William Hope Hodgson – Sinirdaki Ev

William Hope Hodgson’ın yirminci yüzyıl başlarında kaleme aldığı Sınırdaki Ev kültürel anlamda gömülmüş ve unutulmuş gizli bir hazinedir. Anaakım edebiyatı özellikle bu dönemlerde bünyesinde barındırmak istemediği korku, fantazya ve bilimkurgu içeren eserlerin üzerine bir avuç toprak atarak unutulmalarını sağlamaya çalışmıştır. Gerçekçi edebiyatın hüküm sürdüğü zamanda, sosyal gerçekçilik temalarına değinmediği ve politik bir duruşu olmadığı düşüncesiyle Sınırdaki Ev ciddi edebiyat kategorisine koyulmamış, aksine gömülmüş, unutulmuş ve edebi arafta gezinmeye mahkûm bırakılmıştır. Ender de olsa Edgar Allan Poe, H.E Lovecraft, ve Bram Stoker gibi bazı yazarlar tuhaf kurgularıyla kendilerinden söz ettirmeyi başarsalar da Hodgson’m yazgısı farklıydı. O daha çok esin kaynağı olacaktı. Hodgson 1877 yılında İngiltere’de Essex’in bir köyünde doğdu. Anglikan rahibi olan babası Samuel Hodgson ve eşi Lizzie on iki çocuklarından üçünü bebekken kaybettiler. Zor ve disiplinli bir babayla oldukça kalabalık bir ortamda yetişen Willian Hope Hodgson, 14 yaşında evden ayrılarak gemilerde çalışmaya başlar. Açık denizlerde sekiz yıl yelken açtıktan sonra 1899’da denizciliğe veda ederek yazmaya ve fotoğrafçılığa merak salarak dönemin popüler dergilerine yazılarını gönderir. İlk romanı The Boats of the Glen Carrig (Glen Carrig Gemileri) 1907’de, ikinci romanı The House on the Borderland(Sınırdaki Ev) 1908’de çıkar, ardından The Ghost Pirates (Hayalet Korsanlar) 1909’da ve The Night Land (Gece Toprağı) ise 1912’de basılır. Romanlarından beklediği maddi geliri elde edemeyince kısa öykülerine yoğunlaşır ve bu öyküler zamanla tuhaf kurgunun öncüsü sayılır. Esin kaynağı olmuş kısa öykülerinin başında 1907’de yazdığı ve defalarca basılmış olan “The Voice in the Night” (“Karanlıktaki Ses”) gelir. Bu hikâyesi 1963 adaptasyonu Japon yapımı Mantango olarak büyük ekranda karşımıza çıkar. Sargasso Denizi serisi ile (1906-1920) ilk “From the Tideless Sea” (“Gelgitsiz Denizden”) öyküsüyle unutulmaz bir mekân kurgulamıştır.


Kuzey Atlantik Okyanusu’nda gelgit nedeniyle yoğunlaşan, kalınlaşan yosunların bulunduğu “gerçek” bir yeri alıp geçen gemilerin mezarı haline getirmiş ve üstüne üstlük devasa deniz canavarlarının da avlanma mekânı yapmıştır Sargasso Denizi’ni. Carnacki serisiyleyse en ünlü karakterlerinden birini sunmuştur okurlarına. Okült hafiyesi Carnacki, bir “hayalet bulucusu” dur. Geleneksel psişik detektiflerden farklı olarak, Carnacki kötü güçlerle savaşırken fotoğraf makinesi ve vakum tüpleri gibi modem aygıtlar kullanır. Carnacki’nin popüleritesi onun Alan Moore’un The League of Extraordinary Gentlemen adlı grafik romanında yer almasını sağlamıştır. Hodgson’ın yarattığı karakter ve dünyaların izlerine H.P. Lovecraft, China Mieville, Olaf Stapledon, Clark Ashton Smith, Greg Bear, Gene Wolfe ve nice spekülatif kurgu yazarların eserlerinde rastlamak mümkün. Sınırdaki Ev’e gelince… Bu romanı herhangi bir kategoriye göre tasniflemek kolay değildir. Sınırlarda gezer bu hikâye. Ne tam anlamıyla gotik, ne fantazya, ne de bilimkurgudur. 1800’lerin klasik gotik kategorisine tam girmeyen, fantastik geleneğin gölgesinden doğan ve kozmik zaman/mekânın sınırlarında gezen tuhaf kurgunun öncüsüdür Sınırdaki Ev. Roman 1877 yılında İrlanda kırlarında iki yakın arkadaşın harabelerde bir el yazmasını bulmasıyla başlar. El yazması münzevi bir adamın hikâyesini birinci elden aktarır. Medeniyetten uzak yaşayan münzevinin kadim ve tuhaf evinde kendisinden başka bir kız kardeşi bir de köpeği Biber vardır.

Bu tuhaf ev derin, gizemli ve ürkünç bir çukurun yambaşmdadır. Münzevi eve taşındığından beri başına gelen tuhaf olayları kâğıda dökme arzusuyla bir anı defteri tutmaya başladığını yazar. Münzevi, doğanın içi, kadim ev, geceleri meydana gelen anlaşılmayan olaylar… her ne kadar geleneksel gotik kurgusu olsa da Hodgson bu noktada bir yenilik yaparak kurguyu değiştirir. Bir görü sunar. Münzevi bedensiz bir varlık olarak dağlarla çevrelenmiş bir ovada bulur kendini. Arenanın çevresinde dehşet verici pagan tanrılar ve tam ortasında kendi kadim evinin farklı bir kopyasını görür. Eve girmeye çalışan domuz yaratığın farkına varır bedensiz münzevi, fakat yaratık da onu fark etmiştir. Kendi zaman ve mekânına geri döndüğünde görüsündeki domuz yaratığın bu eve de saldırdığını anlar. Görü ve gerçeklik iç içe geçmiş gibi münzeviye aklını sorgulatır. Tuhaf olaylar, karanlık fısıltılar, bilinmeyen ve tanımlanamayan olgular metnin tümüne sızdırılmış durumdadır. Münzevi günlüğünde derin çukurdan yeryüzüne tırmanan domuz yaratıklarla mücadelesini anlatır, zamanın hızlanmasıyla evin boyutlararası kozmik yolculuğunu tasvir eder, Uyku Denizinde gördüğü eski sevgilisine duyduğu aşkın ipuçlarını koklatır, Kara Güneşin içine emilip yok olan evreni seyrettirir bize. Züleyha Çetiner Öktem İzmir Kasım 2014 (Sonsuzluğa yürümekte olan) Babama. “Kapıyı aç ve dinle! Sadece rüzgârın boğuk uğultusu ve parıltısı ayın etrafındaki gözyaşlarının ve düşlerimde, kundura sesleri gecede yitip giden ölüyle birlikte. “Sus ve dinle! Hüzünlü çığlığım karanlıkta rüzgârın. Sus ve dinle, mırıldanmadan, solumadan, sonsuzluğu adımlayan kunduraları, seni ölüme çağıran ayak seslerini.

Sus ve dinle! Sus ve dinle!” Ölünün Kunduraları William Hope Hodgson SINIRDAKİ EV 1877 yılında İrlanda’nın batısında yer alan Kraighten Köyü’nün güneyindeki yıkıntılarda Tomıisonve Berreggnog tarafından bulunan elyazmasından alınmış ve burada notlarla birlikte sunulmuştur EL YAZMASINA ÖNSÖZ İzleyen sayfalarda yer alan öykü üzerinde düşünerek nice saatler geçirdim. Editörü olarak onu, eğer deyim yerindeyse, edebileştirmek geldi içimden defalarca; ama metni bana verildiği biçimde bırakmakla içgüdümün hiç de yanılmış olmadığına inanıyorum. Elyazmasına gelince… Beni gözünüzde kitabı elime ilk kez aldığımda sayfaları merakla karıştırır ve metni hızla gözden geçirirken canlandırmaya çalışın. Son birkaç sayfası dışında, kadim bir elyazısıyla karınca gibi doldurulmuş, küçük ama kalın bir kitaptı. Bu satırları kaleme alırken bile kitabın hafifçe nemli o tuhaf çukur kokusu burun deliklerimden ve uzun yıllar boyunca rutubet içinde kalmış sayfalarının yumuşak ve kabarık dokusu parmak uçlarımdan hâlâ eksik olmuyor. Kitabın içeriğiyle ilgili ilk izlenimimi kolaylıkla anımsayabiliyorum. Rastgele göz gezdirmelerle ve hiç de yoğun olmayan bir dikkatle edinilmiş bir olağanüstülük izlenimiydi bu. Sonra, uzun ve yalnız akşam saatleri boyunca, küçük kitabımla birlikte rahat bir koltuğa gömülmüş halde düşünün beni… Sonra yargılarımda meydana gelen değişimi… Yavaş yavaş inanırlığımın ortaya çıkışını… Göründüğü kadarıyla bir fantazyadan doğan öykünün önyargısız ilgimi ödüllendirerek beni kendine çok daha kesin bir biçimde bağlayan akla yatkın, anlaşılabilir örgüsünü. Küçük olanın içinden çok daha büyük bir öyküyü bulup çıkardım ve bu bir paradoks değildi. Okudum ve okudukça Olanaksızın Perdesi’ni, zihnimin kepenklerini kaldırdım ve bilinmeyene doğru baktım. Katı ve beklenmedik cümlelerin arasında avare dolaştım ve sonuçta onlara karşı kullanabileceğim bir hata bulamadım; çünkü bu yitik evin yaşlı münzevisi söylemek istediklerini benim iddialı cümlelerimden çok daha iyi verebilmişti. Tuhaf ve olağanüstü olayların bu basit ve acemice dökümü hakkında pek fazla konuşmayacağım. Her şey önünüzde zaten. İçeride gizlenen diğer öyküyü keşfetmek ayrı ayrı her okura kendi yeteneği ve hevesi oranında kalıyor. Okurun Cennet ve Cehennem başlığını rahatlıkla taşıyabilecek gölgeli kavramlarla resimleri çözmeyi başaramasa bile, sırf bir öykü niyetine okuduğunda da nice heyecanlar tadacağına söz verebilirim.

Son bir izlenim daha ve başınızı daha fazla ağrıtmayacağım. Kitabın gök küreleriyle ilgili kısımlarını düşünce ve duygularımızın gerçeklik içinde çarpıcı biçimde resmedilişi -neredeyse kanıtı diyecektim- şeklinde algılamadan edemiyorum. Çünkü Madde’nin süregelen gerçekliğinin nihai yok oluşuna hiç değinmeden, kişiyi maddi yaradılışla iç içe ve ona bağımlı olarak var olan düşünce ve duygu dünyaları hakkında da aydınlatmaktadır. William Hope HODGSON “Glaneifion” Borth, Cardiganshire 17 Aralık 1907 I EL YAZMASININ BULUNUŞU İrlanda’nın hemen batısında Kraighten adlı küçük bir köy vardır. Alçak bir tepenin yamacında tek başına durur. Issız, kasvetli ve çorak bir arazi dört bir yanında göz alabildiğince uzanır; orada çok geniş aralıklarla serpiştirilmiş ve çoktan terk edilmiş tek tük kulübelere rastlayabilirsiniz; çatısız ve çırılçıplak. Arazi kurudur ve in cin top oynar. Toprak bile o çevrede bol miktarda bulunan ve kimi zaman yerden bir dalga misali yükselen kayaları zar zor örter. Yine de, dostum Tonnison’la birlikte tatilimizi, bütün bu ıssızlığa inat edercesine orada geçirmeye karar vermiştik. Tonnison oraya önceki yıl yaptığı uzun bir doğa yürüyüşü sırasında tesadüf etmiş ve küçük köyün hemen yanından geçen cılız ve isimsiz bir nehirde balık avlanabileceğini keşfetmişti. Nehrin isimsiz olduğunu söylemiştim; şu âna dek başvurduğum hiçbir haritanın ne köyü, ne de akarsuyu gösterdiğini ekleyebilirim. Gözden tamamen ırak kalmışa benziyorlardı; gerçekten de sıradan bir kılavuzdan edinilebilecek bilgi kadarıyla varlıklarıyla yoklukları birdi. En yakın tren istasyonunun -Ardrahan’ın- yaklaşık altmış kilometre ötede olması da bunun nedenleri arasında sayılabilirdi. Arkadaşımla birlikte ılık bir akşamüzeri vardık Kraighten’a. Önceki akşam Ardrahan’a ulaşmış ve geceyi köyün postanesinde kiraladığımız odalarımızda geçirmiştik.

Ertesi sabah İrlanda’ya özgü o iki tekerlekli gezinti arabalarından birine, hiç de emniyetli olmayan bir biçimde ilişmiş ve erkenden yola koyulmuştuk. Olabildiğince berbat bir patika boyunca ilerlemek bütün günümüzü almıştı ve sonunda hem yorgunluktan bitkin düşmüştük, hem de sinirlerimiz bozulmuştu. Ancak, yemeği ya da dinlenmeyi düşünmeye başlamadan önce çadırın kurulması ve erzakımızın güven altına alınması gerekiyordu. Böylece sürücümüzün de yardımıyla kolları sıvadık ve çok geçmeden çadırımızı köyün hemen dışındaki küçük bir düzlüğün üzerine ve nehrin epey yakınına kurduk. Eşyalarımızın tamamını depoladıktan sonra, aynı yolu mümkün olduğunca çabuk geri dönmek zorunda olan sürücümüzü, iki hafta sonra gelip bizi almasını tembihleyerek savdık. Bu süre için yetecek kadar yiyeceğimiz vardı ve su ihtiyacımızı da nehirden karşılayabilirdik. Erzakımızla birlikte küçük bir de gaz sobası getirmiştik ama hava açık ve ılık olduğundan yakıta ihtiyacımız yoktu. Kulübelerden birine yerleşmektense açık havada kamp kurmak Tonnison’ın fikriydi. Ona göre bir dizi hırpani ve sorumsuz tavuk yattıkları yerden kafanıza ederken ve odaya girer girmez tezek dumanından boğulurcasına öksürüp tıksırmaya başladığınızda, bir köşede bir domuz ağılı, diğer köşede ise tosun gibi sağlıklı ve kalabalık Irlandalı bir aileyle aynı yerde kalmanın hiçbir esprisi yoktu. Tonnison sobayı çoktan yakmıştı ve bir tavanın içine domuz pastırması dilimlemekle meşguldü; ben de çaydanlığı kaptım ve su almak için nehre doğru inmeye başladım. Yolumun üzerinde hiçbiri tek söz etmese de beni dikkatli ama hiç de düşmanca olmayan gözlerle izleyen küçük bir grup köylünün yanından geçtim. Dolu çaydanlığımla geri dönerken yanlarına gittim ve başımla verdiğim dostça selama aynı biçimde karşılık aldıktan sonra o civardaki balık avcılığı hakkında kayıtsızca birkaç soru sordum. Ama yanıt vermek yerine başlarını iki yana salladılar ve beni süzmeye devam ettiler. Hemen dirseğimin hizasında duran uzun boylu, sıska birini özellikle hedef alarak sorularımı yineledim, ama yine de bir yanıt alamadım. Sonra adam arkadaşlarından birine döndü ve anlamadığım bir dilde hızla bir şeyler geveledi ve aniden, hepsi birden, sonradan eski Mandaca olduğunu çözdüğüm bir dilde çene yarıştırmaya başladılar.

Aynı zamanda da sürekli olarak benim yönüme göz atıyorlardı. Belki bir dakika boyunca aralarında böyle konuşmaya devam ettiler. Sonra daha önce doğrudan hitap ettiğim adam bana doğru döndü ve bir şeyler söyledi. Yüzündeki ifadeden onun da bazı sorular sormakta olduğunu çıkarmıştım; ama şimdi başını iki yana sallamak ve neyi öğrenmeye çalıştıklarını anlamadığımı belli etmek sırası bana gelmişti. Böylece birbirimize bakakaldık, ta ki Tönnison’m çaydanlığı bir an önce yetiştirmemi isteyen sesini duyuncaya kadar. Sonra gülümseyerek başımla bir selam daha verdim ve küçük kalabalıktakilerin tümü, yüz ifadeleri şaşkınlıklarını ortaya koysa da, gülümseyip başlarını eğerek karşılık verdi. Çadıra doğru giderken bu ıssız kırdaki üç beş kulübenin sakinlerinin tek kelime İngilizce dahi bilmediklerinin aşikâr olduğunu geçirdim aklımdan ve bunu Tonnison’a açıkladığımda bana bu gerçeğin farkında olduğunu ve dahası insanların genellikle dış dünyayla hiçbir iletişim kurmadan yaşayıp öldükleri böyle küçük köylerde bu duruma sıklıkla rastlanıldığını belirtti. “Keşke arabacıya ayrılmadan önce bizim için çevirmenlik yaptırsaydık,” dedim yemeğe otururken. “Bu insanların buraya gelmemizin nedenini bile bilmemeleri ne garip.” Tonnison sözlerimi onayladığını belirten bir homurtu çıkardı ve sonra bir süre sessiz kaldı. İştahlarımızı kısmen de olsa tatmin etmenin ardından ertesi gün yapacaklarımızı konuşmaya başladık; sonra biraz tütün içtik ve çadırın kapısını kapatarak yatmaya hazırlandık. “Şu dışarıdakilerin bir şeyleri yürütmeyeceklerini umarım,” dedim battaniyeme sarınırken. Tonnison en azından biz buradayken böyle bir şeyin olacağım sanmadığını söyledi ve devam ederek çadır dışındaki her şeyi erzak taşımak için beraberimizde getirdiğimiz büyük sandığa kilitleyebileceğimizi belirtti. Buna ben de katıldım ve çok geçmeden uykuya daldık. Ertesi sabah erkenden kalktık ve nehre yüzmeye indik; ardından giyindik ve kahvaltı yaptık.

Sonra olta takımlarımızı çıkardık, gözden geçirdik, kahvaltılarımızı sindirmiş olarak eşyalarımızı çadırda güvenliğe aldık ve arkadaşımın bir önceki ziyareti sırasında keşfettiği yönde yola koyulduk. Akarsudan yukarı doğru düzenli olarak ilerleyerek gün boyunca neşeyle balık tuttuk ve akşam çöktüğünde uzun bir süredir tanık olduğum en hoş balık sepetlerinden birini oluşturmuştuk. Köye döndüğümüzde vurgunumuzun tadını çıkardık ve en iyi balıklardan birkaçını kahvaltı için ayırdıktan sonra kalanları ne işler çevirmekte olduğumuzu saygılı bir mesafeden merakla izleyen bir grup köylüye takdim ettik. Olağanüstü müteşekkir görünüyorlardı ve anladığım kadarıyla kendi dillerinde şükranlarını sundular. Böylece mükemmel biçimde spor yaparak ve avımızın hakkını veren bir iştahla birkaç gün geçirdik. Köylülerin ne kadar dost canlısı olabileceklerini görmek bizi memnun etmişti ve bizim yokluğumuzdan yararlanarak eşyalarımızı karıştırdıklarına dair hiçbir belirti yoktu. Kraighten’a bir sah günü gelmiştik ve büyük keşfimizi de pazar günü yapmış olmalıyız. O güne dek hep avlanarak nehirden yukarı doğru tırmanmıştık; ancak o gün kamışlarımızı bir yana bıraktık ve yanımıza bir miktar erzak alarak suyun aşağısına doğru uzun bir gezintiye çıktık. Ilık bir gündü ve bir süre aylak aylak yürüdükten sonra öğleye doğru su yatağının kenarındaki büyükçe, yassı bir kayanın üzerinde bir şeyler atıştırmak üzere mola verdik. Ardından oturup biraz tütün içtik ve ancak hareketsizlikten usandığımızda tekrar yürümeye başladık. Rahat ve sessiz yürüyüşümüzü belki birkaç saat daha havadan sudan çene çalarak sürdürdük ve bir çeşit sanatçı sayılabilecek olan dostumun vahşi manzaradan parçalar çizmesi için birkaç kez durduk. Sonra, hiçbir uyarı olmadan, kendimizden emin biçimde takip etmekte olduğumuz nehir toprağın derinliklerinde kayboluverdi. “Aman Tanrım!” dedim. “Bu kimin aklına gelirdi ki?” Şaşkınlık içinde bakakaldım, sonra Tonnison’a döndüm. Akarsuyun gözden kaybolduğu noktaya boş gözlerle bakıyordu.

Bir saniye sonra konuşmaya başladı. “Haydi,” dedi, “biraz daha ilerleyelim; ortaya tekrar çıkabilir. Her halükârda, araştırılmaya değer.” Kabul ettim ve amaçsız da olsa bir kez daha ilerlemeye başladık; çünkü araştırmamızı hangi yönde sürdürmemiz gerektiğine dair en ufak bir fikrimiz yoktu. Bu şekilde bir kilometreden fazla yol aldık; sonra Tonnison durdu ve elini gözlerine siper ederek çevresini merakla gözden geçirdi. “Baksana!” dedi kısa bir aradan sonra. “Sağda, karşıda, şu büyük kaya çıkıntısıyla aynı hizada duran şey sis midir, yoksa başka bir şey mi?” Eliyle işaret etti. Dikkatle baktım ve bir dakika sonra bir şeyler gördüğümü ama emin olamadığımı belirttim. “Her halükârda, gidip bir göz atacağız,” diye yanıt verdi dostum. Sonra gösterdiği yönde ilerlemeye başladı ve ben de onu izledim. Çok geçmeden çalılıklara girdik ve bir süre sonra kayalarla kaplı yüksekçe bir sırtın üzerine ulaşarak ayaklarımızın altında uzanan çalı ve ağaçlarla kaplı vahşi araziye baktık. “Bu taş çölünde bir vahaya ulaşmış gibiyiz,” diye mırıldandı Tonnison merakla aşağı bakarken. Sonra bakışları bir noktaya takıldığında sustu; ben de aynı yöne baktım, çünkü ağaçlarla kaplı arazinin ortasında bir yerde, üzerinde Güneş ışığının sayısız gökkuşakları oluşturduğu büyük bir serpinti sütunu yükseliyordu. “Ne kadar güzel!” diye bağırdım. “Evet,” dedi Tonnison düşünceli bir sesle.

“Orada bir çağlayan ya da bunun gibi bir şey olmalı. Belki de bizim nehir yine gün ışığına çıkıyordur. Haydi, gidip bir bakalım.” Sırttan aşağı indik ve ağaçlarla çalıların arasına girdik. Çalılar birbirine karışmış ve ağaçların dalları gün ışığını kesmişti, bu yüzden ortalık hiç de hoş olmayan bir kasvet içindeydi; ancak ağaçların çoğunun meyve ağacı olduklarını ve şurada burada uzun süre önce terk edilmiş ekili alanların izlerini hâlâ seçebiliyordum. Böylece çok büyük ve çok eski bir bahçede yol almakta olduğumuzu anladım. Bunu Tonnison’a da söyledim ve o da bu inancım için geçerli nedenler olduğuna kesinlikle katıldığını belirtti. Ne kadar yabani bir yerdi burası. Öylesine kasvetli ve kederli! Ne hikmetse, biz yürüdükçe bu kadim bahçedeki dinginlik ve terk edilmişlik havası benim omuzlarıma da çöktü ve ürperdiğimi hissettim. Çalıların karmaşasında gizlenen şeyler olduğunu hayal edebilirdiniz; bahçenin havasıysa hiç de tekin olmayan bir şeyler taşıyor gibiydi. Hiçbir şey söylemese de sanırım Tonnison da bunun farkındaydı. Birden durduk. Ağaçların arasından kulağımıza uzaktan uzağa bir ses gelmişti. Tonnison eğildi ve kulak kabarttı. Şimdi net bir biçimde işitebiliyordum, devamlı ve kaba bir sesti bu; çok uzaklardan geliyormuş gibi duyulan bir çeşit gümbürtü… Tarifi mümkün olmayan, tuhaf, hafif bir huzursuzluk hissettim.

Nasıl bir yere gelmiştik biz? Bu konuda ne düşündüğünü anlayabilmek için dönüp arkadaşıma baktım ve yüzünde sadece bir şaşkınlık ifadesinin olduğunu gördüm ve sonra, ben onun yüzünü incelerken, ifadesini gevşetti ve her şeyi anlamışçasma salladı başını. “Bu bir çağlayan,” dedi güvenle. “Sesi şimdi tanıdım.” Bunun ardından sesin geldiği yöne doğru çalılıklara daldı. Biz yürüdükçe ses daha da rahat duyulur bir hal alıyordu ki bu da bizim doğru yönde olduğumuzu gösteriyordu. Uğultu, şiddetini düzenli olarak artırarak yakınlaştı ve Tonnison’a da belirttiğim gibi, sonunda uğultunun neredeyse ayaklarımızın altından geldiğini hissettik. Ama çevremizde çalılardan ve ağaçlardan başka bir şey yoktu hâlâ. Tonnison “Dikkatli ol!” diye seslendi. “Bastığın yere iyi bak.” Sonra ansızın ağaçların arasından çıktık ve hemen altı adım kadar önümüzde muazzam bir yarığın yer aldığı açık bir alana ulaştık. Uğultu, şimdi çok gerilerde kalmış olan sırtın üzerinden gördüğümüz sabit serpintiyle birlikte, buranın girişinden geliyor gibiydi. Bu manzarayı küçük dilimizi yutmuşçasma sessizlik içinde seyrederek şaşkınca dikildik orada; sonra arkadaşım oyuğun kenarına temkinle yaklaştı. Onu izledim ve yarığın otuz metre kadar derininde, serpintinin içinden köpükler saçarak püsküren dev su sütununa birlikte baktık. “Ulu Tanrım!” dedi Tonnison. Hiçbir şey demedim, bir çeşit huşuya kapılmıştım.

Manzara olağanüstü görkemli ve tüyler ürperticiydi, ancak bu ikinci özelliğini daha sonra fark edebilmiştim. Bir süre sonra başımı kaldırdım ve yarığın karşı tarafına baktım. Orada serpintinin içinde yükselen bir şey olduğunu gördüm; büyük bir yıkıntının parçasına benziyordu. Tonnison’m omzuna dokundum. İrkilerek döndüğünde ona gördüğüm şeyi işaret ettim. Bakışları parmağımı takip etti ve nesne görüş alanına girdiğinde gözleri ani bir heyecanla ışıldadı. “Gel benimle!” diye bağırdı uğultunun arasından. “Şuna bir bakalım. Burada bir tuhaflık var, kemiklerimde hissedebiliyorum.” Bir yanardağın ağzını andıran oyuğun çevresini dolanmaya başladı. Yeni nesneye yaklaştıkça ilk izlenimimde yanılmamış olduğumu anladım. Yıkıntı halindeki bir yapının bir bölümü olduğundan kuşku yoktu; yine de şimdi ilk anda sandığım gibi yarığın doğrudan doğruya kenarında değil ama oyuğun üzerine doğru on beş ila yirmi metre kadar uzanan çok büyük bir kaya çıkıntısının ucuna kondurulmuş olduğunu seçebiliyordum. Gerçekten de, girintili çıkıntılı bu yıkıntı parçası sanki boşlukta asılı duruyor gibiydi. Karşı tarafa vardığımızda kayalık çıkıntıya doğru yürüdük. O baş döndürücü tünekten aşağıya, çağlayan suyun uğultusuyla birlikte kefen misali bir buğunun yükselmekte olduğu derinliklere baktığımda, dayanılmaz bir dehşete kapıldığımı itiraf etmeliyim.

Yıkıntıya ulaştık, çevresini dikkatle döndük ve karşı tarafta bir taş ve moloz yığınıyla karşılaştık. Şimdi daha ayrıntılı incelemeye başladığımda, yıkıntı bana muazzam bir yapının dış duvarından bir parçaymış gibi görünmüştü ama nasıl bu halde olabildiğini bir türlü hayal edemiyordum. Evin, kalenin, ya da her ne idiyse oradaki yapının kalan kısmına ne olmuştu? Moloz yığınını sistemli bir şekilde eşelemeye başlayan Tonnison’ı yalnız bırakarak duvarın dış yanına geçtim ve ardından da yine yarığın kıyısına döndüm. Sonra, yıkıntı parçasının ait olduğu asıl yapıdan başka bir şey kalıp kalmadığını anlamak için oyuğun kenarına yakın çevredeki araziyi araştırmaya başladım. Ama, toprağı büyük bir özenle incelesem de, orada daha önce bir yapının yükselmiş olduğuna dair en ufak bir ipucu bile bulamadım ve şaşkınlığım bir kat daha arttı. Sonra Tonnison’ın sesini duydum; heyecanla beni çağırıyordu. Hiç vakit kaybetmeden kayalık çıkıntı boyunca yıkıntıya doğru koştum. Arkadaşımın yaralanmış olabileceğinden endişe ettim ve sonra belki de bir şeyler bulmuş olabileceği ihtimali geldi aklıma. Viran haldeki duvara ulaştım ve tırmandım. Tonnison’ı orada, molozun içine açtığı küçük bir boşlukta, ayakta dururken buldum. Bir kitabı andıran tamamen yıpranmış ve buruşmuş bir nesnenin tozunu silkelemekle meşguldü ve her üç beş saniyede bir adımı haykırmak üzere ağzını açıyordu. Geldiğimi görür görmez bulduğu ganimetini bana verdi ve o araştırmalarına devam ederken rutubetten korumak için kitabı çantama yerleştirmemi tembihledi. Öyle de yaptım ama önce sayfalarını şöyle bir karıştırdım ve oldukça okunur durumda eski örnek bir yazıyla titizlikle doldurulmuş olduğunu gördüm; tabii kitabın çamura bulandığı bir kısmın dışında. Tersine katlanmış gibiydi. Bulduğu sırada kitabın bu halde olduğunu Tonnison’dan öğrendim.

Buna açık duran kitabın üzerine yıkılan molozlar yol açmıştı büyük bir olasılıkla. Gariptir, kitap oldukça kuruydu ve bunu da yıkıntıların içinde tamamen gömülü kalmış olmasına bağladım. Kitabı sağlama aldıktan sonra geri döndüm ve Tonnison’a kazma işinde yardım etmeye başladım; yine de, bir saati aşkın bir süre ter döküp bir yığın taş ve molozu altüst etsek bile, bir masa ya da sıranın parçaları olabilecek birkaç kırık tahtadan öte bir şey bulamadık. Böylece araştırmamızı sonlandırdık ve kayalık çıkıntıdan geriye dönüp sağ salim toprağa adım attık. Yaptığımız bir sonraki şey, üzerinde yıkıntının yer aldığı ve simetriyi bozan çıkıntının dışında, neredeyse kusursuz bir çember oluşturduğunu gözlemlediğimiz muazzam yarığın çevresini dolaşmak oldu. Oyuk, Tonnison’ın tarifiyle, yerin bağırsaklarına dek inen devasa bir kuyu ya da çukuru andırıyordu. Bir süre daha çevremize bakınarak durduk ve sonra yarığın kuzey yakasında açık bir alan olduğunu görerek adımlarımızı o yöne çevirdik. Orada, heybetli çukura yaklaşık yüz metre mesafede, durgun bir suyu olan büyükçe bir göle rastladık. Su sürekli fokurdayan ve köpüren tek bir nokta dışında sakindi. Şimdi, püsküren çağlayanın uğultusundan uzakta, birbirimizle avazımız çıktığı kadar bağırmadan konuşabiliyorduk. Tonnison’a bu yer hakkında ne düşündüğünü sordum. Oradan hoşlanmadığımı ve ne kadar çabuk uzaklaşırsak o kadar memnun olacağımı da vurguladım. Başını sözlerimi onaylarmışçasına salladı ve arkasındaki ağaçlıklara doğru kaçamak bir bakış attı. Bir şey görüp görmediğini sordum. Yanıt vermedi, ama sanki bir şeyi dinliyormuşçasına kıpırdamadan ve sessizce durdu.

Sonra aniden konuştu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir