Marshall G. S. Hodgson – İslam’ın Serüveni

MS yaklaşık 1500 yılını izleyen üç yüzyıl bizim için özellikle önemlidir çünkü bu yüzyıllar doğrudan doğruya bizim çağımızın arka planını oluştururlar. Modern döneme adımına atan İslam dünyası işte bu yüzyıllarda şekillendi. Üstelik bu İslam dünyası Batılı olmayan diğer uygarlıklardan herhangi biri de değildi. Batı’mn fiilen oynadığı dünyaya hükmetme rolünü üstlenmeye en fazla yaklaşmış toplumun İslam toplumu olduğunu da bugün görüyor ve anlıyoruz. Eğer o dönemde Müslümanların bilfiil yönettikleri veya Müslümanlarla çevrelenmiş Hıristiyan, Hindu ve Budist halklar göz önünde bulundurulacak olursa dünyanın bugünkü İslama-Asyalı “kalkınmakta olan” kesiminin büyük kısmının arka planını aslında bu İslam toplumunun oluşturduğu görülür. Hatta Çin ve komşularım bir kenara bırakacak olursak doğu yarıkürenin şu anki ucuz yatırım bölgelerinin büyük bölümünün arka planını İslam toplumu oluşturduğu gibi, bu bölge ülkelerinin günümüzdeki hali ve tavrını tarihsel yönden en çok belirleyen de söz konusu üç yüzyılın İslam dünyası olmuştur diyebiliriz. Fakat bu üç yüzyıl İslamileşmiş uygarlığın Orta Dönemlerinde yarattığı olanaklara ve sınırlamalara ilişkin anlayışımızı arttırması itibarıyla da bizim için ayrıca önem taşımaktadır. Görünüşe göre Erken Orta Dönem’ de tasavvuf ile Şer’i vicdanın el ele vererek akıp giden -ve büyümeye epey açık- bir toplum yaşamının en fazla ihtiyaç duyduğu koşullan karşılayan bir toplumsal örüntüyü ortaya çıkarmış başarılı sentezi tam da bu başarısından ötürü muhafazakar ruhun zafer kazanmasına yol açmıştı. Sahip_ olduğu iç çelişkiler Geç Orta Dönem’in çeşitli yıkıcı eğilimlerine de yol açmış bu muhafazakar ruh esaslı bir biçimde bir daha sorgulanmadı. Bu ruh, içinde Müslümanların içinde yaşayıp iş görmenin, Müslüman vicdanının ise içinde kendini ifade etmenin bir yolunu bulmak zorunda olduğu yeni bir ortam hazırladı. 11 Bu sırada Yüksek Halifelik Devleti’nin çöküşünden sonra şekillenen toplum ve kültür örüntüsü de Moğolların itibarlı oldukları çağda bazı can alıcı çıkmazlara girdi. Kültürel yaratıcılığa özgü daha eski çerçevelerin içi doldurulurken muhafazakar ruh her türlü yeni yaratıcılık imkanına kendi sınırlarını dayattı. Müslümanlar sanatsal çalışmalarda, hatta bilimsel araştırmalarda bile Şer’I ruhun ideolojik çıkmazlarına değilse bile bir üslup döngüsüne hapsolma tehlikesiyle karşı karşıya kaldılar. Müslümanların kalıcı meşru yönetimler tesis etmekte yetersiz kalmaları bundan daha ciddi bir sorun olarak görülebilir. Hakiki meşruluk neredeyse apolitik bir toplum düzeniyle anılır hale gelmiş olan Şeriat’ın sınırları içinde aranmaya başlandı.


Siyasi liderler ve onların askeri birlikleri hem bu toplum düzeni hem de bizzat Şeriat tarafından neredeyse topluma dışarıdan yapılan müdahaleler, toplumun iç işlerine karışan yabancılar olarak görülmeye başlandılar. Özellikle Kurak Kuşak’ta kaynak israfından kaynaklanan temel ekonomik sıkıntılar da İslam dünyasında meşru yönetimler kurma sorununa eşlik etmeye başlamıştı. Yeni çağ, muhafazakar ruhun özünden ödün vermeden bu çıkmazlara kendince birtakım yanıtlar verdi. Verilen bu yanıtlar da kendi ikilemlerini yaratmış olmakla birlikte, insansal başarıların en önemli dönemlerinden biri bu muhafazakar ruhun tam ortasında çiçek açıverdi. On altıncı yüzyılın başlarında Müslüman halklar· arasında yeni bir siyasal güç dengesinin oluşması kapsamlı bir siyasal ve kültürel yenilenme fırsatını da doğurdu. Bu durumun neredeyse her yerde esaslı birtakım kültürel etkileri oldu ve bu etkiler bundan sonraki iki veya üç yüzyıllık tarihi büyük ölçüde belirledi. İslamileşmiş toplumda öteden beri var olan en önemli uzun vadeli eğilimlerden bazıları ise bu süreçte tersine döndü. Böylece en sonunda siyasal ve kültürel yaşamda parlak bir yenilenme meydana geldi. Mutlakıyetçi yönetimi ve ona eşlik eden yüksek kültürü dikkate alanların bakış açısına göre İslam dünyası en sonunda kendini bulmuş görünüyordu. Gelgelelim ortaya çıkan bu duruma daha özel bir İslami vicdanın ışığında bakıldığında bu yenilenmenin son kertede başarısızlığa uğradığı görülmektedir. Çünkü bir açıdan değerlendirildiğinde bu muhafazakar ruh kolayca çözülemeyecek, daha derin bir sorun yaratıyordu. Yönetimler kendilerini kalıcı hale getirecek sivil meşruiyeti sağlayabilirlerdi. Hatta zenginlerin kültürü yolun sonuna gelmiş gibi görünmesine rağmen bir şekilde yeniden serpilmenin yollarını da bulabilirdi. Fakat İslami idealler illa bunların çerçeveleri dahilinde gerçekleştirilmek zorunda değillerdi. Aslında yeni yanıtların yol açtığı yeni ikilemlere kısmen de olsa İslami vizyonun devam eden basıncı neden olmuştu.

Bu İslami ideallerin gerçekleştirilebilmeleri için daha temelli bir yenilenme şarttı. Nitekim bu durum, kötümser bir tavırla statükoya razı olanlar tarafından hissedildiği kadar, birçok iyimser reformcu adayı tarafından datarih bilincinden yoksun şekilde olsa da- şiddetle hissedildi. 12 Vicdan ve Gelenek Üzerine Dönemin başlangıcı bizim için açıkça dikkat çekicidir. Barut zamanlarında oluşan (on altıncı yüzyılın başındaki) yeni güç dengeleri, tarihsel eğilimlerde birbirine bağlı ve biri olumlu, diğeri olumsuz olmak üzere iki değişikliğin meydana gelmesine neden oldular. 1500 yılında İslam dünyası artık görece yeknesak bir kültürel ve siyasal düzeni tüm yarıküreye yayıyordu. Kayda değer bir dil, adet, sanatsal gelenek, hatta dinsel pratik çeşitliliğine rağmen siyasal açıdan Darülislam’m birliği onun barındırdığı yerel ve çoğunlukla kısa ömürlü her devletin varlığından ve bekasından daha önemliydi. Fakat 1550 yılma gelindiğinde İslam’m bu kozmopolit kapsayıcılığı esaslı bir darbe aldı. Şiiler ile Cemal-Sünniler arasında yeni körüklenen bir dinsel tartışma yüzünden Müslümanlar kendi aralarında din konusunda bile bölündüler. Daha da önemlisi, büyük bölgesel imparatorluklar İslam dünyasının o güne kadarki merkez bölgeleri diye adlandırdığımız yerleri -yani Balkanlardan Bengal’e kadar uzanan bölgenin tamamını- kendi aralarında paylaşarak kendi ayrıksı kültürel dünyalarını yaratacak kadar ileri gittiler. Bu bölgesel imparatorlukların dışında kalan, Güney Denizlerinde ve Volga havzasında yaşayan Müslümanlar ise kendilerini Moğol fetihlerinden bu yana ilk kez kafirlerin bu kadar yoğun bir tehdidi altında hissediyorlardı ve bu nedenle daha merkezi bölgelerdeki bu yeni imparatorlukların desteğini arkalarına almaya çalıştılar. Olumlu değişim ise zayıflayan apolitik kozmopolit birliğin yönetimde meşruluk sorununa kısmi bir çözüm getirilerek dengelemesiydi. 1 550 yılı civarında İslam dünyasının büyük kısmını bölmüş olan ve askeri himaye devletine özgü ideallerin mirasçısı olan imparatorluklar kendi bölgelerinde hatırı sayılır bir siyasal meşruluk iddiasında bulunabilecek duruma gelmişlerdi. Nasıl ki uluslararası İslamileşmiş kozmopolitizmin gelişmesi pazaryeri kültürüne öncelik verilmesi sayesinde mümkün olduysa çeşitli bölgelerin kültürel özerkliklerini koruyup geliştirmeleri de büyük ölçüde saray himayesi sayesinde mümkün olmuştur. İslam dünyasını bölen bu yeni imparatorluklar dahilinde yeni bütünleşme tarzlarının denenmesine olanak veren tam da bu imparatorlukların kendi egemenlik alanları dahilinde İslam dünyasının toplumsal ve kültürel yaşamını şekillendirmekte esaslı bir rol oynamış olmalarıydı. En azından bu devletlerin sınırları dahilinde devlet yöneticileri, Şeriat hukukunun temsilcileri ve halk arasında yaygın Müslüman kurumlar arasında bir uzlaşma sağlandı.

Geçmiş yüzyıllarda Orta Kurak Kuşak’ta ekonomik kaynakların azalmasının genel olarak İslamileşmiş yüksek kültürel yaşam düzeyinde yol açtığı her türlü olumsuz sonuç, Müslüman etkinliğinin başlatılabildiği ve hamilerin bulunabildiği bölgenin ya da genel olarak toplumun yayılması sayesinde telafi edildi. 13 Manevi yenilenme muhtemelen bu yeni olanaklar zemininde gerçekleşmeliydi. Fakat yeni oluşan düzen ne eski Şer’! vizyona ne de bir Sufi vizyonuna gerçekten bir yanıt veriyordu. Yeni tarımcı! imparatorlukların kuruluşuyla birlikte toplumsal hareketlilik azalmış görünüyordu. Görece barışın hakim olduğu huzurlu bir ortam oluştuysa da bu ortamın koşulları, insanlığın geneline adaleti getireceğine inandıkları Mehdi’yi bekleyenlerin beklentilerini karşılıyor sayılmazdı. Muhafazakar ruhun zafer kazandığı bir ortamda vicdanına kulak verenlerin vizyonunun etkili olması için gereken neydi? Başka bir ifadeyle, hakiki anlamda yeni ve taze hareket noktalarına müsamaha göstermeyen ve fakat geçmişten miras aldığı kalıplarının öngöremediği yeni tarihsel sorunlarla karşı karşıya kalan bir beklentiler ağına hapsolmuş bir vizyon nasıl etkili olabilirdi? Belki de kendi vizyonunun kapsamını sınırlı formüllerle kısıtladığı için kendine hapsolmuş bu vicdan geleneği, bu kez de bizzat harekete geçirdiği, kendi dışında bir şeylere, yani yaşamın ve tarihin değişen taleplerine hapsolmak zorunda kalmıştı. Bu noktada soruşturmalarıma kılavuzluk eden bir ilkeyi burada yeniden belirtmek istiyorum. Muhafazakar ruhun himayesi altında bile bireysel duyarlılığın -özellikle de vicdan muhasebesine odaklanmış duyarlılığın- verdiği tepkiler tarihin nihai kaynaklarından birini meydana getirirler. Bu bakımdan üç tür bireysel eylemi birbirinden ayırabiliriz. Bunlardan ilki tarihsel açıdan rastlantısal kalan, yani kişisel yeteneklerin, şahsi çıkarların ve kaprislerin ürünü olan eylemlerdir ve bu tür eylemler birbirini giderirler (örneğin birileri rüşvet yemekten kazanç sağlar, bir başkası o rüşvetçiyi ihbar etmekten kazanç sağlar, başkası ise kendi kadrolarının tamamında yolsuzlukları önlemekten kazanç sağlar). İkincisi ise ekonomik, estetik, hatta manevi grup çıkarlarına yanıt teşkil eden eylemlerdir ve bu tür eylemler birbirini pekiştirirler (örneğin bazı ortamlarda resmi talepler ile idari olanaklar arasında öyle büyük bir tezat vardır ki işlerin çıkmaza girip durma noktasına gelmesini engellemenin tek yolu rüşvet alıp vermekten geçer ve bu nedenle herkes rüşveti görmezden gelir) Bazı eylemlerse tarihsel açıdan yarahodırlar: Grup çıkarlarının etkileşimi sırasında izlenebilecek iki yol için de eşit baskının olduğu hallerde kişisel imgelemin grup çıkarlarının genel düzenini bile değişikliğe uğratabilecek yeni yapıcı alternatifler sunması peka!a mümkündür (örneğin bir idareci bir sorun karşısında kararsız kaldığında, amir olmak için fazla dürüst olan ve fakat işçilerin çalışma düzenlerini, bütün bir çalışma örüntüsünü dönüştürüp rüşvet alma ihtiyacının ortadan kalkmasını sağlayacak bir kalıba sokmayı önerebilecek idealist yardımcısına başvurabilir). Rastlantısal eylemler kısa vadede belirleyici olabilirler, hatta bazı tarihçilerin eserlerini bile doldurabilirler ama genellikle tarihte uzun vadede göz ardı edilebilirler: Bir yöndeki rastlantı er ya da geç başka bir yöndeki rastlantı tarafından dengelenecektir. Birikimsel edimlerin, yani bu tür dengelenmelerin söz 14 konusu olmadığı edimlerin, her bir çıkar kümesi (geçmiş toplumsal olayların etkilerini ve mevcut beklenti düzenini içeren) kendi ortam koşullarının bağlamına kadar izlenerek açıklanmaları gerekir; doğrusu, çıkarlar arasındaki etkileşimi en müstehzi gözleme varıncaya kadar incelememiz gerekir. Benim deyişimle yaratıcı eylemlerin, yani aynı çıkara yönelik başka eylemlerce pekiştirilmekten ziyade başkalarının olumlu tepki verdikleri yeni olanaklara yol açarak etki gösteren edimlerin, uzun vadede taşıdıkları ahlaksal önemleri itibarıyla bir kenara ayrılmaları gerekir. Bu eylemler epey bireysel bir zemin üzerinde gerçekleştirilirler ve bir anlamda rastlantıdırlar; bunların en azından gizil grup çıkarlarını karşılamaları gerekir, yoksa hiçbir etki göstermezler.

Yine de çıkarların o anda var olan bir örüntüsüne uygun düşmekle kalmazlar: Söz konusu olan ekolojiye değil, bir bireydeki bağımsız bütünlüğe özgü bir itkiye -bir iç gelişim ilkesine- dönmeyi sağlarlar. Bu tarz edimlerin kesin biçimde saptanmaları epey güçtür, hatta bazı tarihçiler bunları ciddiye almaya bile çekinirler. Muhammed’in yaşamında bile ilgisiz tesadüflerin ve heveslerin hakkı verilmiş olduğunda söz konusu olan ayartı, kendi vicdanıyla hareket eden diri yaratıcılığın etkisine (belki de “Tanrı”ya) hiç yer bırakmayarak sonucu birikimsel tarihsel çıkarların etkileşimine indirgemektir. Özellikle şimdi inceleyeceğimiz dönemlerde, tam anlamıyla yaratıcı olan eylemlerin saptanması güçtür. Bunlar öncelikle muhafazakar ruhun basıncı, ardından görünüşe göre bütün uygarlığı harap eden ezici dışsal basınçlar, son olarak da modern zamanlarda herkesi belirli, öngörülebilir tutumlar almaya zorladığı görülen olayların seyri yüzünden gizli kalmışlar, hatta bastırılmışlardır. Fakat böyle bir durumda bile bireysel yaratıcı vicdanın iş başında olduğu kanısındayım. Ele alacağımız dönemin İslam dininde -ve İslam dünyası toplumunun geleceğinde- yeni bir başlangıç lehine verdiği en belirgin vaadin Şia’ dan geldiği anlaşılıyor. Canlı Şii hareketleri, önemli yeni siyasal güç dengeleri oluştuğunda binyılcı umutlarla her zamankinden daha fazla dolu olurlardı. Eski İslam’ın Nil ile Ceyhun arasında kalan merkez ülkeleri bu harekete coşkuyla katıldılar. Ne var ki bu mayalanmadan doğan Şii imparatorluğu, mizacı itibarıyla gittikçe Şeriat yanlısı hale geldi ve bütün çarpıcı görkemine rağmen halkını yoksulluk ve adaletsizlikle baş başa bıraktı. Batıda Avrupa merkezli Osmanlı İmparatorluğu’nda ve doğuda Hint Timuri İmparatorluğu’nda İslam nispeten yeni temeller üzerine oturtuluyordu ve aslına bakılırsa çoğunluğu gayrimüslimlerden oluşan bir nüfusa hükmediyordu. Burada Şiilik önemli bir rol oynamadı ve İslami bir vicdan umudu esasen başka kanallardan açığa çıktı. Felasife buralarda Şia’nın yakaladığından daha büyük bir fırsat yakaladı: Öteden beri sahip olduğu düzenli istikrar ve refah beklentilerinin tarıma dayalı bürokratik imparatorluklarda kısmen yerine getirildiğini görme şansına sahip oldu. Ayrıca bu dönemde bazı yerlerde ıs tasavvufla ittifak kurmuş bir Müslüman Felasife’sinin münhasıran İslami olan vizyonu zincirlerinden kurtarıp onu daha geniş çaplı bir Felsefi çerçevede rol üstlenmeye itmeye ve bu şekilde onu başarıya ulaştırmaya yaklaştığı da görüldü. Bu türden en büyük umutların merkezinde Hindistan’daki Ekber ve onun halefleri bulunuyordu.

Gerçi bu tarz umutlar diğer iki imparatorlukta da rol oynadılar fakat Felasifileşmiş İslam, İslami itkinin canlılığını tamamen taşımayı başaramadı ve çoğu Müslüman tarafından bu nedenle reddedildi. Bu yüzden Osmanlı İmparatorluğu’nda asıl güçlenme fırsatını yakalayan anlayış -Felasife’nin etkisine kapılmamış- Sünni Şeriat yanlılığı oldu: Memun döneminde İslam dünyasında elde edemediği siyasal konuma burada ulaşacak güçte görünüyordu ve buna -böyle bir konumun gerektirdiği merkezi-askeri bir kuvvete dönüşmek pahasına da olsa- çok yaklaştı. Dinsel cemaatçiliğin sınırlayıcı etkileri değişik şekillerde zararlara yol açtı. Daha yeni topraklardaki bu imparatorlukların hiçbirinde Müslüman yönetim sistemi gayrimüslim nüfusun başlıca unsurlarını sistemle bütünleştirmeyi başaramadı. Kısmen bunun sebebi vicdanlı insanların umutlarının büründüğü biçimdi. En sonunda bu sistemler Safevi İmparatorluğu’nda olduğu gibi nihai bir ahlaksal çıkmaza girdiler. Aslında bu üç yerde de klasik Abbasiler döneminden beri benzeri görülmemiş bir tutarlılığa ve sürekliliğe sahip güçlü siyasal kurumlar inşa edildi ve bir süreliğine de olsa genel bir refah düzeyine ulaşıldı. Böylece, bir bütün olarak İslam dünyası siyasal gücünün doruğuna ulaştı. Ama bu büyük imparatorlukların kurumlan doğal ömürleri gereği en sonunda merkezi iktidara sahip bütün tarımcı! bürokratik devletlerin bağlılıklarının ve taahhütlerinin birikmesiyle maruz kaldıkları görülen bir gerileme sürecine girdiler. Hatta eski Sasani İmparatorluğu tarafından kalıcı olarak belirlenmiş olan zamana meydan okuma ölçütünü (effective durability standard) bile karşılayamaz oldular. On sekizinci yüzyıla gelindiğinde bu imparatorlukların hepsi dağılma sürecine girmişti, refah düzeyi azalmaya başlamıştı ve estetik ve entelektüel dışavurum tarzları bile her yerde gözle görülür biçimde gerilemişti. Bu duruma kısmen dış güçler neden olmakla birlikte toplumun da bu dış güçlere fazla direndiği söylenemez. On sekizinci yüzyılın sonlarında bu tarihsel dış güçler, bu özel dönemin vaktinden önce sona ermesine neden olan birtakım müdahalelerde bulundular ama zaten bu dönem her ne kadar önemli bir parlaklık dönemi olsa da miras aldığı ikilemleri tamamen çözmeyi başaramamıştı.1 Bu dönemin sonu da tıpkı başlangıcı gibi keskin hatlarla belirgindi ve Sümerlerin zamanından beri hakim olan tarımcı koşullar dahilinde manevi 16 “The Unity of Later Islamic History” başlıklı çalışmam Uoımıal of World History, 5 [1960], 879- 914), bu kitapta geliştirilen bazı noktaları özetliyor. Maalesef sonraki dönemlerde yaşamış Müslümanların başarılarını hafife alıyor ve dönemin büyük teknik dönüşümlerini Garp’taki göreli bir “canlılıktan” ileri gelmiş gibi değerlendirmesi itibarıyla abarhyor.

yenilik yapma imkanının artık kalmadığını işaret ediyordu. Dönemin sonlarına doğru yeni dünya güçleri kendilerini iyice hissettirmeye başladılar. On sekizinci yüzyılın sonunda Hıristiyan Avrupa halkları İslam dünyasının neredeyse her yerinde bir anda başlıca siyasal, ekonomik ve kültürel güç haline geldiler. Gelgelelim bu kez söz konusu olan -İslam dünyasının yayılışı sırasında olanın aksine- basitçe bir grubun veya kültürün diğerleri üzerinde üstünlük kurması söz konusu değildi. Dünya artık -Modern Teknik Çağ’ı başlatan yepyeni yatırım çeşitleri yüzünden- Garp dahil olmak üzere bütün kültürlerin ve bütün dinlerin temel eylem koşullarını değiştiren yeni bir tarihsel yaşam seviyesiyle karşı karşıyaydı. Başka bir deyişle her türlü yenilikçi girişim artık eskisinden kökten farklı bir zemin üzerinde gerçekleştirilmek zorundaydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir