1940’lann sonunda orada yaşadığım dönemde. Mexico City, berrak, ışıl ışıl havasının yaranda, içinde daireler çizerek dönen akbabalara kan ve kum rengine oldukça uygun düşen özel bir mavi tonuna -kaba bir tehditkârlıktaki acımasız Meksika mavisi- sahip gökyüzüyle bir milyon kişinin yaşadığı bir kentti. Mexico City’yi, orayı ziyaret ettiğim ilk günden itibaren sevmiştim. 1949 yılında orası, geniş bir yabana kolonisi, efsanevi genelevleri ve lokantaları, horoz döğüşleri, boğa güreşleri ve akla gelebilecek her türlü eğlencesiyle yaşamak için ucuz bir yerdi. Tek başına bir adam orada günde iki dolara oldukça rahat bir şekilde yaşayabilirdi. Eroin ve marihuana bulundurmaktan New Orleans’ta bana karşı açılan davada dunumun öylesine ümitsiz görünüyordu ki, mahkeme tarihinde ortalıkta görünmemeye karar verdim ve Mexico City’nin sessiz, orta sınıf mahallelerinin birinde, bir apartman dairesi kiraladım. Zaman aşımı yasasına göre, Birleşik Devletler’e beş yıl boyunca dönemeyeceğimi biliyordum, bu yüzden Meksika vatandaşlığına müracaat ettim, Mexico City College’de Maya ve Meksika arkeolojisi üzerine bazı derslere kaydoldum. Amerikan ordusu kitaplarımı, okul taksitlerimi ve yaşamam için ayda yetmiş beş dolarlık bir maaşı üstlendi. Çiftçilik yapabileceğimi veya belki de Amerika sınırında bir bar açabileceğimi düşünüyordum. Kent hoşuma gitmişti. Gecekondu bölgeleri, katışıksız pislik ve yoksulluk açısından Asya’daki herhangi bir bölgeyle rahatlıkla karşılaştırılabilirdi. Inǚ sanlar sokağın her tarafına sıçıyor, ardından yatıyor ve orada, ağızlarına girip çıkan sineklerle birlikte uyuyorlardı. Girişimciler, genellikle miskindirler, sokak köşelerinde ateşler yakar ve yoldan gelip geçenlere dağıttıkları, iğrenç, pis kokulu ve isimlendirilemeyen yemek yığınları pişirirlerdi. Ayyaşlar ana cadde kaldırımlarının tam üzerinde sızıp uyurlardı, hiçbir polis onları rahatsız etmezdi. Bana, sanki Meksika’da herkes kendisini ilgilendiren şeyleri düşünme sanatı üzerinde iyice uzmanlaşmış gibi geliyordu. Eğer adamın biri monokl takıp baston taşımak isterse, bunu yapmaktan çekinmiyordu ve hiç kimse de yanından geçerken ona ikinci bir kez bakmıyordu. Oğlanlar ve genç erkekler caddede kol kola yürürlerdi ve hiç kimse onlara aldırmazdı. Bu durum, o insanların diğerlerinin ne düşündüğüyle ilgili olmadıkları yüzünden değildi, sadece bir Meksikalı bir yabancının kendisini eleştirmesini beklemezdi ve kendisi de diğerlerinin davranışlarını eleştirmezdi. Meksika, temel olarak, iki bin yıllık salgın hastalıklar, yoksulluk, rezillik, aptallık, esaret ve merhametsizliği, ruhsal ve ϐiziksel terörizmi yansıtan bir Doğulu kültürdü. Meşum, karanlık ve kaotikti, bir rüyanın özel kaosu gibi. Hiçbir Meksikalı, bir diğer Meksikalıyı gerçekten tanımazdı ve eğer bir Meksikalı, birisini öldürmüşse (bu çok sık olurdu), ölen kişi genellikle onun en iyi arkadaşı olurdu. Cam isteyen herkes silah taşıyabilirdi; bir barın müdavimlerine ateş eden sarhoş polislerin, silahlı siviller tarafından vuruluşunu anlatan birçok olay okumuşumdur. Bir otorite ϐigürü olarak Meksikalı polisler, tramvay sürücüleriyle aynı hizadaydılar. Bütün memurlar rüşvet yerdi, gelir vergisi çok düşüktü ve tedavi ücretleri aşın derecede uygundu, çünkü doktorlar sürekli kendi reklamlarını yapar ve ϐiyat kırarlardı. 2.40 dolara belsoğukluğu tedavisi olabilir ya da penisilini satın alarak iğneyi kendiniz vurabilirdiniz. Kendi kendinizi tedavi etmenizi engelleyen hiçbir yönetmelik yoktu, iğneler ve şırıngalar herhangi bir yerden satın alınabilirdi. O günler Alemân’ın 1 dönemiydi, mordida’nın kral olduğu bir dönem ve rüşvet piramidi devriye gezen polislerden Presidente’ye kadar yükseliyordu. Mexico City, aynı zamanda, kişi başına düşen adam öldürme oranına bakıldığında dünyanın cinayet başkentiydi. Gazetelerde, her gün şöyle hikâyeler okuduğumu hatırlıyorum: (1.- Migueî Alemân : (1902-1983). 1946-52 arasında görev yapmış Meksika devlet başkanı. Bir köy bakkalının oğluydu. Meksika Devrimi sırasında general oldu. Hukuk öğrenimini bitirdikten sonra Mexico City’de çalıştı ve işçi-işveren davalarında uzmanlaştı. Odžnce Veracruz senatörü, sonra 1936’da eyalet valisi oldu. 1940’ta Manuel Aƹvila Camacho’nun zaferiyle sonuçlanacak başkanlık kampanyasını yürütmek için bu görevinden istifa etti. Bunun karşılığında, Camacho tarafından Iǚçişleri Bakanlığı gibi güçlü bir mevkiye getirilerek ödüllendirildi. 1946’da Kurumsal Devrimci Parti’den (PRI) başkan adayı oldu ve kolayca kazandı. Başkanlığı döneminde Meksika’da toprak reformunun hızı kesikliyse de endüstriyel kalkınma büyük ölçüde hızlandı. Yönetimine büyük yolsuzluk ve yozlaşma suçlamaları yöneldiyse de onun başkanlık döneminde belirgin bir ekonomik gelişme görülmüştür.) Bi r campesino, yani bir köylü, otobüs bekliyordun keten pantolonu, araba lastiğinden yapılmış sandaletleri, geniş sombrerosu ve kemerine sokulmuş maçetesiyle 2 . Takım elbise giymiş başka bir adam da orada bekliyordur, kol saatine bakar ve sinirli bir şekilde mırıldanır. Campesino maçetesini sıyırır ve adamın kafasını bir güzel kesip atar. Campesino daha sonra polise şöyle anlatır: “Bana muy feo bakıyordu ve sonunda kendime hakim olamadım.” Ama aslında adam otobüs geciktiği için sinirliydi ve campesino onun hareketini yanlış anladığında otobüsü görmek için yola bakıyordu ve bundan sonraki şey, hendeğin içine yuvarlanan bir kafaydı, altın dişlerini gösterip korkunç bir şekilde sırıtarak. (2.- Maçete: İng. “Machete”. Orta Amerika’da kullanılan bir cins pala, yhn ) Iǚki campesino çok kederli bir şekilde yol kenarında oturuyor. Kahvaltı yapmak için ceplerinde paralan yok. Ama şuraya bak: önündeki birkaç keçiyi güden bir oğlan. Campesino eline bir taş alır ve vurduğu gibi oğlanın beynini dışarı fışkırtır. Sonra keçileri en yakın köye götürüp satarlar. Polisler tarafından tutuklandıklarında kahvaltılarını yapıyorlardır. Bir adam küçük bir evde oturmaktadır. Bir yabana ona Ayahuasca yolunu nasıl bulabileceğini sorar. “Ah, bu taraftan, senor.” Adamın önüne düşmüş, etrafta döndürüp duruyordur: “Yol, tam burada.” Birdenbire, aslında yolun nerede olduğunu bilmediğini fark eder ve bunu niye dert edecektir ki? Yerden bir taş parçası alır ve kendisine işkence yapan herifi öldürür. Campesino’lar haklarını taş parçaları ve maşetelerle alıyordu. Daha öldürücü olanlarsa politikacılar ve izne çıkmış olan aynasızlardı, yanlarında .45’lik otomatiklerle, insan harekete geçmek için hazırlanmayı öğreniyordu. Işǚ te bir başka gerçek hikâye: Silah taşıyan bir politico, hatununun onu aldattığını ve bir kokteyl salonunda birisiyle buluştuğunu duyar. Maço ateş gibi içeri daldığında, Amerikalı bir çocuk daha yeni içeri girip kızın yanına oturmuştur: “CHINGOA!” Adam .45 ’ liğini çıkarır ve çocuğu oturduğu bar taburesinin üstünden vurup uçurur. Cesedi dışarı çıkarır ve sokak boyunca biraz uzağa sürükleyerek götürür. Polisler geldiklerinde, kanlı barını bezle temizlemekte olan barmen omuzlarını silker ve sadece şöyle der:”Malos, esos muchachos!” (“Şu kötü çocuklar!”) Her ülkenin kendi özel Bokları vardır, tıpkı Zenci çentiklerini sayan Güneyli kanun adamları gibi ve dalgacı Meksika maçosu da iş saf pisliğe geldiğinde onlardan geri kalmaz. Ve Meksika orta sınıfının büyük bölümü de dünyanın tüm diğer burjuvazileri kadar iğrençtir. Meksika’da narkotik reçetelerinin parlak, san renkte olduğunu hatırlıyorum, bin dolarlık bir fatura veya ordudan onursuz bir şekilde atılma kâğıtları gibi. Bir ara Yaşlı Dave ve ben, onun Meksika hükümetinden oldukça yasal bir şekilde elde ettiği böyle bir reçeteyi kullanmaya çalışmıştık. Karşılaştığımız ilk eczacı böyle bir şey karşısında irkilerek hırlamıştı:”No prestamos servicio a los viciosos!” (“Uyuşturucu bağımlılarına hizmet vermiyoruz!”) Her adımda daha da hastalanarak bir farmacta’dan öbürüne yürüdük: “Hayır, senor…” Millerce yürümüş olmalıydık. “Daha önce bu mahalleye hiç gelmemiştik.” ‘İyi, bir daha deneyelim.” Sonunda duvardaki bir delik kadar küçücük bir farmada’ya girdik. Receta’yı çıkarttım, kır saçlı bir bayan bana gülümsüyordu. Eczacı reçeteye baktı ve “İki dakika, senor,” dedi. Oturup bekledik. Pencerede sardunya çiçekleri vardı. Küçük bir oğlan çocuğu bana bir bardak su getirdi ve bir kedi bacağıma sürtündü. Bir süre sonra eczacı elinde morϐinimizle döndü. “Gracias, senor” Dışarısı, mahalle şimdi büyülü gibi görünüyordu: Bir çarşının içinde küçük farmacia’lar, dışarıya konulmuş sandıklar ve tezgâhlar, köşede bir pulqueria. Kızarmış çekirgeler ve üzerindeki sineklerle lekelenmiş nane şekerleri satan kulübeler. Beyaz tertemiz ketenler ve ipten yapılmış sandaletler giymiş taşralı oğlan çocukları, cilalanmış bakır gibi yüzleri ve ateşli masum kara gözleriyle, egzotik hayvanlar gibiydiler, cinsiyetsiz bir güzelliğin hayranlık verici göz kamaştırışı. Işǚ te keskin hatları ve kara derisiyle bir oğlan çocuğu, vanilya kokuyor, kulağının arkasına bir gardenya takmış. Evet, bir Johnson buldunuz, ama onu bulmak için bütün bu Bokkent boyunca yürüdünüz. Her zaman böyle olmuştur. Tam bütün dünyanın Boklar tarafından özellikle doldurulduğunu düşündüğünüz anda, bir Johnson’a rastlarsınız. Bir gün kapım sabahın sekizinde çalındı. Pijamalarımla gittim ve karşımda Göçmen Bürosu’ndan gelen bir müfettiş vardı. “Giyinin. Tutuklusunuz.” Kapa komşum olan kadın, ayyaş ve düzensiz davranışlarım hakkında uzun bir rapor vermişe benziyordu, aynı zamanda evraklarımda yanlış bir şeyler vardı ve sahip olmam gerekken Meksikalı karım neredeydi? Göçmen Bürosu’nun memurları beni istenilmeyen bir yabancı olarak sınır dışı edilmeyi beklemek üzere hapse göndermek için yan yana dizilmişlerdi. Şüphesiz, her şey biraz parayla düzeltilebilirdi ama benimle görüşecek olan kişi, sınır dışı etine bölüklünün başıydı ve fındık fıstığa gelmezdi. Sonunda onlara iki yüz dolar çıkmak zorunda kaldım. Göçmen Bürosu’ndan eve doğru yürürken, eğer Mexico City’de gerçekten gelir getiren bir yatırımım olsaydı ne kadar ödemem gerekebileceğini hayal ettim. Ship Ahoy’un üç Amerikalı sahibinin düzenli olarak karşılaştığı sorunları düşündüm. Polisler sürekli olarak mordida için gelinlerdi, sonra sağlık müfettişleri gelirdi ve ardından da gerçek bir ısırık koparabilmek için mekânda kötü bir şeyler bulmaya çalışan daha fazla polis. Garsonu şehir merkezine götürmüş ve ağzından biraz laf alabilmek için iyice pataklamışlardı. Kelly’nin cesedinin nereye saklandığını öğrenmek istiyorlardı? Mekânda kaç kadına tecavüz edilmişti? Otu kim sağlıyordu? Bunun gibi bir sürü şey. Kelly, Ship Ahoy’da altı ay önce vurulan Amerikalı bir hipsterdı, 3 sonra iyileşmişti ve şimdi ABD ordusundaydı. Orada şimdiye kadar hiçbir kadına tecavüz edilmemişti ve orada kimse ot içmemişti. Ama Meksika’da bir bar açma konusundaki planlarımdan artık tamamen vazgeçmiştim. (3-Hipster: Odžnceleri ilaç kullanan anlamına gelen bu sözcük zaman içinde anlamını genişleterek, aynı zamanda yeraltı kültürüne de sahip birisini belirtmekte kullanılmaya başlandı.) Bir bağımlı, görünümüne çok az dikkat eder. En kirli, en eskimiş giysilerini giyer ve kendisine dikkat etmek ihtiyacını asla hissetmez. Tanca’daki bağımlılık dönemimde ‘El Hombre Invisible’, yani Görünmez Adam olarak bilinirdim. Bağımlının, kendi görüntüsünün böylesine ayrılıp parçalanışı, genellikle karmakarışık bir görüntü açlığıyla sonuçlanır. Billie Holiday 4 , junk’tan kurtulduğu anda televizyon izlemeyi bırakacağını bildiğini söylemişti. Ilǚ k romanım Canki’deki 5 baş karakterim Lee, parçalanmamış ve kendisine hakimdi, kendisinden ve nereye gittiğinden emindi. Daha sonraki Top’daysa parçalanmıştır ve umutsuz bir şekilde bir temas ihtiyacı içindedir, kendisinden ve amacının ne olduğundan tamamen kuşkuludur. (4.- Billie Holiday: Gerçek adı Eleanora Fagan (1915-1959). Caz tarihinin en büyük şarkıcılarından biri. Gezgin bir gitaristin kızıydı. Çocukluğunda ayak işlerini gördüğü bir genelevde Louis Armstrong ve Bessie Smith’in kayıtlarını dinleyerek caz müziğiyle tanıştı. Bir süre fahişelik yapmasının ardından Harlem’deki küçük kulüplerde şarkıcılığa başladı. 1935 yılına kadar fazla tanınmadı. Son yıllarını ölümüne yol açacak olan eroin bağımlılığını yenmeye çalışarak geçildi. Bu notun asıl veriliş amacının televizyon seyretmeyi bırakmanın hiç de o kadar kolay olmadığını örnekleyebilmektir. yhn.) (5.- Junky; İletişim Yayınları. Çeviren, Ayşe Düzkan.) Bu farklılığın sebebi basittir Lee, junk kullanırken istekliydi, himaye altındaydı ve aynı zamanda şiddetli bir şekilde kısıtlanmıştı. Junk, insanın sadece seks dürtüsünü kısa devre yaptırmaz, kullanılan doza bağlı olarak, duygusal tepkileri de yok olma noktasına kadar körleştirir. Top’daki hareketi yeniden gözden geçirince, o akut yoksunluk 6 ayı cehennemi bir tehdit ateşini ve neon ışıklı kokteyl barlarından sürünerek çıkan kötülüğü üstlenir, çirkin şiddet ve .45’lik bir tabanca, yüzeyin altındaki varlığını sürekli olarak sürdürür. Junk kullanırken yalıtılmıştım ben, içki içmiyordum, çok fazla dışarı çıkmıyordum, sadece iğneyi çakıyor ve bir sonraki çakışı bekliyordum. (6- Yoksunluk: Junk kullanmayı bırakma. Junk’ın vücuttan geri çekilmesi, junk yoksunluğu. Yayınladığımız bir önceki WSB kitabı olan Çıplak Şölen’de bu kavramı “çekilme” sözcüğüyle karşılamıştım, ama şu anda bu kavram için “yoksunluk” un daha iyi oturduğuna inanıyorum, y.h.n.) Kabuk kaldırıldığında, junk tarafından kontrol altına alınmış her şey dışarıya dökülür. Yoksunluk durumundaki bağımlı, gerçek yaşına bakılmaksızın, bir çocuğun ya da bir ergenin duygusal aşırılıklarıyla karşı karşıya gelir. Ve seks dürtüsü tüm gücüyle geri döner. Altmış yaşında adamlar rüyada boşalma ve spontane orgazm deneyimleri (Fransızların dediği gibi agaçant, dişleri sonuna kadar sıktıran türden, aşın derecede keyifsiz bir deneyimdir) yaşarlar. Okur bunları aklında tutmadığı sürece, Lee’nin karakterindeki dönüşüm açıklanamaz ya da psikotik görünecektir. Ve aynı zamanda aklında taşımalıdır ki, yoksunluk sendromu, kendi kendini kısıtlar ve bir aydan daha uzun sürmez. Ve Lee, yakalandığı yoksunluk hastalığının bütün saϐhalarının en kötü ve en tehlikeli bölümünü daha da şiddetlendiren, aşın içme aşamasındadır: dikkatsiz, uygunsuz, insafsız, aşın duygusal – kelimenin tam anlamıyla korkunç – bir ruh halidir. Yoksunluk döneminin ardıldan organizma kendini yeniden düzenler ve junk öncesi düzeyde tekrar dengeler. Anlatının içinde, bu denge noktasına, en sonunda Güney Amerika gezisi sırasında ulaşılmaktadır. Artık ne junk vardır, ne de Panama’da aldığı ‘paregorik’in 7 ardından herhangi başka bir ilaç. Lee’nin içki içişi, gün batımmda birkaç sıkı ve sert kadeh atmaya kadar düşmüştür. Allerton’ın hayali varlığı dışında, buradaki Lee karakteri, daha sonraki Yage Leffers’daki Lee’den pek farklı değildir. (7-Paregorik. Kâfurlu afyon tentürü. Kısaca P.G. Bir ons’un da (283 gr.) iki greyn afyon var. Iǚki onsu, hasta bir bağımlı için bir vuruş eder. A.B.D.’nin bazı eyaletlerinde reçetesiz alınabilir. Yakılarak alkolden, süzülerek kâfurdan arındırılırsa damardan enjekte edilebilir: Tentür: Alkolün bir veya birden çok bitki üstündeki eritici etkisiyle elde edilen stvıüaç. Kâfur : Kâfur ağacından (defnegillerden, Uzak Doğu’da yetişen bir ağaç) elde edilen ve hekimlikte kullanılan, yan saydam ve beyaz, kolayca parçalanabilen, çok güzel kokulu bir madde, yhn.) Canki’yı yazmıştım ve onu yazarken beni harekete geçiren dürtü, göreceli olarak çok daha basitti: bir bağımlı olarak geçirdiğim deneyimleri, en doğru ve basit terimlerle ortaya koymaktı. Kitabın yayınlanmasını, para ve şöhret kazanmayı umuyordum. Canki’yi yazmaya başladığım sıralarda, Kerouac’ın The Town and The City’si yayınlanmıştı. Kitabı yayınlandığında, ona bir mektup göndererek para ve ünün artık garanti altında olduğunu yazdığımı hatırlıyorum. Gördüğünüz gibi, o zamanlar, yazı işi hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Top’u yazarken beni harekete geçiren dürtülerse çok daha karmaşıktı ve onlar şu anda benim için pek açık değiller. Niçin aşın derecede üzücü, keyifsiz ve yıpratıcı olan anıların günlüğünü böylesine dikkatli bir şekilde yazmalıydım ki? Canki’yi yazan ben olduğum halde, Top’da yazılanın ben olduğumu hissediyordum. Aynı zamanda yazmaya devam edebilmeyi garanti altına almak için de acı çekiyordum, kayıtlan düzgün kurabilmek için: bir aşılama olarak yazmak. Bir şeyler, yazıldığı anda hemen şaşırtma gücünü kaybeder, tıpkı bir virüsün, zayıϐlamış bir virüsün uyarılmış antikorları yarattığı zaman avantajım kaybedişi gibi. Böylece, kendi deneyimlerimi yazdığım bu satırlar boyunca, ileride çıkabilecek daha tehlikeli risklere karşı bağışıklık kazanmayı başardım. Top’un el yazması parçalarının başlangıcında, beceriksiz çılgın bir Lazarus 8 gibi junkın yatılmasından yaşama geri dönen Lee, sözcüğü cinsel göndermesiyle kullanıyorum, sayı yapmaya 9 kararlı görünmektedir. Aklın tamamıyla çökmesiyle derlenmiş gibi görünen bir listede yer alan bir ümitten diğerine geçerek sürdürdüğü uygun bir seks nesnesi bulma macerasında, merak uyandırıcı bir şekilde sistematik ve cinsellik dışı bir şeyler vardır. Çok derinlerde bir noktada, başarılı olmak istememektedir, ama aslında bir cinsel temas aramadığının farkına varmaktan kaçınmak için sonuna kadar gidecektir. (8.- Moritz Lazarus: (1824-1903). Karşılaştırmalı psikolojinin kumcularından Yahudi felsefeci ve psikolog. Lazarus’un felsefesinin temel ilkesi, hakikatin, metaϐizik ya da a priori soyutlamalarda değil, psikolojik araştırmalarda aranması gerektiği ve bu araştırmanın bireysel bilinçle sınırlanamayacağı, bir bütün olarak topluma yönelmek zorunda olduğuydu. Psikolog, toplumun yapısını oluşturan unsurları, görenekleri gelenekleri ve temel gelişme eğilimleriyle birlikte çözümleyerek insanoğlunu tarihsel ve karşılaştırmalı bir bakış açısından incelemeliydi.) (9.- Sayı yapmak ya da sayı almak: (İng. score): Cinsel anlamdaki göndermesi sevişmek olan bu deyim, aynı zamanda bir ‘satıcı’dan mal satın alabilmek anlamına da gelmektedir. y.h.n.)
William S. Burroughs – Top
PDF Kitap İndir |