Buna karşın, istasyondan çıktığımda atları göremedim. Araştırıp telgrafımın ulaştığını öğrendim: İlgili, bir gün önce kendi elleriyle aldı. Böylece ister istemez eski bir araba kiralayıp, bavulumu ve tuvalet çantamı (küçük bir şişe kolonya, bir şişe bitkisel yağ, badem kokulu sabun, makas ve tırnak törpüsü içeriyordu) yükleyip, gece basarken eriyen karların sessizliğinde dört saat boyunca tarlalar arasında yol yapmak zorunda kaldım. Kentten getirdiğim pardösünün içinde titriyordum, dişlerim takırdıyor, bir yandan da düşünüyordum: Böyle sırtını germek, hep insanlara arkası dönük oturmak, üstelik çoğu zaman da ıssız yerlerde, arkada oturan kişinin kaprislerine boyun eğmek! Sonunda ahşap bir malikâneye vardık. Birinci kattaki pencereden süzülen ışık dışında her şey karanlıktı. Kapıyı çaldım -kapalı, daha güçlü çaldım- hiç, sessizlik. Arabacım da kapıyı açtırmaya uğraştı. — Pek konuksever değiller, dedim içimden. Neden sonra kapı açılınca elinde gaz lambası uzun boylu, zayıf, otuz yaşlarında, küçük sarı bıyıklı bir adamı farkettik. — Ne oluyor? diye sordu lambayı kaldırarak, yeni uyanmıştı sanki. — Telgrafımı almadınız mı? Ben H.’yım. — H. mı? Hangi H.? dedi beni süzerek. Sonra birden, ne alçak ne yüksek bir sesle, sanki bir şifreyi çözmüş gibi “Hadi işinize!” dedi. Gözlerini kaçırıp, lambaya daha sıkı yapıştı. — Hadi işinize bayım! Sağlıcakla kalın! Tanrı sizi korusun! Aceleyle içeri girdi. Daha kesin bir sesle açıkladım. — Kusura bakmayın, dün gelişimi bildiren bir telgraf gönderdim. Ben sorgu yargıcı H.’yım. Bay K. ile görüşmek istiyorum, daha erken gelemediysem istasyona araba göndermediğiniz içindir. Sesimin tonu en ufak bir etki yaratmamıştı sanki, düşünceli düşünceli lambayı indirdi, bir süre sonra karşılık verdi. — Ha, evet… Doğru. Telgraf çekmiştiniz, içeri buyrun lütfen. Ne olmuştu? Ev sahibinin oğlu olan bu genç adam yalnızca, sofada gelişimi ve bir gün önce aldıkları telgrafı bütünüyle unuttuklarını belirtti. Kibarca davranıp, davetsiz gelişimden dolayı özür dileyerek, paltomu çıkarttım ve duvardaki çengele astım. Genç adam beni küçük bir salona götürdü, bizi gören genç bir kadın, hafif bir iç geçirmeyle koltuğundan kalktı. — Kızkardeşim! — Memnun oldum. Evet, gerçekten de çok memnun olmuştum, çünkü hiçbir ard niyetimiz olmasa da dişilik erkeğe asla fazla görünmez. Ama öpmem için uzattığı eli terden nemliydi (bir kadının terden nemli bir el uzattığı görülmüş şey midir?), dişiliği de, küçük yüzünün çekiciliğine karşın, nasıl desem, o da terden nemliydi, ilgisiz, tepkisiz, çapaçul ve dağınıktı. Eski, kırmızı, ufak koltuklara oturduk, alışılmış şeylerden sözetmeye başladık. Ama ilk nazik cümlelerim anında anlaşılmaz bir karşı koymayla karşılandı, gerektiği gibi, doğal olarak gelişeceğine, söyleşi tıkanıp bozuldu. Ben: — Böyle bir saatte kapıya vurulduğunu duyunca şaşırmış olmalısınız. Onlar: — Vurulmak mı? Ha, evet! Ben, kibarca: — Sizi rahatsız ettiğim için üzgünüm, ama aksi halde bütün geceyi Don Kişot gibi köyü sayıklayarak geçirmem gerekecekti, ha, ha! Onlar, küçük şakama sıradan bir gülümsemeyi bile çok görüp, soğuk, sert bir sesle: — Hayır, rica ederiz. Neler oluyordu? Doğrusu çok garipti, sanki bana kızıyorlardı, veya benden çekiniyorlardı, veya bana acıyorlardı, veya benden utanıyorlardı. Koltuklarına gömülmüş, bakışımdan sakınıyorlardı, birbirlerine de bakmıyorlardı; varlığım hiç de hoşlarına gitmiyordu, yalnızca kendi üzerlerine yoğunlaşmış ve her an incitecek bir söz söylememden korkuyormuş gibi bir halleri vardı. Sonunda tepem attı. Neyimden korkuyorlardı yani? Ne biçim karşılamaydı bu, aristokratça, çekingen ve kibirli? Ziyaretimin amacından, yani Bay K.’dan söz açınca, ikisi de ötekinin konuşmasını istiyormuş gibi birbirlerine döndüler. Sonunda adam tükürüğünü yuttu, açık seçik ve törensi bir sesle, sanki ortada olağandışı bir şey varmışçasına: — Evet, kendisi burada, dedi. “Babam Kral hazretleri burada bulunuyorlar” der gibiydi. Yemek de biraz tuhaftı. Yemeğe de bana da değer vermiyormuş gibi, baştan savma bir servis yapıldı. Karnım aç olduğundan yemekleri silip süpürmem kasıntı uşak Etienne’i kızdırmışa benziyordu; iki kardeş de sessizce, tabağımdan gelen gürültüleri dinliyordu. Birinin sizi dinlediğini bildiğinizde, yemeğin boğazdan ne kadar zor geçtiğini bilirsiniz, elinizde olmadan her lokmayı korkunç bir yutma gürültüsüyle mideye indirirsiniz. Adamın adı Antoine, kızkardeşinin ise Cecile idi. Bu sırada içeri biri girdi. Baktım. Sürgündeki bir kraliçe miydi? Yok, anneydi, Bayan K. görkemle ilerleyip buz gibi elini bana uzattı, yüce bir şaşkınlığın gölgesiyle beni gözden geçirip, tek söz etmeden yerine oturdu. Kısa boylu, iri hatta kalın, kurallara özellikle toplum kurallarına son derece bağlı şu taşralı hanımlara benziyordu. Sınırsız bir şaşkınlıkla, sanki alnıma uygunsuz bir laf yazılıymış gibi sert sert beni inceledi. Cecile eliyle açıklamak veya haklı göstermek için bir harekete kalkıştı, ama bu da anında silinip kayboldu ve ortam daha da yapaylaştı ve gerginleşti. — Boş yere buraya kadar zahmet ettiğiniz için epey hoşnutsuz olmalısınız, dedi birden Bayan K., ama ne ses! Hakaret dolu, önünde üçüncü reverans yapılmamış bir kraliçenin ses tonuyla, sanki pirzolaların yutulması son derece ağır bir suçmuş gibi. — Domuz pirzolalarınız çok lezzetli! diye karşılık verdim öfkeyle, elimde olmadan gittikçe kabalaşmaya başlamıştım. — Pirzolalar… Pirzolalar ha… — Tony daha bir şey söylemedi anne! dedi Cecile birden, çekingen, mutsuz bir edayla. — Bir şey söylemedi de ne demek? Neden bir şey söylemedin? Hâlâ bir şey söylemedin mi? — Neye yarar ki anne? diye mırıldandı Antoine, benzi attı, dişçi koltuğuna oturacakmış gibi çenesini sıktı. — Tony… — Ama… neye yarar? Bir şeyi değiştirmez… gerek yok… her zaman… Ve sustu. — Tony, nasıl olur da…? Gerek yok ne demek Tony? Hadi Tony! — Kimse… yani ne önemi var. — Zavallı oğlum! diye mırıldandı annesi, saçlarını okşayarak. Ama Antoine onun elini itti. — Kocam bu gece vefat etti, dedi soğuk bir sesle, bana dönerek. Ne? Ölmüş mü? Demek buymuş! Yemeği bıraktım, çatalı bıçağı kenara koydum, ağzımdaki lokmayı bir an önce yutmaya çalıştım. Olacak iş miydi? Daha dün istasyonda telgrafımı almıştı! Üçüne de baktım. Ağırbaşlılık ve ciddiyetle bekliyorlardı, dudaklarını kısmış, sert ve kesin yüzlerle bekliyorlardı. Peki ne bekliyorlardı? Ha, başsağlığı dileğinde bulunmam gerekiyordu! Öylesine beklenmedik bir şekilde olmuştu ki, bir an soğukkanlılığımı kaybettim. Kararsızca ayağa kalkıp dilim dolaşarak “üzgünüm… çok, şey…, kusura bakmayın” gibi belirsiz sözler ettim. Sustum, ama onlar için bu yeterli değildi, onlara yetmiyordu: gözler yerde, yüzler donuk, dağınık giyimleriyle, adam traş olmamış, kadınlar taranmamış, tırnaklar pis, hiçbir şey demeden öylece oturuyorlardı. Uygun bir konuşma, yerinde deyimler bulabilmeye çabalayarak öksürdüm, ama aksi gibi kafam bomboştu, salt boşluğun ne olduğunu bilirsiniz, onlar acılarından harap, bekleyip duruyorlardı. Hiçbir şey söylemeden bekliyorlardı. Antoine kurulmuş gibi masanın kenarını tıkırdatıyordu, Cecile sıkıntıyla kirli elbisesinin dikişlerini büzüyor, anne ise katı ve acımasız hanımefendi ifadesiyle taşlaşmış gibi kımıldamadan oturuyordu. Sarsıldığımı hissettim. Halbuki, sorgu yargıcı olarak yaşamımda yüzlerce ölüyle karşılaşmıştım. Ama işte… nasıl desem? Örtünün altına saklanmış, cinayet kurbanının cesedi başka, doğal bir ölümle ölüp katafalkına yatırılmış ölü başka şey. İlkindeki törensel unsur eksikliği başka, saygınlık ve yerinde davranışlar gerektiren çok resmî, şerefli bir vefat başka şey. Tekrar ediyorum, bana en başından söylemiş olsalardı azıcık bile kafam karışmazdı. Ama aşırı rahatsızdılar. Aşırı ürkektiler. Bu yalnızca davetsiz geldiğimden mi, yoksa görevimden, durum gözönüne alınırsa yılların deneyimiyle ortaya çıkan mesleki ciddiyetimden utanç duyduklarından mı, bilemem; her neyse, onların utancı bende korkunç, kesinlikle oransız bir utanç doğurdu. Ölüye duyduğum saygı ve bağlılık üzerine kem küm ettim. Sonra okuldan bu yana hiç görüşmemiş olduğumuzu, bunu da bilebileceklerini anımsayarak “birlikte okula gittiğimiz zaman” diye ekledim. Hâlâ karşılık vermedikleri, benim de ne de olsa sözümü bitirmem, durumu düzeltmem gerektiğinden, ayrıca söyleyecek, başka şey de bulamadığımdan sordum: — Cesedi görebilir miyim?
Witold Gombrowicz – Taammuden Cinayet
PDF Kitap İndir |