarken, oyun salonunda onun yanında durmak için karşı tarafa yürüdü ve o da kendisine baktı. Etrafları siyah kalemle makyajlanmış gri gözler. Üzerine doğru gelen bir aracın farlarına bakarken donup kalmış bir hayvanın gözleri. Birlikte geçirdikleri gece, sabaha dönüştü, hover limanından alınan biletlerle Case’in körfez üzerindeki ilk gezisi olarak devam etti. Yağmur sürdü, Harajuku boyunca yağdı, onun plastik ceketinin üzerinde boncuklar oluşturdu.

Tokyo çocukları ünlü butikler boyunca beyaz ayakkabıları ve clnigwrapleriyle geçip durdular, ta ki birlikte bir pachingo salonunun geceyarısı gürültüleri arasında durup Case’in elini bir çocuk gibi tutana dek. Case’in sağladığı uyuşturucu ve gerilim sentezinin, o daima ürkek bakan gözleri içgüdüsel ihtiyaç kuyularına çevirmesi bir ay sürdü. Kişiliğinin bir buzdağı gibi parçalanışını ve o parçaların dağılıp, uzaklaşışını izledi, nihayet çıplak ihtiyacını gördü, bağımlılığın o aç zırhını. Shiga boyunca uzanan tezgahlarda, mavi mutant sazan tankları ve cırcır böceği kafesleri yanında satılan mantisleri anımsatan bir dikkatle bir sonraki vuruşunu kollayışını izledi. Case, boş fincandaki siyah telve halkasına baktı. Aldığı speed yüzünden titriyordu. Masanın kahverengi laminantı, desen gibi ufak çizgilerin altında kasvetli görünüyordu. Omuriliğinden uzanan dexin etkisiyle böyle bir yüzeyi oluşturmak için gereken sayısız rasgele darbeyi canlandırdı. Jarre, geçen yüzyıla ait, isimsiz bir tarzda dekore edilmişti, Japon geleneklerinin ve Milan plastiklerinin uyumsuz bir karışımı hakimdi. Her şeyin üzerinde görünmez bir katman var gibiydi ama, sanki bir milyon müşterinin bozuk sinirleri, aynalara ve bir zamanlar parlak olan plastiklere saldırıp, bir daha asla temizlenemeyecek şekilde kaplamıştı. “Hey Case, dostum…” Case kafasını kaldırdı, kalemle çerçevelenmiş gri gözlerle karşılaştı. Solmuş bir Fransız elbisesi ve yeni beyaz lastik ayakkabıları vardı. “Seni arıyordum arkadaşım.” Karşısındaki bir iskemleye oturup dirseklerini masaya dayadı. Fermuarlı, mavi elbisenin omuzları kollardan itibaren yırtılmıştı; hiç düşünmeden onun kollarında iğne izleri olup olmadığını kontrol etti.

“Bir sigara ister misin?” Ayak bileğindeki cepten buruşmuş bir Yeheyuan paketi çıkartıp ona bir tane uzattı. Case sigarayı aldı ve onun kırmızı plastik bir tüple yakmasına izin verdi. “İyi uyuyabiliyor musun Case? Yorgun görünüyorsun.” Aksanı onun Sprawl’un güney kısmına, Atlanta tarafına ait olduğunu belli ediyordu. Gözlerinin altındaki ten soluk ve sağlıksız bir görüntü veriyordu ama eti hala pürüzsüz ve sıkıydı. Yirmisindeydi. Yeni acı çizgileri ağzının kenarında kalıcı yerler edinmeye başlamıştı. Siyah saçları geriye doğru atılmış, desenli bir ipek bantla duruyordu. Desen mikro devrelere ya da bir şehir haritasına ait olabilirdi. “Haplarımı almayı unutmadıkça evet” dedi, o sırada somut bir özlem dalgası onu çarptı, amfetamin dalga boyundan şehvet ve yalnızlık yayıldı. Liman civarındaki fazla sıcak bir tabutluğun içinde onun derisinin kokusunu hatırladı, parmakları belinin arkasında kenetlenmişti. Bütün hepsi et, diye düşündü ve onun bütün bu istekleri. “Wage,” dedi kız gözlerini kısarak. “Seni yüzünde bir delikle görmek istiyor.” Kendi sigarasını yaktı.

“Kim söyledi? Ratz mı? Ratz’la mı konuşuyordun?” “Hayır. Mona. Yeni takıntısı Wage’in adamlarından biri.” “Wage’e fazla borcum yok zaten. Beni temizlerse onu da almasına imkan yok.” Omuzlarını silkti. “Çok kişiden alacağı var. Belki de seni gözdağı yapmak isteyebilir diğerlerine. Dikkat etsen iyi olur.” “Tamam. Senden n’aber Linda? Yatacak bir yerin var mı?” “Uyumak” Başını salladı. “Tabii ki Case.” Titredi, masanın üzerinde iki büklüm oldu. Yüzü terle kaplanmıştı. “İşte.

” dedi Case ve rüzgarlığının cebinden kırışık bir ellilik çıkardı. Direk masanın altına indirip katladı ve ona doğru uzattı. “Ona ihtiyacın var tatlım. Wage’e versen daha iyi olur.” Artık o gri gözlerde okuyamadığı, daha önce görmediği bir şey vardı. “Wage’e borcum bundan çok daha fazla. Bunu al, başka yerden daha çoğunu bekliyorum.” diyerek yalan söyledi ve Yeni Yen’in fermuarlı bir cepte kayboluşunu izledi. “Case, paranı al, Wage’i bir an önce gör.” “Görüşürüz Linda” dedi kalkarken. “Kesinlikle” Kızın her iki gözbebeğinin altında bir milimetre beyazlık vardı. Sanpaktu. “Arkanı kollasan iyi olur arkadaşım.” Onu onayladı, bir an önce gitmek istiyordu. Plastik kapı ardından kapanırken arkasına dönüp baktığında kırmızı bir neon kafes içinden yansıyan gözlerini gördü.

Ninsei’de cuma gecesi. Yakitori tezgahlarını, masaj salonlarını, Beautiful Girl adındaki bir coffee shop’u, bir oyun salonunun elektronik gök gürültüsünü geçti. Koyu tonlarda giyinmiş bir sarariman’a yol verirken, adamın sağ elinin dışına yapılmış Mitsubishi-Genentech logosunun dövmesini gördü. Acaba gerçek miydi? Eğer gerçekse adamın başı belada, diye düşündü. Sahteyse de belasını arıyor demekti. Belli bir düzeyin üzerindeki M-G çalışanlarının vücuduna, kan akışındaki mutagen düzeyini takip eden mikroişlemciler yerleştirilirdi. Night City’de bu tür aygıtlar adamın kaçırılmasına, doğrudan bir kara kliniğe tıkılmasına yeterdi. Gördüğü sarariman bir Japon’du ama Ninsei’deki bir gaijin kalabalığıydı. Limandan gelen denizci grupları, rehberlerin dışındaki zevkler peşinde koşan gergin, yalnız turistler, deri yamalarını ve protezlerini teşhir etmekten zevk alan Sprawl ağaları ve bir düzine ayrı torbacı, hepsi karmaşık bir arzu ve ticaret dansıyla sokakta geziniyorlardı. Chiba City’nin neden Ninsei gibi kapalı bir bölgeye göz yumduğu konusunda yığınla teori vardı ama Case daha çok, Yakuza’nın burayı zavallı atalarının anısını koruyan bir tür park olarak koruduğuna inanıyordu. Aynı zamanda, yeni teknolojinin gelişiminde illegal yerlere ihtiyaç duyduğu ve Night City’nin de yaşanılabilir bir yer olmaktan çok teknolojiye sunulmuş, kasıtlı olarak denetlemeden muaf bir oyun sahası olduğu fikri de mantıklı geliyordu. “Acaba Linda haklı mı?” diye düşündü ışıklara bakarak. Wage başkalarına gözdağı vermek için kendini öldürür müydü? Bu pek de akla yatkın gelmiyordu, ancak Wage ağırlıklı olarak reçeteli biyolojik maddeler satıyordu ki bunu yapmak için de deli olmak gerektiği söylenirdi. Fakat Linda, Wage’in onu ölü istediğini söylemişti. Case’in sokak ticaretine dair ilk sezgisi, ne alıcının ne de satıcının ona gerçekten ihtiyaç duymadığını anlamasıydı.

Aracıya düşen, kendini kötü bir ihtiyaca dönüştürmekti. Case’in Night City’de kendisi için oyduğu garip çukur, yalanlarla ve ihanetle açılmıştı. Artık duvarlarının yıkılmaya başladığı hissi onu garip bir iç rahatlığın ucuna taşıyordu. Önceki hafta, yapay bir salgı bezi özünün naklini geciktirip, onu normalin üstünde bir fiyata satmıştı. Wage’in bunlardan hoşlanmadığını biliyordu. Wage onun ana kaynağıydı, dokuz yıldır Chiba’daydı ve Night City’nin sınırlarının ötesindeki sağlamca oturmuş illegal kuruluşlarla bağlantı kurmayı becerebilmiş sayılı gaijin tüccarlarındandı. Genetik malzeme ve hormonlar, karmaşık bir sahte vitrinler ve kepenkler sistemiyle Ninsei’ye akıyordu. Wage bir zamanlar, bir yolunu bulup suyun başına kadar iz sürmüştü, şimdi ise bir düzine şehre uzanan düzenli bağlantılarının keyfini çıkarıyordu. Case kendini denizcilere küçük parlak şeyler satan bir dükkanın vitrinlerine bakarken buldu. Saatler, çakılar, simstim panelleri, cep VTR’leri, ağırlık takılmış manriki zincirleri ve shuriken. Shuriken hep büyülemişti onu, bıçak keskinliğinde uçları olan çelik yıldızlar. Bazıları krom kaplama, bazıları siyah, diğerleri ise su üzerindeki yağ damlası gibi gökkuşağı bir yüzeye sahipti. Fakat onun sürekli gözlerine takılan krom yıldızlardı. Göbekleri ejderha veya ying yang sembolleriyle damgalanmış, neredeyse görünmeyen misinalarla parlak kırmızı ultrasüet fonuna bağlanmışlardı. Sokağın neon ışığını kırarak yansıtıyorlardı.

Case, bunların altında yolculuk ettiği yıldızlar olduğunu, kaderinin krom bir yıldızla çizildiğini düşündü. “Julie” dedi yıldızlarına. “Julie’i görme vakti, o bilir.” Julius Deane yüz otuz beş yaşındaydı, metabolizması her hafta titizlikle, bir servet değerindeki serum ve hormonla yenileniyordu. Yaşlanmaya karşı aldığı birinci önlem, her sene Tokyo’ya gerçekleştirdiği haclardı. Tokyo’da genetik cerrahlar, DNA kodlarını yeniden ayarlıyordu. Bu işlemi Chiba’da yaptıramıyordu. Daha sonra Hong Kong’a uçup o yılın elbiselerini, gömleklerini ısmarlardı. Cinsiyetten uzak ve insani olmayan bir sabırla, gerçek mutluluğu değişik terzi tapınma biçimlerine kendini adayarak buluyor gibi görünüyordu. Case, onun aynı takım elbiseyi iki defa giydiğini görmemişti, buna rağmen gardrobu bir önceki yüzyıla ait giysilerin başarılı taklitlerinden oluşuyordu. Örümceksi altın çerçeveleri içerisinde, reçeteli mercekleri olan gözlüklerini takardı, mercekler ince pembe yapay kuvars levhalardandı ve Viktoryan bebek evlerindeki aynalar gibi düzleştirilmişti. Deane’in ofisi Ninsei’nin arka tarafında bir depodaydı. Deponun bir bölümü yıllar önce, rasgele seçilmiş Avrupa mobilyalarıyla, rahat bir tarzda döşenmişti. Sanki Deane orayı bir zamanlar evi olarak kullanmaya niyetlenmişti. Case’in beklediği odanın bir duvarına dayanmış Neo-Aztek kitaplıklar tozlanmakla meşguldü.

Bir çift irice Disney tarzı masa lambası, kırmızı laklı çelikten Kandinsky tarzı bir kahve masası üzerine eğreti bir şekilde yerleştirilmişti. Bir Dali saati, çıplak betona sarkan çarpık yüzüyle kitaplıkların arasındaki duvara asılıydı. Yelkovanla akrebi, ilerledikçe saatin hatlarına uyum sağlayacak şekilde değişen hologramlardı ama saat asla doğru zamanı göstermiyordu. Odanın her tarafına, keskin zencefil kokusu yayan beyaz fiberglas taşıma modülleri yığılmıştı. “Temiz görünüyorsun evlat.” dedi Deane’ın gövdesinden ayrılmış sesi, “İçeri gir hadi.” Kitaplıkların sol tarafındaki taklit gül ağacı kapının etrafındaki sürgüler gürültüyle geri çekildi. Plastik üzerinde, soyulmaya başlamış çıkartma harflerle JULIUS DEANE İTHALAT İHRACAT yazıyordu, Deane’in eğreti girişindeki dağınık mobilyalar geçmiş yüzyılın sonuna ait gibi düşünülürse, ofisin içerisindekiler geçmiş yüzyılın başlarındandı. Deane’in kırışıksız pembe yüzü, Case’i koyu yeşil camdan dikdörtgen bir perdesi olan antika bir pirinç lambanın ışığının içinden izliyordu. İthalatçı, her iki yanında bir tür soluk ağaçtan çekmeceli dolapların yukarı uzandığı, çok geniş ve renkli bir masanın arkasında, oldukça güvenli duruyordu. Case onların bir zamanlar yazılı kayıtların depolanması için kullanılan dolaplardan olduğunu düşündü. Masanın üzerine kasetler, sararmış yazıcı çıktıları ve Deane’in bir türlü birleştirmeye vakit bulamadığı bir tür otomatik daktilonun parçaları savrulmuştu. “Seni buraya getiren nedir, delikanlı?” diye sordu Deane, Case’e mavi beyaz kareli bir kağıda sarılı ince bir bonbon uzatarak. “Bir tane dene. TingTing Djahe, en iyisi.

” Case zencefili reddetti ve arkaya yaslanan tahta bir iskemleye oturdu, başparmağını siyah kotunun bacağındaki soluk dikiş izinden aşağı kaydırdı. “Julie, duyduğuma göre Wage beni öldürmek istiyormuş.” “Ah, demek öyle. Peki, bunu nereden duyduğunu sorabilir miyim?” “İnsanlardan.” “İnsanlar.” dedi Deane, ağzında bir zencefilli bonbonu yuvarlayarak. “Ne tip insanlar? Dostlar mı?” Case başını sallayarak onayladı. “Dostlarının kimler olduğunu bilmek her zaman da o kadar kolay olmuyor değil mi?” “Ona küçük bir borcum olduğu doğru. Deane, sana bir şey söyledi mi?” “Son zamanlarda hiç görüşmedim.” Deane iç geçirdi. “Elbette, eğer gerçekten bilseydim, sana söyleyebilecek bir konumda olmayabilirdim. İşler böyle yürür, bilirsin.” “İşler?” “O önemli bir bağlantı, Case.” “Biliyorum. Beni öldürmek istiyor mu Julie?” “Bildiğim kadarıyla hayır.

” diyerek omuzlarını silkti Deane. Dışarıdan bu sahneyi izleyen biri, zencefilin fiyatını tartıştıklarını düşünebilirdi. “Bak evlat, bunun asılsız bir söylenti olduğu ortaya çıkarsa, işte bir hafta sonra falan tekrar gel. Senin Singapur’dan gelen ufak bir şeylerle uğraşmana izin veririm.” “Bencoolen Sokağı, Nan Hai Otel’den gelen bir şeyler mi?” “Ağzına hakim olamıyorsun evlat!” diye sırıttı Deane. Çelik masa, istenmeyen elektronik kulaklara karşı koyacak aletlerle dolu bir servet gibiydi. “Görüşeceğiz Julie, Wage’e bir merhaba diyeceğim.” Deane’in parmakları soluk ipek kravatın mükemmel düğümünü okşamak için yukarı uzandı. Birisinin peşine düştüğü ve çok yakın olduğuna dair ani hücresel bilinci onu sarstığında Deane’in ofisinden henüz bir blok bile uzaklaşmamıştı. Uysal bir paranoyanın ortaya çıkışı, Case’in kabul ettiği bir durumdu. İşin sırrı bunu denetim altında tutabilmekte yatıyordu ama bu, bir sürü sekizgenin ardından oldukça zor bir numaraydı. Adrenalin dalgasıyla savaşarak, yüzünün dar hatlarını canı sıkkın bir amaçsızlık maskesinin altına gizledi ve kalabalıkla birlikte sürükleniyormuş gibi yaptı. Karartılmış bir vitrin gördüğünde, önünde duraklamayı başarabildi. Tadilat nedeniyle kapatılmış, cerrahi bir butikti. Elleri ceplerinde, camekandan içeri; taklit yeşimden oyulmuş bir kaide üzerinde duran hap şeklindeki, tankta büyütülmüş et parçasına baktı.

Etin derisinin rengi Zone’un fahişelerini anımsattı; et deri altındaki bir çipe bağlı ışıklı bir sayısal gösterge ile damgalanmıştı. Cerrahiyle uğraşmanın ne gereği var, diye düşüncelere dalmışken buldu kendini, bu aleti cepte taşıyabilirken. Başını oynatmadan, gözlerini kaldırdı ve kalabalığın yansımalarını inceledi. İşte, orada. Kısa kollu üniformalı denizcilerin arkasında. Koyu saçlar, aynalı gözlükler, koyu renkli giysiler, ince yapılı. … Ve yok oldu. Case eğilmiş bir halde, vücutlara çarpmamak için manevralar yaparak koşuyordu. “Bana bir silah kiralar mısın Shin?” Oğlan güldü. “İki saat.” Bir Shiga suşi tezgahının arkasında, taze çiğ deniz ürünlerinin kokusu arasında duruyorlardı. “Sen geri gel, iki saat.” “Buna hemen ihtiyacım var dostum. Yanında bir şeyler yok mu?” Shin iki litrelik tenekelerin arkasını karıştırdı. Gri plastiğe sarılı ince bir paket çıkarttı.

“Taser. Bir saat, yirmi Yeni Yen. Otuz depozito.” “Siktir! Ona ihtiyacım yok. Bana bir tabanca lazım. Belki birini vurmam gerekebilir, anladın mı?” Garson omuzlarını silkip aleti tenekelerin arkasına geri koydu. “İki saat.” Sergilenen shurikenlere bakmaya tenezzül etmeden dükkana girdi. Hayatında bir kere bile fırlatmamıştı. Adını Charles Derek May olarak sunan bir Mitsubishi Bankası çipiyle iki paket Yeyehuan aldı. Bu pasaportu için bulabildiği en iyi isim olan Truman Starr adından bile daha iyiydi. Terminalin arkasındaki kadın, Deane’den birkaç yıl daha yaşlı görünüyordu ama bu yıllar boyunca bilimin nimetlerinden yoksun kalmışa benziyordu. Case, ince bir Yeni Yen rulosunu cebinden çıkartarak kadına gösterdi. “Bir silah istiyorum.” Kadın bıçaklarla dolu kutuyu işaret etti.

“Hayır,” dedi Case, “bıçakları sevmem.” Tezgahın altından dar, uzun bir kutu çıkarttı. Sarı kartondan kapak, iri kafalı bir kobranın kaba resmiyle damgalıydı, İçinde, ince kağıda sarılı sekiz birbirinin aynı silindir duruyordu. Kahverengi kırışık parmakların kağıtlardan birini yırtışını izledi. Kadın, inceleyebilmesi için nesneyi yukarı kaldırdı, bir ucunda deri bir şerit, diğer ucundaysa küçük bronz bir piramit bulunan donuk çelikten bir tüp. Bir eliyle tüpü, diğer elinin baş ve işaret parmaklarıyla da piramidi kavradı ve çekti. Sıkıca sarılmış bobin yayının, üç yağlanmış, teleskopik şekilde açılan bölümü dışarı çıktı ve kilitlendi. “Kobra.” dedi satıcı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir