Frenchman’s Bend, Jefferson’ın yirmi mil güneydoğusunda yer alan verimli ırmak yatağından oluşmuş yörenin bir parçasıydı. İki ayrı ilçeye kadar uzandığı halde hiçbirine bağlılık göstermeyen, belli sırurları olmasa da bir bütünlüğe sahip, tepelerle beşiklenmiş bu ırak bölge, İç Savaş öncesinde hibe edilmiş arazi üzerinde kurulan görkemli bir çiftliğin bulunduğu yermiş, ki kalınhları -yıkılmış ahırları, kölelerin yaşadığı bölümleri, şimdi ot bürümüş bahçeleri, terasları ve gezinti yerleriyle tantanalı bir evin içi boşalmış kabuğu- hala Eski Fransızın Yeri diye biliniyordu; gerçi asıl sırurları şimdi yalnızca Jefferson Adiiye binasında yargıcın solmuş evrakları arasında kalmış, yıllar önce çok verimli olan tarlaların büyük bir bölümü de ilk ekildikleri günden önc-eki durumlarına, kamış ve servi ormanıarına dönüşmüştü. Yörenin eski sahibi Fransız olmasa bile bir yabancıydı kuşkusuz, çünkü ondan sonra gelerek onun orada kalışının izlerini hemen hemen bütünüyle silen insanlarca, dili biraz yabancı bir şiveye çalan ya da görünüşü, giyimi ve uğraşı alışılmışın dışında olan herhangi bir kişi, kökeninin ne olduğunu söylesin söylemesin, Fransız olarak kabul edilirdi; tıpkı onların kentli benzerlerine göre (o kişi örneğin Jefferson’ a yerleşmeyi yeğleseydi) bir Hallandalı olarak kabul edileceği gibi. Ama bugün kimse onun gerçekten ne olduğunu bilmiyordu, Will Varner bile bil13 miyordu, ki Will şimdi altmış yaşındaydı ve bu eski çiftliğin harap köşkü de içinde olmak üzere büyük bir bölümü onun elindeydi. Çünkü yabancı, yani Fransız, çoktan gitmişti; ailesiyle, köleleriyle ve bütün tantanasıyla gitmişti. Düşleyip gerçeğe dönüştürdükleri ve geniş topraklan; önce küçük, sıradan, ipotekli çiftlikler halinde parsellenmiş, Jefferson bankalannın yöneticilerinin kavga gürültüsünün sonunda da Will V arn er’ a satılmışh. Yabancıdan artakalanlar ise, toprağım taşkından korumak için kölelerince on mil kadar düzeltilmiş nehir yatağı ve görkemli evinin iskeletiydi. Onunla soydaş bile olmayan mirasçıları, yıkıp dağıttıkları evi -ceviz hrabzan babalannı, merdiven dayanaklannı, elli yıl sonra paha biçilemeyecek olan meşe döşemelerini- otuz yıl boyunca, yakacak odun uğruna parçaladılar. Adı bile unutulmuştu yabancının; gururu ise, ormanda bilek gücüyle kazandığı ve kendi adına bir anıt gibi biçimlendirdiği bu araziyle ilgili bir destana dönüşmüştü. Kendisinden sonra çakmaklı tüfekleri, köpekleri, çocuklan, ev-yapısı viski imbikleri, Protestan ilahi kitaplanyla birlikte kınk dökük arabalarda, katır sırtında ve hatta yaya gelenlerin, bir zamanlar yaşamış adamla şimdi hiç alakası kalmamış bir adı söylemeye dilleri dönmüyordü, okumak şöyle dursun. Onun düşü ve gururu, şimdi adsız kemiklerinin yitik tortusuyla birlikte toz olmuş, öyküsüyse yalnızca parasını buralarda bir yere gömdüğüyle ilgili inatçı dedikodularda kalmıştı; Grant’in, Vicksburg’a ilerlerken bütün bu yöreyi aşıp geçtiği zamanlarda gömülmüş bir yığın paranın öyküsü. Mirasçılan kuzeydoğudan gelmişlerdi, çocuklannın doğu:. rup yeni kuşaklar oluşturmasıyla yinelenen göç dalgalan halinde Tennessee dağlannı aşarak Atlas Okyanusu kıyılarından gelmişlerdi. Daha önce de İngiltere’ den, İskoçya’ dan ve Galler’ den gelmişlerdi, çoğunun adlanrun da tanıklık ettiği gibi – Turpin, Haley, Whittington, McCallum, Murray, Leonard, Littlejohnve hiç kimsenin bile isteye kendine seçeceği türden adlar olmadığından herhangi bir yerden gelmiş olması da olanaksız, Riddup, Armstid, Doshey gibi bir sürü ad daha … Bu adamlar hiç köle getirmemişlerdi ve hiçbirinin eşyalan arasında Phyfe ya da Chippendale konsollar yoktu; gerçekten de getirdikleri şey14 ler ancak kendi ellerinde taşıyabilecekleri türdendi. Toprak aldılar ve bir iki odalı kulübeler yaptılar; ama bu kulübeleri hiç boyamadılar ve birbirleriyle evlendiler, çocuklar doğurdular ve ilk yaptıkları kulübelere birer ikişer oda eklediler, bu odaları da boyamadılar ve işte hepsi buydu. Onların torunlan hala aşağı yörede pamuk, hayırlarda da mısır ekiyorlar, tepelerin gizli oyuklarında bu mısırdan viski yapıyorlar, içemediklerini de sahyorlardı. Yöreye giden devlet memurları ortadan kayboluyorlardı. Kaybolan adamın giydiği herhangi bir şey -bir fötr şapka, yünlü kumaştan bir palto, bir çift kent ayakkabısı ve hatta adamın silahı- bir çocuğun, yaşlı bir adamın ya da bir kadının üstünde görülebiliyordu. Kasaba memurları seçim öncesi dönemler dışında bu insanları hiç tedirgin etmezlerdi. Onlar kiliselerine ve okullarına kendileri bakarlar, kendi aralarında evlenirler, seyrek olarak zina suçları, çok sık olarak da cinayet işlerler; kendi kendilerinin mahkemeleri, yargıçları ve cellatları olurlardı. Protestan ve demokrat ve doğurgandılar; yörede bir tek zenci toprak sahibi bile yoktu. Yabancı zenciler ise karanlık bastıktan sonra bu yöreden geçmeye kesinlikle yanaşmazlardı. Eski Fransızın Yeri’nin şimdiki sahibi olan Will Varner, bölgenin bir numaralı adamıydı. Bir ilçede en büyük toprağa sahip kişi ve vazgeçilmez bir denetici, öbür ilçede sulh yargıcı, ve her iki ilçede de seçim encümeni üyesi olarak çevresinde yasanın değilse bile en azından öğüt ve uyarı kaynağıydı ve yöre halkı, ki bunlar o gün seçmenlik kavramından söz edildiğini duysalardı kuşkusuz başkaldınrlardı, Varneı’a, Ne yapmalıyım tavrıyla değil de, Ne yapmamı isterdin eğer bana onu yaptırabilseydin tavrıyla gelirlerdi. Varner bir çiftçiydi, bir tefeciydi, bir veterinerdi; Jefferson yargıçlarından Benbow bir defasında onun için demişti ki: Bir katırın kanını akıtan ya da oy sandığını düzmece oylarla dolduran daha yumuşak huylu bir adam olamaz. Yöredeki en iyi toprakların sahibi oydu ve geri kalan toprakların çoğu da onun üstüne ipotekliydi. Kasabadaki dükkan ve pamuk çırçırı, değirmen ve demirci dükkanı da onundu ve yörenin insanlarından biri alışverişini yapmaya ya da buğdayını öğütmeye ya da pamuğunu çiğitten ayırmaya ya da hayvanını nanatmaya başka bir yere gidecek olursa kötü talih 1 5 peşini bırakrnaz diye halk arasında bir söylenti bile dolaşırdı. Saçları ve bıyığı kızılımsı gri renkte, küçük, sert, parlak mavi gözlü, fasulye sırığı kadar ince ve hemen hemen o kadar da uzun bir adamdı; bir Metodist kilisesinin Pazar Okulu müfettişine benziyordu; hafta arasında yolcu trenlerinde kondüktörlük yapan bir okul müfettişi, ya da tam tersi, ve o kilisenin ya da trenyolunun, ya da her ikisinin birden sahibi. Açıkgözdü, gizemli ve neşeliydi, Rabelais düşüncesi doğrultusunda coşkun ve kaba mizaçlı, ve altmışında olmasına rağmen saçında griden çok kızıl bulunmasından da anlaşılacağı gibi büyük bir olasılıkla cinsel yönden de ha.la güçlüydü (karısına on altı çocuk doğurtmuştu, ama bunlardan sadece ikisi evde kalmıştı; diğerleri ya evlenerek ya gömülerek, ElPaso’dan Alabama’ya kadar dağılmışlardı). Hem hareketli hem de tembeldi; hiçbir şey yapmazdı (ailenin bütün işlerine oğlu bakardı), bütün zamanını hiçbir şey yapmadan geçirirdi. Oğlu daha kahvaltıya inmeden o evden çıkmış olurdu, ama nereye gittiğini kendinden ve bindiği yaşlı, semiz, beyaz atından başka kimse bilmezdi. Atı ve kendisi yörenin on mil kadar dolaylarında her an görülebilirdi, ilkbahar, yaz ve sonbaharda en azından ayda bir kez, Eski Fransızın evinin ormanda boğulmuş çimenieri üstünde, derme çatma iskemiesinde otururken bir rastlayan çıkardı ona, yaşlı beyaz atı da yakınındaki bir çit kazığına bağlanmış olurdu. İskemleyi Will’ e kendi demireisi yapmıştı; boş bir un varilini ortasından ikiye kesmiş, kenarlarını zımparalamış, orta yerine de bir minder çivilemişti; Varner da baronlara yaraşır görkemli evin yıkıntısı önünde tütün çiğneyerek oturur, güler yüzle ama hiç de davetkar olmayan sertçe bir sözle gelip geçenleri selamlardı. Herkes (onu orada otururken görenler ya da bunu başkalarından duymuş olanlar) Varnet’ın orada oturup sırası gelen ipotek zaptım planladığına inanırdı, çünkü o yalnızca Ratliff adlı gezgin bir dikiş makinesi satıcısına -kendi yaşının yarısından daha genç birisi- bir neden göstermiş ve -hiç kımıldamadan, eski tuğlaların yükselişine ve karmakarışık koridorlara ve arkasındaki sütunlu kalıntıya başıyla bile işaret etmeden- şöyle demişti: “Burada oturmayı seviyorum. Yalnızca içinde yemek yemek ve uyumak için bütün bunlara gereksinim duyan bir ap16 talın yerinde olunca insan ne tür duygulara kapılıyor, anlamaya çalıyorum.” Sonra, Ratliffe neyin ne olduğunu gösteren daha açık bir ipucu vermeden şunları eklemişti: “Bir zamanlar bundan kurtulacak oldum, bu kalıntıları temizleteyim, dedim. Tanrı bilir ya, insanlar öyle tembelleştiler ki, kalan tahtaları aşağı çekmek için merdivene bile tırmanmaz oldular. Ardından karar verdim, kalan kalsın, yalnızca bana bir yanılgıını amınsatmak için de olsa. Satın alıp da kimseye satamadığım tek şey budur hayatımda.” Oğlu Jody otuz yaşlarında, dinç, göbeklice, biraz tiroit derdi olan bir adamdı; yalnızca evlenmemekle kalmamıştı, bazı insanlardan çevreye yayıldığı söylenen kutsallık ve tinsellik kokusu gibi, ondan da bozulamaz ve altedilemez bir bekarlık hassası tüterdi buram buram. On ya da yirmi yıl sonra koca bir göbek salacağı şimdiden belli olan iri bir adamdı; gerçi henüz bir dereceye kadar şık ve gözde bir bekfı.r olarak başarılı bir örnek sayılırdı. Sırtında, yaz kış (yalnız sıcaklar basınca ceketini çıkarırdı), pazar günleri ve haftanın diğer günleri giydiği yakasız, parlak, beyaz bir gömlek, onun üstünde de iyi cins kara çuhadan bir takım elbise bulunurdu. Gömleğinin yakası ağır bir altın yaka düğmesiyle tutturulmuş olurdu. Elbiseyi Jefferson’daki terzisinden geldiği gün hemen sırtına geçirir, onu ailenin zenci hizmetkarlarından birine satana dek her gün ve her türlü havada giyerdi. Bu yüzden, hemen hemen her pazar akşamı onun eski elbiselerinden birinin bütününe ya da bir parçasına, yaz sokaklarında yürürken bir geçenin sırtında rastlayıp hemen tanımamak olanaksızdı. Çevresindeki adamların hiç değişmeyen iş tulumları arasında, Jody’nin, bu giyimiyle cenazeye yaraşır denmese de törensel bir havası vardı -bu da belki o altedilmez bekarlık niteliğinden ötürüydü; öyle ki, ona bakarken o lapacılığın ve gözden saklanmış şişmanlığın altında, sürekli ve ölümsüz Yetkin Adamı, tapınılacak Tek Erkeği görürdünüz. Ailesinin on altı çocuğundan dokuzuncusuydu. Aslında hala babasının sahibi olduğu ve çoğunlukla ipotek işlerinin görüldüğü dükkanı ve çırçırı yönetiyor, önceleri babasının tek başına, sonraları ise ikisinin birlikte son kırk yıldır elde etmekte oldukları dağınık çiftlikleri denetliyordu. 17 Bir gün öğleden sonra, dükkanda, yeni bir kendir yumağından saban ipi uzunluğundan parçalar kesiyor, sonra da onlara düzgün birer denizci ilmeği atarak duvarda sıralanmış çivilere takıyordu. O sırada arkasında bir ses duyup döndü. Açık kapıda silueti beliren normalden küçük bir adam gördü. Başında geniş bir şapka, sırtında kendine çok büyük gelen bir redingot ve duruşunda tuhaf bir tutukluk olan bir adamdı bu. “Varner sen misin?” dedi adam. Sesi sert değil de az kullanılmaktan paslıydı. “Varner’lardan biriyim,” dedi Jody, hem yumuşak, hem sert, oldukça hoşa giden sesiyle. “Sizin için ne yapabilirim?” “Adım Snopes. Kiraya verilecek bir çiftliğiniz olduğunu duydum.” “Öyle mi?” dedi Varner. Gelenin yüzünü ışıkta görebilmek için ilerledi. “Nerden duydunuz bunu?” Çünkü çiftlik yeniydi. Onu hacizli satıştan aldıklarından bu yana bir hafta bile geçmemişti. Ve adam kesinlikle yabancıydı. Adını hiç duymamıştı Jody. Öbürü yanıtlamadı. Şimdi Varner yüzünü görebiliyordu. Aklaşmakta olan kıvırcık saçlarla örtülü şakakların arasında soğuk, donuk, gri bir çift göz ve bir koyun postu gibi kıvırcık, sık ve demir grisi kısacık bir sakal. “Nerede çiftçilik yapıyordunuz?” dedi Varner. “Batıda.” Bu tek sözü öyle katıksız bir kesinlikle söylemişti ki, sanki arkasından bir kapı kapamıştı. ‘Texas mı demek istedin?” “Hayır.” “Anlıyorum. Demek ki buranın hemen batısında. Ailende kaç kişisiniz?” “Altı.” Şimdi ne gözle görülür bir duraklama olmuştu, ne de bir başka sözcüğe geçme telaşı. Ama bir şey vardı, Varner hissetmişti bunu. Cansız ses, sanki özellikle tutarsız sözlerini karıştırırcasına, “Bir erkek, iki kız, karım ve kız kardeşi,” dedi. “Beş etti.” “Bir de kendim,” dedi ölü ses. “İnsan genellikle ırgatları arasında kendini saymaz,” dedi Varner. “Beş mi, yoksa yedi mi?” 18 “Tarlaya altı kişi koyabilirim.” Varner’ın sesi değişmemişti, hala hoş, hala sertti: “Bu yıl kiracı alıp almayacağıını bilmiyorum. Mayısın biri oldu neredeyse. Belki günlük ırgat tutup çalıştırınayı denerim. Eğer çalıştıracaksam o da.” “Öyle de çalışırım,” dedi öteki. Varner ona baktı. “Yerleşmeye biraz isteklisin galiba.” Öteki bir şey demedi. Varner, adamın kendisine bakıp bakmadığını kestiremiyordu. “Ne kadar kira ödemeyi düşünüyordun?” “Ne kadar istiyorsun?” “Dörtte üç,” dedi Varner. “Gereksinimler bu dükkandan. Veresiye.” “Anlıyorum. Yetmiş beş sentlik taksitler halinde.” “Aynen öyle,” dedi Varner nazikçe. Şimdi adamın herhangi bir şeye bakıp bakmadığını anlayamıyordu. “Kabul,” dedi adam. Dükkanın balkonundan, ellerinde çakıları ya da yonttukları ağaç parçalarıyla, bağdaş kurmuş oturan beş altı tulumlu adamın başları üzerinden Varner, ziyaretçisinin sağa sola bakmadan dimdik bir yürüyüşle verandadan geçip irunesini ve balkonun altında bağlı duran, ikili koşulmuş hayvanlar ve semerli atlar arasından, ipten dizginleri olan yıpranmış bir saban yuları takılmış, sıska, eyersiz bir katın seçmesini, onu merdivene doğru getirip sırtına dimdik ve beceriksizce binerek, yine ne sağa ne sola bir kez olsun dönüp bakmadan uzaklaşmasını seyretti. “Sadece ayak sesini duysan yüz kiloluk biri sanırsın,” dedi adamlardan biri. “Kim bu, Jody?” Varner dişlerini emdi, yola tükürdü. “Adı Snopes,” dedi. “Snopes mu?” dedi bir başkası. “Hey gidi. Demek o.” Şimdi yalnız Varner değil, hepsi birden konuşan adama baktılartertemiz ama soluk ve yamalı tulumu içinde zayıf biriydi. Yeni tıraş olmuş yüzündeki iki ayrı ifadeyi -geçici bir barış ve dinginlik ifadesiyle onun altındaki, hafif de olsa kesin ve sürekli huzursuzluk ifadesini- çözene kadar yumuşak ve neredeyse hüzünlü bir görünüşü olduğunu düşünürdü insan. Duyarlı ağzındaki çocuksu tazelik de bir yaşam boyu tütünden uzak durmanın sonucu olabilirdi pekala. Genç yaşta evlenip yalnızca 19 kız çocukları olmuş ve kendileri de karılarının en büyük kızından başka bir şey olmayan tüm erkeklerin yaşayan örneğine ait bir yüzdü bu. Adı Tull’dı. “Ailesini kışın Ike McCaslin’in çiftliğinde eski bir pamuk ambarında barındıran adam bu işte. İki yıl önce Grenier kasabasında Harris adlı birinin ahır yangınına adı karışan adam bu.” “Ha?” dedi Varner. “Ne dedin? Ahır yangını mı?” “O yaptı demedim,” dedi Tull. “Yalnızca, o olaya adı karışmıştı dedim.” “Ne kadar karışmıştı?” “Harris onu tutuklattı.” “Anlıyorum,” dedi Varner. “Yanlış birinden söz ettiğin belli. Biraz önce kiraladı gitti.” “O olduğu kanıtlanmamıştı,” dedi Tull. “En azından, Harris sonradan bir kanıt bulmuş olsaydı bile çok geç kalmıştı. Çünkü Snopes çoktan uzaklaşınıştı o yöreden. Sonra, geçen eylülde McCaslin’in çiftliğinde ortaya çıktı. Kendisi ve ailesi gündelikçi olarak çalıştılar. McCaslin de onlara kışı geçirmeleri için kullanmadığı eski bir pamuk ambarını verdi. Bütün bildiğim bu. Bir daha da tekrarlamadım bunları ben.” “Ben de olsam öyle yapardım,” dedi Varner. “Erkek dediğin kendisine aylak dedikoducu denmesini istemez, değil mi?” Siyah-beyaz, solmuş, resmi giysisi içinde, ablak yumuşak yüzüyle tepeden bakıyordu onlara. Parlak, kirli, beyaz gömlek ve torba gibi olmuş bakımsız pantolon – hem tören, hem de ev kıyafeti olan bir giysi. Dişlerini kısaca ve gürültüyle emdi. “Demek öyle,” dedi. “Ahır yakan. Demek öyle.” O gece sofrada babasına olaydan söz etti. Littlejohn’un oteli adıyla bilinen yarı-kütük yan-talaş, düzensiz ahşap yapının dışında Will Varner’ın evi yörenin birden çok katı olan tek eviydi. Ahçılan da vardı; bütün bölgenin tek zenci hizmetçisi olmakla kalmayıp ne tür olursa olsun tek hizmetçisiydi aynı zamanda. Yıllardır onlarla birlikteydi ama Bayan Varner, kendi de inanırmış gibi, bu kadının denetlenmedikçe, bir su kaynatmayı bile becerernediğini hala söyler dururdu. Jody, durumu, o gece, annesi mutfakla yemek odası arasında telaşla gidip gelirken anlattı babasına. Tombul ve neşeli bir kadındı annesi; on altı ço20 cuk doğurmuştu ve bunlardan beşini gömmüştü bile; yıllık kasaba panayınnda meyve reçelleri ve sebze turşulanyla ödüller kazanırdı. Jody’nin kız kardeşiyse -henüz on üç yaşında olduğu halde iyice belirgin göğüsleri ve buğulu sıcak-iklim üzümleri gibi gözleriyle, dolgun, ıslak, her zaman hafifçe aralık ağzıyla, yumuşak, iri bir kız- masadaki yerinde, genellikle genç kızlara özgü samurtkan bir dalgınlıkla, dinlemernek için çaba harcamak zorunluluğu bile duymadan oturuyordu. “Sözleşme imzaladınız mı?” diye sordu Will Varner. “Vernon Tull’ın anlattıklarını duyana kadar öyle bir niyetim yoktu. Ama şimdi, kağıdı yarın götürüp ona imzalatayım diyorum.” “O zaman ona hangi evi yakacağını da gösterirsin. Yoksa bu seçimi ona mı bırakacaksın?” “Tabii,” dedi Jody. “Onu da konuşuruz.” Ve sonra şöyle dedi -şimdi sesindeki bütün şakacılık, komikliğin o hafif saçmalayan hazırcevaplığı gitmişti: “Yapacağım şey, o ahıra ne olduysa onu öğrenmek. Ama yaptıysa da yapmadıysa da bir şey değişmez. Önemli olan, tam ürünü toplama zamanı ansızın benim onun yaptığını bildiğimin ortaya çıkması. Dinle! Şöyle bir durum düşün.” Öne doğru, masanın üstüne eğiliyordu şimdi; şişkin, yumru yumru ve ciddiydi. Annesi mutfakla oda arasında koşturuyordu. “Burada bir toprak var; sahipleri yılın bu kadar geç bir zamanında ürün alamayacaklarını anlamışlar. Ve işte bir adam geliyor, onu kiralamak istiyor, ama bir durum var: Adamın son kiraladığı yerde bir ahır yanmış. Ahırı özellikle o mu yaktı önemli değil; gerçi emin olsam işler biraz kolaylaşırdı. Önemli olan şu; o oradayken yandı ahır ve kanıtlar öylesine güçlüydü ki oradan ayrılmaya zorlanmış oldu. Böylece buraya geliyor, bu yıl hiçbir şey beklemediğimiz bu toprağı kiralıyor ve dükkandan ihtiyaçlarını düzenli olarak alıyor. Ürün kaldırılıyor, mal sahibi malı güzelce satıyor, para hazır bekliyor, ama bu adam payını almaya gelince mal sahibi diyor ki: ‘Nedir şu senin adının bulaştığı, yeni duyduğum ahır olayı?’ Dediğinin hepsi bu. ‘Şu senin adının bulaştığı, şimdi duyduğum ahır olayı nedir?”‘ Birbirlerine gözlerini diktiler – hafif dışarı uğramış donuk gözler ve küçük, sert, mavi gözler. 21 “Ne diyebilir ki? Ne diyebilir ki, yalnızca, ‘Tamam. Niyetin nedir?'” “Adamın dükkandan veresi ye aldıklarını kaybedersin.” ”Tabii. Bunu önlemenin bir yolu yok. Sonra, adam ücretsiz, bedava ürün yetiştiriyor, hiç olmazsa işi görürken onu beslemek çok şey sayılmaz. Dur bakayım,” dedi. “Allah kahretsin, bunu bile yapmasak olur. Ekin ekme işini bitirdiği son günün sabahı kapısının önüne üstünde bir kibritle iki kuru tahta parçası bırakırım, bunları görünce her şeyin sona erdiğini, çekip gitmekten başka bir işi kalmadığını anlar. Böylece dükkan faturasından iki ay eksiimiş olur. Kiralık işçiyle kaldırırız ekini.” Birbirlerine baktılar. İkisinden biri için bu iş olup bitmişti bile, başarılmıştı: Gerçekten görebiliyordu adamı sanki; konuştuğu zaman altı ay sonrası için konuşuyordu Jody: “Karşı koyamaz! Bunu göze alamaz!” “Hmmm,” dedi Will. İliklenmemiş, açık duran yeleğinin cebinden isli bir pipo çıkararak onu doldurmaya başladı. “Bu insanlardan uzak dursan iyi edersin.”
William Faulkner – Köy
PDF Kitap İndir |