Witold Gombrowicz – Ferdydurke

O salı sabahı, gecenin bitip de tanın henüz ağarmadığı tatsız tuzsuz zamanda uyandım. Sıçrayarak uyanmıştım; taksi ile gara gitmek istiyordum; yola çıkabileceğimi sanıyordum, ama garda bana uygun hiçbir trenin bulunmadığını, hiçbirinin kalkış vaktinin gelmediğini son dakikada üzülerek anladım. Alacakaranlıkta, yatağımdan çıkmadan, uzanmış durumda, öylece kaldım; bedenim dayanılmaz bir korku içindeydi, ruhum da bunalmıştı; hiçbir şey olmayacağını, hiçbir zaman hiçbir şeyin değişmeyeceğini, hiçbir zaman hiçbir şeyin meydana gelmeyeceğini ve hiçbir tasarıdan hiçbir sonuç çıkmayacağını düşündükçe her yanım kasılıyordu. Söz konusu olan hiçlik korkusuydu, boşluk karşısında panikti, varolmayış karşısında kaygıydı, gerçekdışılık karşısında gerilemeydi; içimdeki kopma, bozgun, dağılma karşısında bütün hücrelerimin attığı biyolojik bir çığlıktı; utanç verici bir yetersizlik, küçüklük korkusu; dağılma, parçalanma korkusu; içimde duyduğum, dışarıdan da tehdit eden, şiddet karşısında ürküntüydü; en kötüsü de her zaman üstümde, bana yapışmış, bütün hücrelerime bağlanmış durumdaki bir alaya almayı, alay bilinci gibi bir şeyi, bedenimin ve ruhumun bütün parçalarından yayılan, içimden gelen bir alayı duymamdı. Bu paniğe geceleyin beni tedirgin edip uyandıran düş neden olmuştu. Zamanda bir geri dönüşle, kendimi on beş ya da on altı yaşımda imişim gibi görmüştüm; bu, doğaya aykırıydı: Delikanlılık dönemindeydim; açık havada, bir ırmağın üstündeki bir değirmenin tam da yanında, bir kayanın üstünde duruyordum. Bir şeyler söylüyor, çoktandır yok olmuş, o çatallı, cırlak sesimi işitiyor; henüz gelişmemiş yüzümdeki o küçücük burnumu ve kocaman ellerimi görüyor, bu arada gelip geçici olan bu gelişme dö-nemimim bütün sıkıntılarını hissediyordum. Yan keyif, yarı korku içinde kendime geldim. Sanki şu anki, otuz yaşın üzerindeki ben, o zamanki kaba, toy delikanlı halimle alay ediyor, ona öykünüyordum, ama o halim de haklı olarak, aynı biçimde bana öykünüyordu; kısacası, birbirimize öykünüyorduk. Şimdi sahip olduğumuz güce hangi yollardan geçerek ulaştığımızı bize anımsatan ne üzücü anı! Ardından, yan uykuya dalmış, ama yine uyanık durumda, bedenimin tam bir bütün oluşturmadığını, kimi parçalarının gençliğimdeki gibi kaldıklarını, başımın bacaklarımla, bacaklarımın başımla alay ettiğini, parmaklanırım yüreğime, yüreğimin beynime, burnumun gözlerime, gözlerimin burnuma vız geldiğini, bütün bu parçaların tam ve acımasız bir alaya alma atmosferi içinde birbirlerine karşı vahşice, kötü ve kaba davrandıklarını sandım. Tam olarak yeniden kendime gelip yaşamım üstüne düşünmeye başladığımda da korkum bir nebze bile azalmadı; hatta, tutamadığım hafif bir gülme ile ara sıra kesilse bile (yoksa artıyor muydu?) eskisinden beter oldu. Y^şam yolumun ortasında, kendimi karanlık bir ormanda buluyordum. Daha kötüsü, bu orman yemyeşildi! Uyanıkken, düşte olduğum kadar belirsizlik, tedirginlik içindeydim. Otuzumu geçmiş, belli bir eşiği aşmıştım; nüfus cüzdanıma ve dış görünüşüme bakılırsa olgun bir adamdım; değildim aslında; peki neydim öyleyse? Briç oynayan otuz yaşında bir adam mıydım? Fırsat düştükçe ve ara sıra çalışan, ufak tefek günlük işlerle uğraşan, hem de borçlan olan biri miydim? Neydi benim durumum? Kahvelere, barlara gidiyor, birtakım insanlarla karşılaşıyor, onlarla sohbet ediyor, hatta kimi zaman düşünce alışverişinde bulunuyordum, ama durumum hâlâ oldukça belirsizdi; yetişkin mi yoksa toy delikanlı mı olduğumu ben de bilmiyordum. Böylece, yılların bu dönüm noktasında ne biriydim, ne öteki; hiçbir şey değildim.


Yaşıtlarım evlenmişlerdi, yaşam karşısında değilse bile en azından yönetimde çok, belirli bir konuma çoktan gelmiş bu insanlar bana haklı olarak güvensizlik gösteriyorlardı. Teyzelerim, halalarım; bana asılan, bana yapışan, ama beni içtenlikle seven bu bir sürü yan anne durumundaki kadın, kendimi toparlayıp bir şey olmam, örneğin bir avukat ya da bir memur olmam için uzun süredir söz geçirme güçlerini kullanıp beni etkilemeye çalışıyorlardı. Benim belirsiz karakterim onları son derece üzüyordu; nasıl bir adam olduğumu bilmedikleri için benimle nasıl konuşacaklarını da bilmiyor, kısacası mırıltı halinde bir şeyler söylemekle yetiniyorlardı. — Joseph’ciğim, diyorlardı mınldanarak, yavrum, artık zamanı çoktan geldi! Elâlem ne diyecek? Sanatçı olmayacaksan, hiç olmazsa çapkın bir adam ol ya da bir binici ol; hiç olmazsa ne ile yetineceğini bil… Ne ile yetineceğini bil… Bu sırada birbirlerine benim toplumda ve yaşarçda yeterince ol-gunluğa erişemediğimi fısıldıyor; bunun üzerine, kafalarının içinde açtığım boşluktan acı duyarak, yeniden mmldanmaya başlıyorlardı. Gerçekten de bu durum sonsuza kadar böyle süremezdi. Doğanın saatindeki akreple yelkovan acımasız bir biçimde ilerliyorlardı. Son dişlerim, yani akıl dişlerim de çıkınca, düşünmem gerekmişti. Gelişmem tamamlanmıştı; kaçınılmaz Öldürme vakti gelmişti. Yetişkin adam teselli bulmayan çocuğu öldürüp, ardından krizalit durumundan çıkarak, bir kelebek gibi uçmalıydı. Sisleri, kaosu, bulanık akarsuları, burgaçları, akıntıları, gürültü patırtıları, sazlan, kurbağa seslerini bırakmalı; belirgin, stilize biçimler almalı; doğru dürüst taranmalı, kendine çeki düzen vermeli, yetişkin insanların loplumsal yaşamına girmeli, onlarla tartışmalıydı. Ama nasıl! Denemiş, çabalamıştım; ne var ki sonuçlan aklıma getirdiğimde bıyık altından gülüyordum. İyice hazırlanıp, düşüncelerimi elverdiğince anlatmak için bir kitap yazmaya başlamıştım. Tuhaf ama, bana öyle geliyordu ki, olayları daha anlaşılmaz duruma getirmeyen bir açıklama düşünülemezse de, açıklama yapmadan sosyeteye giremezdim. Önce bu kitapla sosyetenin saygısını kazanmak istiyordum; ardından, kişisel ilişkilerle uygun ortam tam tamına yaratılmış olacaktı. O insanlara iyi bir imajımı verebilirsem, bunun beni değiştireceğini, sonuçta istemesem de, yetişkin bir adama dönüşeceğimi hesaplıyordum.

Peki ama, kalemim neden bana ihanet etmişti? Neden Allahın cezası bir utanma duygusu adamakıllı sıradan bir roman yazmamı engellemişti? Yüreğimden, ruhundam soylu bir konu çıkaracak yerde, neden bu konuyu bedenimin aşağı yerlerinden bulmuş, metnin içine kurbağalar, bacaklar, kötü hazırlanmış, mayalanma halinde birtakım şeyler sokmuş; bu mayalardan kurtulmak istediğimi göstermek için de bunlardan ancak stilimle, anlatım biçimimle, soğuk ve bilinçli bir dille uzaklaşmıştım? Neden, sanki kendi isteklerime aykırı olarak, bu kitaba, Olgunlaşmamıştık Dönemi Anılan adını vermiştim. 1 Dostlanm kitabıma bu adı vermememi, olgunlaşmamışhğa en ufak bir anıştırma yapmaktan genellikle kaçınmamı bana boş yere Öğütlüyorlardı. — Yapma bunu! diyorlardı. Olgunlaşmamıştık tehlikeli bir düşünce. Sen kendinin olgun olmadığını kabul ediyorsan, senin olgun olduğunu kim düşünecek? Olgunluğun ilk koşulunun, sine qua non 2 koşulunun insanın kendisinin bu olgunluğa eriştiğini düşünmesi olduğunu anlamıyor musun? Ne var ki ben içimdeki toy delikanlıdan çok çabuk, çok kolay kurtulmam gerekmediğini, yetişkinlerin aldanmayacak kadar çok becerikli ve zeki olduklarını ve toyluk bir kimsenin yakasını hiç bırakmıyorsa, o kimsenin bu halini belli etmeden herkesin karşısına çıkamayacağını sanıyordum. Ciddiliği de fazla ciddiye alıyor, yetişkinlerin yetişkinliğine fazla değer veriyordum. Anılar, anılar! Başımı yastığıma gömmüştüm; bacaklanm yor- * ganm altındaydı; gülme ile korku arasında bocalayarak yetişkinler arasına katılmamım bilançosunu yapıyordum. Her zaman birtakım ağır sonuçları olan böyle bir katılımın yol açacağı kötülüklerden, aksaklıklardan pek söz edilmez. Örneğin Brunhilde’in evlemesi konusunda İmparator II. Charles’m duyduğu vicdan azabı gibi en eski ve en az ilgi çeken olayları anlatmakta çok büyük yeteneği olan edebiyatçılar en önemli sorunu; nasıl kamuya, topluma mal olmuş insanlara dönüştükleri sorununu ortaya atmak istemezler. Hiç kuşku yok ki insani değil de ilahi bir iradeyle yazar olduklarını, gökyüzünden yetenekleri ile birlikte yeryüzüne indiklerini herkesin düşünmesinden hoşlanırlar; hangi Ödünlerle, hangi kişisel yenilgiyle Brunhilde ya da yalnızca arıcılar üstüne yazı yazmak hakkını kazandıklarını açıklamaktan çekinirler. Hayır, kendi yaşamlarına ilişkin tek bir söz söylemezler, yalnızca arıcılardan söz ederler. Elbette arıcıların yaşamı üstüne yirmi kadar kitap yazdıktan sonra insan Önemli bir kişi olabilir, ama bu arıcılık kralı ile sıradan adam arasında, bu adam ile delikanlı arasında, bu delikanlı ile büyük çocuk arasında, bu büyük çocuk ile daha dünkü çocuk arasında ne gibi bir bağ, bir ilişki vardır? İçinizdeki toy delikanlı sizin bu kralınızın nesiyle kendini avu-tacaktır? Bu ilişkileri hesaba katmayan ve kendi sürekli gelişmesini gerçekleştirmeyen bir yaşam yukarıdan yapılmaya başlanan bir eve benzer ve kaçınılmaz olarak, benliğin bölünmesiyle sonuçlanır, tıpkı şizofrenide görüldüğü gibi. Anılar! İnsanlığın şanssızlığı şu ki bu dünyada varoluşumuz hiçbir belli ve kalıcı bir hiyerarşi içinde yürümüyor, her şey akıp gidiyor, her şey yapılıyor, her şey kımıldayıp duruyor ve herkes herkesi etkiliyor; zır cahil, dar görüşlü, anlayışı kıt insanların yargıları zeki, parlak, becerikli insanların yargılarından daha az önemli olmuyor. Bir insan bir başka insanın ruhundaki yansımasına sıkı sıkıya bağlı; bu ruh bir budalanın ruhu olsa da.

Bu noktada, dar kafalıların düşünceleri karşısında Odı profanum vul-gus 3 diyerek aristokratik bir tavır takınan meslektaşlarıma kesinlikle karşıyım. Gerçeklikten kaçmanın ne zavallı, ne zayıf bir yolu; yapmacık bir üstünlük duygusuna ne bayağıca bir kaçış bu! Bence, tam tersine, bir düşünce ne kadar sınırlı ve dar ise, bizim için o ölçüde önemli ve güçlüdür, tıpkı insanın dar bir ayakkabıyı ayağına tam olarak uyan bir ayakkabıdan daha iyi hissetmesi gibi. Ah, sizin zekânız, sizin yüreğiniz, sizin karakteriniz, sizin bütün öğeleriniz üstüne başka insanların yürüttükleri düşünceler yok mu! Düşüncelerini toplayıp kâğıda, hem de basılı kâğıda dökerek insanlar arasına sokan gözüpek adamın Önünde açılmış o yargılar ve düşünceler uçurumu yok mu! Hem de burada o iyi teyzelerimizden ve onların öylesine içten, öylesine ince, öylesine ailevi yargılarından söz etmiyor, başkalarını düşünüyorum: Kültür elçisi iyi yürekli teyzelerden, yarım edebiyatçı ve yarım eleştirmen, kurbanlarının başına dert olmuş, dergilerde düşüncelerini anlatan bir sürü teyzeden söz ediyorum. Dünya kültürünü; yazına yapışmış, tinsel değerlerden adamakıllı haberli, estetikten de haberi olan, çoğunlukla birtakım düşünce ve kuramların sahibi, Oscar Wilde’ın yaşlandığını ve Bernard Shavv’un “bir paradoks ustası” olduğunu bilen bir yığın hanım teyze ele geçirmiş. Evet; bağımsız, katı ve kavrayışlı olmaları gerektiğini çok iyi biliyorlar; bu yüzden de genellikle bağımsız, aşırılığa kaçmadan katı, aynı zamanda aile sevgisiyle doludurlar. Ah bu teyzeler, bu teyzeler, bu teyzeler! Ah! Böyle bir kültür havarisi iyi yürekli teyzenin şantiyesine uğrayıp da burada her şeyi bayağılaştıran, yaşamı yaşam olmaktan çıkaran bir anlayışa hiç uyum sağlamamış, bir gazetede bunlardan birinin kendisi hakkında yazdıklarını okumamış bir kişinin bu hanım teyzelerin küçüklüklerinden haberi yoktur. Daha ileriye gidelim: Toprak sahiplerinin ve bunların karılarının düşüncelerini; pansiyonlarda kalan genç insanların düşüncelerini; küçük memurların çapsız düşüncelerini; büyük memurların bürokratik düşüncelerini; taşra avukatlarının düşüncelerini; Öğrencilerin incelikten yoksun düşüncelerini; yaşlıların, gazetecilerin kasıntılı düşüncelerini; toplum militanlarının ve doktor karılarının, nihayet ana ve babalarının sözünü dinleyen çocukların düşüncelerini; hizmetçilerin, kadın aşçıların, kuzinlerin düşüncelerini, herkesin size akıl vermek amacıyla bir başkası hakkında yürüttüğü bir sürü düşünceyi ele alınız. Sanki bir sürü dar kafalının arasında doğmuş gibi olursunuz! Ama benim durumum, kitabımın olgun bir okuyucu için güç ve nazik olması ölçüsünde güç ve nazikti. Bu kitap bana kuşkusuz birtakım küçümsenemeyecek dostluklar kazandırmıştı ve kültür havarisi o hanım teyzelerle büyük okuyucu kitlesinin öteki temsilcileri bu dar ve kendilerine-kapalı çevrede, hatta düşlerinde, Ulu ve Değerli kişilerce nasıl beğenildiğimi ve yüceltildiğimi, nasıl yüce entelektüel konuşmalar yaptığımızı duymuş olsalardı belki önümde ayaklarımı yalayarak dalkavukluk ederlerdi. Öte yandan, yine bu kitap bir tür olgunlaşmamışlık, senli benliliğe izin veren ve yarı aydınlar tabakasının en kötüsü olan; rengi, karakteri belirsiz orta tabakadan insanları çeken bir şey içeriyordu herhalde. Olgunlaşma dönemi o yan kültürlüler dünyasında ilgi görüyordu. Kitabım belki de dar kafalılara göre fazla inceydi; ama aynı zamanda, ciddiliğin yalnızca dış görünüşüne karşı duyarlı kişilere göre pek yüksek düzeyde değildi; boş ve parlak laflarla doluydu. Birçok kez, saygı gördüğüm ve kutlandığım pek saygın yerlerden çıktığımda; sokakta, sanki yakınlarından biriymişim gibi bana patavatsızca davranıp omuzuma vurarak, “Merhaba Jojo! Sen budalanın birisin, sen şeysin… Sen yetişkin değilsin!” diye bağıran herhangi bir mühendis kansına ya da bir pansiyoner kadına rastladığım oldu. Böylece, kimilerine göre aklı başında, kimilerine göre budala, kimilerine göre önemli, kimilerine göre önemsiz, sıradan; kimilerine göre de aristokratın biriydim. Yükseklikle alçaklık arasında bocalıyordum; falancayla ya da filancayla senli benliydim; duruma göre saygın ve hor görülen, anlı şanlı ve küçümsenen, yetenekli ve yeteneksiz bir adamdım.

Yaşamım o zamandan bu yana, evde rahat rahat oturduğum sırada olduğundan daha çok bölünmüştü; hangi yandaydım, bilmiyordum: Beni beğenenlerin yanında mı yoksa beğenmeyenlerin yanında mı idim? En kötüsü de o yarı aydınlar sürüsünden kimsenin nefret etmediği kadar nefret ettiğimi, çılgınca nefret ettiğimi onlara sezdiriyordum. Elit tabakaya ve aristokrasiye karşıydım; bunların ardına kadar açılan kollarından kaçıp beni bir toy delikanlı gibi görenlerin uzattıkları o koca ellere sığınıyordum. Gerçekten de, bir insan için en önemli ve gelecekteki gelişmesi için kesinlikle gerekli olan şey neye göre davranıp, kendini neye göre ayarladığıdır. Eylemlerinde, sözlerinde, saplantılarında, yazdıklarında insan yalnızca erişkin, yetişkin kişilere, açık seçik düşünceli kişilerin dünyasına mı değer veriyordu; yoksa, tersine, yığınların, olgunlaşmamış kişilerin, öğrencilerin, pansiyonerlerin, toprak sahiplerinin, kırsal kesimin, kültür havarisi hanım teyzelerin, gazetecilerin ve tefrika yazarlarının, sizi dikkatle izleyip; yavaş yavaş, tırmanıcı bitkiler, Afrika’nın sarılgan bitkileri gibi sizi içine hapseden karanlık, kuşkulu bir yarım dünyanın düşüncelerinin mi hep etkisi altındaydı? Gerekli olgunluğa erişmemiş insanların bu yarım dünyasını bir dakika bile aklımdan çıkaramıyordum. Paniğe kapılıyor, korkunç bir tiksinti duyuyor, yalnızca bu bataklık bitkileri aklıma geldikçe bile tir tir titriyor, ama yine de bunlardan kopamıyordum. Ben de, bir yılan tarafından büyülenmiş bir kuş gibi, bunlar tarafından büyülenmiş bir insan durumundaydım. Sanki şeytan beni olgunlaşmamaya doğru itiyordu! Beni bir toy delikanlı görünüşü altında yanında tuttuğu için bu düşük çevreye karşı doğaya aykırı bir bağlılık duyuyordum. Olanaklarımın sınırı içinde bir saniye bile akıllıca konuşamıyordum; çünkü biliyordum ki taşrada bir yerde bir doktor beni budala yerine koyuyor ve dolayısıyla benden yalnızca budalaca şeyler bekliyordu; ötç yandan, sosyetede kesinlikle doğru dürüst, ciddi bir biçimde dav-ranamıyordum; çünkü kimi liseli kızların benden en kötü densizlikleri beklediklerini biliyordum. Evet, düşün dünyasında elbette sürekli bir şiddet var. Özerk değiliz, yalnızca başkalarına bağlıyız, başkalarının bizi gördükleri gibi olmalıyız; benim kişisel derdim de, bir tür sağlıksız keyifle, erinlik çağındaki erkek çocuklarına, delikanlılara, küçük genç kızlara, kültür havarisi hanım teyzelere bağlı olmayı kabul ediyor olmamdı; ama her zaman, her zaman sırtında bir hanım teyze taşımak; biri sizin saf olduğunuzu düşündüğü için saf olmak, biri sizi budala sandığı için budala olmak, toy bir delikanlı sizi kendi olgunlaşmamışlığının içine daldırıp uzun süre beklettiği için toy bir delikanlı olmak insanı kudurtabilirdi; yaşamı neredeyse yaşanabilir yapan bu kısacak “ama” sözcüğü olmasaydı! Üst düzeydeki bu erişkin dünyanın içine giremeden onunla düşüp kalkmak, kibarlığa, inceliğe, ciddiliğe, olgun düşüncelere, karşılıklı saygıya, değerler hiyerarşisine çok yaklaşmak ve bu tatlı şeyleri ancak vitrinden izlemek, bunların erişilmez olduklarını hissetmek, fazla olmak… İnsanın on altı yaşındayken yaptığı gibi, kendini durmadan erişkin biriymiş gibi gösterdiğini sanarak erişkinlerle düşüp kalkmak? Kendine yazar, edebiyatçı süsü vermek; edebi üsluba ve bu üslubun erişkinlere özgü, özentili anlatımlarına öykünmek? Sanatçı olarak, bir yandan düşmanı gizlice kayırırken, öte yandan kendi benliği uğruna ona karşı açıkça acımasız bir savaşa girişmek? Sosyeteye girer girmez elbette yarı kibarlar tarafından kutsanmış, düşük çevrelerde coşkuyla karşılanmıştım. İşler iyice karışıyordu; çünkü sosyetedeki tutumum da istenildiği gibi olmaktan çok uzaktı ve o kibar çevrenin ışıkları karşısında belirsiz, yoksul, karışık, savunmasızdı. Gurura mı ya da belki korkuya mı bağlı, bilemediğim bir beceriksizlik olgunlukla herhangi bir normal ilişkiye girmemi engelliyor, ama kimi zaman bu panik içinde aklı benim aklımı pohpohlayan bir kişiyi yakalıyordum. Küçük yaşta edebiyatçı olmuş ve yüce bir alınyazısından açıkça nasiplemiş, sanki şaka yapıp kıçına topluiğne batırılmış gibi her zaman yük- % seklerde dolaşan bir ruha sahip o ince insanlara, ruhu kendisini pek önemseyen ve doğuştan gelen bir rahatlıkla büyük bir yaratma çabası içinde öylesine yüce, öylesine belirsiz ve kesin olarak benimsenmiş kavramlarla uğraşan, Tanrı’yı bile basit ve pek az soylu bir şeymiş gibi gören bu ciddi yazarlara imreniyordum! Neden bu insanlann aşk üstüne bir roman daha yazmak ya da herhangi bir sosyal yaraya parmak basmak ya da ezilmişlerin davası uğruna savaşan bir militan olmak olanağı yok? Ya da neden şiir yazıp “şiirin çok parlak geleceğine” inanan bir ozan olmak olanağı yok? Neden yetenekli olup aklıyla yeteneksiz kitlelerin aklını geliştirmek, aklına destek olmak olanağı yok? Bin bir acıya katlanmak, kendini harcamak, kendini kurban etmek, ama her zaman yüksek bir düzeyde, çok yüce ve çok… erişkin kategorilerde! Bunlar ne haz verici değil mi? Bir kenara koyduğu birkaç kuruşunu sanki bir tasarruf sandığına yatırmış gibi, aynı güvenlik duygusu içinde, çok eski kültür kurumlan sayesinde hayatını kazanarak kendini ve başkalarını mutlu etmek… Ama ben ne yazık ki toy bir delikanlıydım ve bu toy delikanlılar kategorisi benim bağlı olduğum tek kültür kurumu idi. İki nedenle olanakları sınırlı ve hapsedilmiş biri idim. Önce, unutamadığım kendi geçinişim, çocukluğum nedeniyle; sonra benimle ilgili çocukça kuruntular, başkasının gözünde, fazla yeşil bitkilerin melankolik kölesi, evet, sık bitkilerin derinliğinde yitmiş bir böcek olarak karikatürleştirilmem nedeniyle böyle idim.

Bu yalnızca güç değil, aynı zamanda korkutucu bir durumdu. Gerçeklen de erişkinler olgunlaşmamışlık kadar hiçbir şeyden tiksinmezler ve hiçbir şey onları daha çok iğrendirmez. En saldırgan başkaldırılara, bunlar olgunluk çevçevesi içinde gerçekleşmişlerse, kolaylıkla katlanırlar; bir erişkin ideali uğruna başka bir erişkin ideali ile çarpışan bir devrimciden korkmazlar; örneğin, bir devrimcinin cumhuriyet uğruna monarşiyi devirmesi ya da tersine, monarşi sayesinde cumhuriyeti parçalayıp yutması sırasında olduğu gibi. Erişkinlere özgü, ince işler dolayısıyla ortaya çıkan bir karışıklığı keyifle izlerler. Ama birinde olgunlaşmamışlık kokusu almışlarsa, bir toy delikanlılık ya da çocukluk sezmişlerse, kuğuların ördeklere yaptıkları gibi, hemen üstüne atlayıp onu gagalar, alay ede ede canını çıkarır, uzun süre önce terk ettikleri bir dünyada kalmış bir yetimin yuvalarına saldırmasına izin vermezler. Peki bunun sonu ne olacaktı? Bu yol beni nereye götürecekti?

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir