Witold Gombrowicz – Pornografi

Polonyalı bir yazar, bana mektup yazarak Pornografi’nin felsefi anlamını sordu. Şöyle yanıtladım: “En basit biçimde açıklamaya çalışalım. İnsan, biliyorsunuz, mutlak olana, eksiksizliğe, gerçeğe, Tanrı’ya, tam bir olgunluğa yönelir. Her şeyi kavramak ve kendini bütünüyle gerçekleştirmek; t uyduğu ahlâk buyruğu budur. “Oysa Pornografi’det bana kalırsa insanın kuşkusuz çok daha gizli, hatta bir anlamda yasadışı bir başka amacı ortaya çıkıyor: Tamamlanmamışa… Yetkinsizliğe… Düşmüşlüğe… Gençliğe duyduğu ihtiyaç… “Bu anlamda kilise sahnesi, kitaptaki en açımlayıcı sahnelerden biridir. Ayin, Frederick’in rahatsız vicdanının etkisiyle önemini yitirir, ayinin etkisini yitirmesiyle birlikte mutlak olan da, Tanrı da yitirir önemini. Ama öte yandan, karanlıkların içinden, kozmik boşluktan, reşit olmamış iki kişiden oluşan yeni bir idol, şehvet dolu, dünyevi bir idol çıkar ortaya. Bu iki kişi de, kilise gibi kapalı bir alan yaratırlar; çünkü karşılıklı bir çekim içindedirler, “Bir başka önemli sahne de, Siemian’ın öldürülüşünden önce, büyüklerin kendi aralannda yaptıkları toplantıdır. Büyükler cinayeti İşleyemeyeceklerini hissederler, çünkü bunun ağırlığını bilmektedirler. Bu durumda cinayeti gençler işleyecek, söz konusu ağırlık böylece yerini bir tür hafifliğe, sorumsuzluğa bırakacaktır, cinayet ancak bu yolla mümkün olabilir. “Bundan, başka bir yerde, Günce’min Buenos Aires’in Reti-ro’suyla ilgili bölümünde de söz ettim (1955): ‘Gençlik benim için yaşamın en büyük değeridir,., ama bu ‘değer’in, kuşkusuz şeytan tarafından icat olunmuş bir özelliği vardır: Gençlik, sırf gençlik olduğu için, her türlü değerin altında yer alır.’ “Bu son söylediğim (‘her türlü değerin altında’), benim neden hiçbir çağdaş varoluşçuluğa tutunamadığımı açıkbyor. Varoluşçuluk; değeri yeniden yaratmaya çalışır, oysa benim için ‘alt-değer’, ‘yetersizlik’, ‘azgelişmişlik* her türlü değerden çok daha yakındır insana. Sanıyorum ‘İnsan Tann olmak istiyor’ formülü, varoluşçuluğun özlemlerini çok iyi dile getiriyor.


Bense bu formülün karşısına acımasızcasına ölçüsüz bir başka formül koyuyorum: ‘İnsan genç olmak istiyor.’ “Kanımca insan vasi, dovuma varmak-dovuma varamamak ve arasındaki eytişime ara büvük, bunca dramatik Sanki biri çıkmış, Ruh’u ensesinden tuttuğu gibi hafifliğe, batırmış. “Ama felsefenin benim için bir anlam taşımadığıı yim; benim üstüme vazife değil felsefe. Ben yalnızca çeşitli olanaklarından yararlanmaya çalışıyorum. Bı özel ‘güzellikler’ yakalamaya çalışıyorum…” Bilmem anlatabildim mi? Bir yapıtı yine yapıtın kendisinin açıklayacağı, yazarının yaptığı açıklamaların bir yaran olmayacağı söylenir. Doğrudur aslında! Ama çağdaş sanata ulaşmak her zaman o kadar kolay olmuyor, bu nedenle yazann arada sırada okuyucunun elinden tutup, ona bir yol göstermesinde yarar var. Kim olduğumu, nereden geldiğimi de söylemeliyim belki. Leh dilinde şu kitapların yazanyım: Bakakaj (öyküler), Bour-gogne Prensesi Yvonne (komedi), Ferdydurke (roman), Evlilik (oyun), Transatlantik (roman), Pornografi (roman). Ve nihayet 1953-1961 yıllannın Günce*si. 1957’ye kadar neredeyse hiç tanınmıyordum. Arjantin’de bir göçmendim. Polonya hükümeti, 1957 yılındaki geçici bir özgürlük hareketi içinde, kitaplarımın yeniden basılmasına izin verdi. Bu girişim kısa zamanda öylesine beklenmedik bir başan getirdi ki, belli bir süre sonra yeniden yasaklandım, benimle ilgili yazı yazmak da yasaklandı. (İşte biz kimi ülke yazarlan, politikaya bulaşmıyor olsak bile, halkımızla dans ederken böyle sürekli ayak değiştirmek zorunda kalınz.) *** Ferdydurke kuşkusuz beniıri kim olduğumu, neyi anlatmaya çalıştığımı en iyi dile getiren, en önemli yapıtım.

Yirmi yıl sonra yazdığım Pornografi, Ferdydurke’nin bir uzantısı. Bu nedenle Ferdydurke konusunda bir-iki söz etmeliyim. Başkalan ona öyle davrandığı için çocuklaşan bir adamın gülünç öyküsüdür bu roman. Ferdydurke insanlığın Büyük Gelişme-mişliğinin maskesini düşürmek istemektedir. Bu kitabın tanımladığı haliyle insan, belli davranışlanyla kendini açıklamak zorunda olan yansız, saydamsız bir varlıktır. Bu belli davranışlar sonucunda kendi içinde olmadığı kadar dışardan -başkalan için- tanımlanmış ve belirlenmiş olur. Gizli gelişmemişliği ve başkasını korkutmak için taktığı maske arasında acınası bir oransızlık vardır. Sanki gerçekten dışarıya gösterdiği kişiymiş gibi, kendi içinde de bu maskeye uyum sağlamaktan başka çıkar yolu yoktur. Böylece Ferdydurke insanının başkalan tarafından yaratıldığını, insanlann, belli biçimleri ya da “davranış biçimi” dediğimiz şeyi karşılıklı zorla benimseterek, birbirlerini yarattıklannı söyleyebiliriz. Ferdydurke 1937 yılında, Sartre daha “öteki’nin bakışı” kuramını ortaya atmadan önce yayımlandı. Ancak Sartre’cı kavramlar yaygınlaştıkça, benim kitabımın da bu yönü çok daha iyi anlaşıldı ve özümsendi. Bununla birlikte Ferdydurke çok daha az işlenmiş başka alanlarda da gezinir: “Biçim” sözcüğü, “olgunlaşmamışlık” sözcüğüyle bir araya gelir kitapta. Bu Ferdydurke insanım nasıl tanımlamalı? Biçim tarafından yaratıldığı için, yalnızca dışardan yaratılmıştır, dahası gerçek değildir, özünden sapmıştır. İnsan olmak, hiçbir zaman kendi olmamak demektir. Ferdydurke insanı aynı zamanda sürekli bir biçim üreticisidir de: Annın bal yapışı gibi, o da dur durak bilmeksizin biçim üretmektedir.

Öte yandan kendi biçimiyle mücadele eder. Ferdydurke, insanın kendi dışavurumuyla savaşının, insanlığın, Prokrustes’in demir yatağında gördüğü işkencenin betimlenmesidir. Olgunlaşmamışlık her zaman doğuştan gelmez ya da başkalan tarafından zorla benimsettirilmez. Bir de kültür bizi avucunun içine aldığında, onun düzeyine erişmeyi başaramadığımızda, kültü* rün bizi içine ittiği bir olgunlaşmamışlık vardır. Her “üstün” biçim bizi çocuklaştırır. Maskesinden usanan insan, yalnızca kendi kullanmak üzere bir altkültür oluşturur gizlice: İtiraf edilmemiş tutkuların. ergenleşmemiş efsanelerin, kültürün üstün deşerler dünvaşan niteliksiz bir dünyadır kızartıcı belli bir şiir, tehli belli bir güzellik doğar… Pornografi’nin yanı başına gelmedik mi? Evet, Pornografi, Ferdydurke’den çıktı. Pornografi, Ferdydurke’c\ dünyanın, insanı özellikle rahatsız eden bir durumudur. Çünkü bu durumda Küçük, Büyüğü yaratır. Büyük, Küçüğü biçimlendirdiğinde, toplumsal ve kültürel açıdan her şey yolunda demektir. Ama Büyük, Küçüğe boyun eğdiğinde, cehennemi bir karanlık başlar! Bu durumda yalnızca sapkınlık ve utanç vardır! Yalnızca tuzak! Biyolojik olarak daha üstün, fiziksel olarak daha güzel olan Gençlik, ölümün çoktan zehirlediği yetişkini tavlamakta ve avucunun içine almakta hiç zorlanmaz. Bu açıdan Pornografi, her şeyden önce ince ve acı bir alay üzerine kurulu olan Ferdydurke’ den çok daha gözü kara bir kitaptır; çünkü mizah, belli bir mesafeyi de beraberinde getirir. O dönemde, seçtiğim konularda söylediklerime hiç laf ettirmiyordum, Ferdydurke 1 de olgunlaş-mamışlıkla, bundan onur duyarak mücadele ettiğim öne sürülebilir. Oysa daha o zaman bile, olgunlaşmamışlığa karşı çıkan bu rakibin, aslında olgunlaşmamışlığı ölümüne sevdiğini düşündürecek, oldukça üstü kapalı bir ton yakalanıyordu kitapta. Mizahın koyduğu mesafeyi, Pornografimde kaldırdım.

Bu kitap bir yergi değil, yalnızca bir roman, klasik bir roman… Yaşını başını almış iki beyin ve genç bir çiftin romanı; şehvet dolu, metafizik bir roman! Ne ayıp! Günce’mden şunu da aktarayım: “Düşünsel ve estetik amaçlarımdan biri de, Gençliğe giden çok daha açık, çok daha dramatik bir yol bulabilmek. Gençliğin olgunlukla olan ilişkisini -bu ikisi birbirlerini tamamlasınlar diye- ortaya çıkartmak.” Daha ilerde: “Erotik olmayan bir felsefeye inanmıyorum. Cinsellikten arınmış bir düşünceye güvenmiyorum. “Hegerin Mantik’ ı ya da Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi yazılırken, doğal olarak yazarlan kendi gövdeleriyle bir mesafe almışlardır, aksine inanmak çok güç. Ama saf bilinç, daha kavranır hale gelir gelmez, yeniden gövdenin, cinsiyetin, Eros*un içine sokulmak zorundadır hemen; sanatçı, düşünürü çekiciliğin, büyüleyiciliğin, güzelliğin içine sokmalıdır.” Herkes megaloman olduğumu düşünecek belki ama, küçük bir gözlem daha: “Ya Pornografi, Polonya erotizmini bir yenileme girişimiyse?. Tecavüzlerden, köleliklerden, köpek gibi hırlaşmalardan oluşan yalan tarihimize ve yazgımıza uygun düşecek bir erotizmi yeniden bulma girişimiyse? Gövdenin ve bilincin karanlık uçlarına doğru yapılan bir yolculuksa? Bana en karmaşık gelen konulan, çok basit, hatta nahif bir biçimde aktarmayı gitgide daha çok seviyorum. Pornografi bir Polonya “taşra romanı” gibi yazıldı biraz; sanki, son moda çığırtkanlığın zehriyle modası geçmiş bir kağnının içinde gezintiye çıkmış gibiydim (bu çığlık da modası geçmiş bir acı çığlığıdır tabii). Edebiyat daha cesaretli ve daha ulaşılmaz oldukça, eski, kolay, okuyucunun alışık olduğu biçimlere daha çok yöneliyor, böyle düşünmekte haksız mıyım? Kitabıma değerli önerileriyle fazlasıyla katkıda bulunan K.A. Jelenski, Pornografi 9yi çok fazla açık seçik buluyor; bazı hayvanlar ya da bazı ressamlar gibi izlerimin bir kısmını silmemi söylüyordu bana. Ama okuyucumla aramdaki yanlış anlamalardan yoruldum artık ve elimde olsaydı, okuyucumun beni yorumlama özgürlüğünü daha da fazla sınırlardım. r Witold Gombrowicz, (1962) /. bölüm I Size bir başka maceramı anlatacağım, en kaçınılmaz olanını.

O sıralar, 1943 yılıydı, eski Polonya’da, eski Varşova’da, oldubittinin kuytusunda oturuyordum. Sakin sakin. Eski Zodiaque, Zie-mianska ve Ips kahvelerindeki eski arkadaşlarımdan oluşan, artık süngüsü düşmüş bir grup, her salı Krucza Sokağı’ndaki küçük bir apartman katında toplanıyorduk. Burada bir yandan içki içiyor, buyandan da eski konuşmalarımıza, sanat üzerine eski tartışmalarımıza dönerek… sanatçı, yazar, düşünür olmayı sürdürmeye çalışıyor-duk… Onları yeniden yoğun bir sigara dumanı içinde, sedirlere oturmuş ya da boylu boyunca uzanmış görüyordum. Şuradaki iskelete benzeyen adam tam anlamıyla bir hiçti, şu öbürü çökmüştü biraz, yine de hepsi büyük hararetle tartışıyordu. Biri: “Tanrı” diye haykırıyordu, bir başkası: “Sanat”, bir üçüncüsü: “Halk”, bir dördüncüsü: “Proletarya”, soluğumuz tıkanana kadar tartışıyorduk, bu böyle sürüp gidiyordu; Tanrı, sanat, halk, proletarya. Derken günün birinde, otuz-kırk yaşlarında, esmer, soğuk, kartal burunlu bir adam çıkageldi, nezaket kurallarına uygun olarak, tek tek herkese tanıttı kendini. Ondan sonra da ağzını neredeyse hiç açmadı. İkram edilen votka kadehine büyük bir nezaketle teşekkür etti, A aynı aşın nezaketle: “Sizlerden bir kibrit rica edeceğim,” dedi, sonra bu kibriti beklemeye başladı… kibrit kendisine verilince, sigarasını yakmaya koyuldu. O sırada tartışma olanca şiddetiyle sürüyordu -Tann, sanat, halk, proletarya- oysa bu kokuşmuşluktan rahatsız olmaya başlamıştık. “Sizi hangi rüzgâr attı böyle Bay Fre-derick?” diye sordu biri. Beklemeksizin, son derece açık bir biçimde cevap verdi: “Eva’dan, Pientak’ın sık sık buraya geldiğini öğrendim, bu nedenle geçerken bir uğrayayım dedim, onu bulmaya çalışıyorum, satılacak dört tavşan postum, bir de ayakkabı tabanım var da.” Söylediklerini doğrulamak istercesine, bir kağıda sanlı duran dört tavşan postunu gösterdi. Ona çay ikram ettik, içti; çay tabağının kenarında bir parça şeker kalmıştı, almak için elini uzattı, ama bu hareketini yeterince açık bulmamış olacak ki, elini geri çekti; bu kez de elini geri çekmesi iyiden iyiye anlamsız kaçtı, yeniden elini şekere doğru uzattı, alıp ağzına götürdü ve yedi; kıtır kıtır şeker yemenin keyfinden değil, olabildiğince münasip bir hareket yapmış olmak için… şekere ya da bize karşı… Bu kötü izlenimi silmek için olmalı, öksürdü, derken bu öksürüğe açıklayıcı bir neden bulmak için, cebinden bir mendil çıkardı; ne var ki sümkürmeye cesaret edemedi, ayağını oynattı yalnızca. Ama ayağım oynatmak da ona yeni güçlükler çıkarttı herhalde ki sustu ve tamamen haraketsiz kaldı.

Bu garip hareket (tek yaptığı “hareket etmek”ti, sürekli “hareket ediyordu” çünkü) daha ilk görüşmemizde merakımı uyandırdı. O günü izleyen birkaç ay içinde, belli bir kültüre ve sanatsal deneyime sahip olduğunu (bir zamanlar tiyatroyla uğraşmıştı) anladığım bu adama bağlandım. Uzun lafın kısası birkaç kuruş ekmek paramızı çıkardığımız bir iş ortaklığı kurduk. Bu durum fazla uzun sürmedi, çünkü bir gün, Sandomierz civannda toprağı olan Hippo’dan, daha doğrusu arkadaşım Hippolyte S.’den, bizi oraya davet eden bir mektup aldım. Hippolyte aynca, bizi Varşova’daki işleri için tutmak niyetinde olduğunu ekliyordu sözlerine, bu işler için bize ihtiyacı olacaktı. “Buraları oldukça sakin, anlatacak bir şey yok, yalnızca birkaç yağmacı çete, baskı gevşedi, ikiniz birlikte gelin, birbirimize daha iyi destek oluruz.” Gitmek mi? Hem de ikimiz! Bu yolculuğun uygunluğu konusunda, açıklanması güç bir tedirginliğim vardı. Bu yüzden kafam karışıyordu. Hem canım onu ne diye götürecektim? Orada, köy yerinde, kendi kendiyle oynadığı oyunu sürdürsün diye mi?. Ya o gövdesi, o hiç… hiç başkalannkine benzemeyen gövdesi? Hem sessiz hem de insanın yüzüne yüzüne bağıran, bitmek bilmez densizliğine rağmen götüreyim mi onu da? Bu kadar uyumlu, bu yüzden de bir o kadar tehlikeli biri nasd üstlenilir?. Onun sürekli konuşmasına… (kimle konuşuyordu sahi?) katlanılır mı? Hele o bilgiçliği, bilgisi… hangi konuda? Ya sinsiliği, kurnazlıkları? Evet, bunların hiçbiri hoş şeyler değildi, ama öte yandan oynadığı sonu gelmez oyun, onu o kadar farklı, bizlerin ortak dramına o kadar yabancı kılıyordu ki, bitmek bilmeyen tartışmalarımızın -Tann, halk, proletarya, sanat- tamamen uzağında kalıyordu, bu da huzur veriv ■ yordu bana, bir tür denge oluşturuyordu benim için… Üstelik de son derece kusursuz, ihtiyatlı ve Ölçülüydü! İyi, hadi bakalım o zaman, hem iki kişi daha zevkli olur! Kısacası, sonunda vagona girmeyi başardık ve tren gıcırdayarak, ağır ağır hareket etti. Öğleden sonra saat üç. Sisli bir hava. Frederick, iri kıyım bir kadın gövdesi yüzünden ikiye katlanmış durumdaydı, çocuğun birinin ayağı çenesine dayanmıştı, saygın görünüşünün altında korkunç bunalmıştı aslında, buna rağmen her zamanki gibi en nazik ve en görgülü haliyle oturuyordu.

Susuyordu. Ben de öyle. Tren bizi sarsıyor, birbirimizin üzerine savuruyordu, her şey donmuş gibiydi… Camın, insan kafalarının engellemediği küçücük bir parçasından, telaşlı bir gürültü içinde kat ettiğimiz, mavimsi, uykuya dalmış tarlaları görüyordum… Sisli ufuk çizgisinin kuşattığı, kim-bilir kaç kez seyredilmiş aynı geniş ova, kareler halinde sürülmüş bir toprak, gözünüzün önünden hızla kaçıveren birkaç ağaç, bir ev, uzaklaşan bir kadın gövdesi… önceden görmeyi beklediğimiz, hep aynı şeyler… Oysa, yine de aynı şey değil! Çünkü tamamen aynı şey! Ve beklenmedik, ve yabancı, dahası anlaşılmaz bile diyebilirim, şaşılacak kadar tuhaf hatta! Çocuk mızırdanmaya başladı, kadın hapşırdı… Bu ekşi koku… Trenle yolculuğun sonsuz hüznü, ezbere bilinen o hüzün, uçurumun ya da elektrik tellerinin bir görünüp bir kaybolan çizgisi, pencerede birdenbire beliriveren bir ağaç* bir telgraf direği, bir kulübe, manzaranın hızla geriye doğru kayışı, durmaksızın gerileyişi… derken bir baca, bir tepe ufukta beliriverir… uzun bir dönemeçte, hiçliğin içine gömülür. Frederick benim karşımdaydı; aramızda iki ya da üç kafa vardı, Frederick’inki şurada, hemen yakınımdaydı, onun kafasını görebiliyordum -susuyordu, kendini, kendi yolculuğuna kaptırmıştı- nezaketsiz, saygısız, yüzsüz yabancı gövdelerin varlığı, benim onunla baş başalığımı daha da çekilmez kılıyordu.,, tek kelime etmiyorduk… bu Allahın belası yerde bulunmamayı ve birlikte yolculuk etme projemizin suya düşmüş olmasını tercih ederdim. Üstü etle kaplı diğer gövdeler arasında bir gövdeydi çünkü, başka bir şey değil… ama aynı zamanda da vardı… her şeyin dışındaymış gibi, acımasızcasına vardı… Hiçbir şey yapılamazdı. Onu yok saymak, ihmal etmek, silmek mümkün değildi, bu aceleci kalabalığın içindeydi ve vardı… Aynca yaptığı yolculuk, bir yerden bir yere gidişi, diğerlerininkine hiç benzemiyordu -çok daha kaygı verici, hatta belki de tehlikeli bir yolculuktu bu… Arada bir gülümsüyordu bana, bir-iki laf ediyordu -ama yol arkadaşlığını benim için daha katlanılır kılmak, kendi varlığının ezi-ciliğini de azaltmak için yapıyordu bunu besbelli. Birdenbire onu şehirden çıkartmak, kırların boşluğuna atmak projesindeki tehlikeyi görüverdim, ondaki garip iç yetenek, açık havada dilediğince özgür kanat çırpabilirdi… o da bunun farkında olmalıydı, çünkü hiç bu kadar sessiz, bu kadar kendi halinde görmemiştim onu. Bir süre sonra alacakaranlık, biçimleri yutan bu öz, yokluğa çağıran gecenin içine hızla sarsılarak giren trenin vagonunda, onu da silmeye, seçilemez kılmaya başladı. Bu, onun varlığının daha az hissedilmesine yol açmadı ama, yalnızca gözle görünür olmaktan çıkmıştı varlığı, görünmezliğin perdesinin arkasına gizlenmiş de olsa, aynı kalıyordu. Birdenbire ışık yandı, onu yarı karanlıktan çekip aldı, çenesini, büzülü duran dudaklarının ve kulaklarının birleşme yerlerini ortaya çıkardı… ama o kılını bile kıpırdatmadı, gözünü hiç ayırmadan sallanan bir kordona dikti, ayaktaydı, vardı, oradaydı. Tren yeniden durdu – polis, arkamda bir yerlerde konuşmalar, bağ-nşmalar, çizme sesleri, ne yapacağım bilmeyen kalabalık daha da bir sıkışıyor, bizi boğuyor, bir şeyler oluyor ama ne, bilinmiyor-ama o, yine kendisi gibiydi, vardı ve oradaydı. Yeniden hareket ediyoruz, hava iyice karardı. Lokomotif kıvılcımlar saçıyor, vagonlar gece yarışına başlıyorlar -niye onu da yanımda getirdim sanki? Beni rahatlatacağı yerde bitkin düşüren bu güçlü varlığa kendimi niye tutsak ediyorum? Arada durulan istasyonlar ve aramalarla kesintiye uğrayan bu uykulu yolculuk saatler sürdü, yolculuk için yolculuğa, uyuşuk ve inatçı, kendiliğinden bir yolculuğa dönüştü; Cmielow istasyonunda inişimiz ve kendimizi elimizde valizlerimiz, tren rayları boyunca giden dar bir yolda buluşumuzla sona erdi. Tren, gitgide azalan bir gürültü içinde geçip gidiyordu.

Sessizlik, tuhaf, hafif bir rüzgâr ve yıldızlar. Cırcırböceği sesi. Ben, olaylı geçen, uzun bir yolculuğun kargaşasından yeni çıkmıştım, yolda duruyordum, Frederick yanımdaydı, kolunda bir palto, ayakta duruyordu ve sessizdi. Neredeydik? Burası neresiydi? Oysa bu bölgeyi tanıyordum, rüzgârı yabancı değildi bana. İyi de neredeydik? İlerde, Cmielow istasyonuyla, karanlıkta sallanan birkaç lamba vardı ama… nereye, hangi gezegene inmiştik? Frederick ayakta duruyordu, ayakta durmaktan başka bir şey de yapmıyordu. Ben önde, o arkada, gara doğru yürüdük. İşte at arabası, atlar, arabacı -at arabası tanıdık, arabacının kasketini çıkarışı da tanıdık bir hareket- niye böyle dikkatli dikkatli bakıyorum onlara?. Biniyorum, Frederick de arkamdan biniyor, yola koyuluyoruz. Karanlık göğün ışığı altında kumlu yol, yolun iki yanında ağaçların ya da çalıların siyah lekeleri, Brzustowa köyünü geçiyoruz. Kireç gibi beyaz tarhlar ve bir köpek havlaması… bu havlama pek normal değil… önümde arabacının sırtı… sırtta bir tuhaflık var… yanımda, sessizce, kibarca bana eşlik eden bu adam… Altımızdaki görünmeyen yol, arabayı sallıyor, sarsıyor, ağaçların arasında iyice yoğunlaşan karanlık, gölgelerden oluşan boşluklar etrafı görmemizi engelliyordu. Kendi sesimin tınısını duymak için arabacıya sordum: “Nasıl buralar? Sakin mi ortalık?” “Şimdilik iyi, bir olay yok… Ormanda çeteler var, yine de son 17 F 2ÖN/Pomog rafı günlerde sakin sayılır…” diye cevap verdiğini duydum. Yüzü görünmüyor. Ses aynı -demek ki aynı değil. Önümde yalnızca sırtı vardı, bir an bu sırtı yakından incelemek için öne eğilmek istedim, ama tuttum kendimi… çünkü Frederick… burada, yanımdaydı. Tuhaf bir biçimde sessizdi.

O yanımdayken kimseyi incelememek daha yerinde olurdu… çünkü birdenbire, yanımda oturanın sessizliğinde kararlı olduğunu fark ettim, canavarlığa varacak kadar kararlı! Evet, o bir aşırılık yanlısıydı, bilinçaltı bile aşırılıktan yanaydı. Yok, onunki sıradan bir varoluş biçimi değildi, son derece saldırgan, o güne kadar hiç karşılaşmadığım ölçüde gergin bir varoluş biçimiydi bu. Kimsenin yüzüne bakmasam daha iyiydi -altımızda görünmeyen yol, arabayı sallayıp sarsarken; bir-iki yıldızın parladığı koyu karanlık etrafımızı görmemizi engellerken- sırtı bir dağ gibi bizi ezen arabacıya dahi bakmam alıydım. Yolun geri kalanı sessizlik içinde geçti. Sonunda geniş bir yola girdik, atlar hızlandılar: Kapı, üstünde küçük lamba, köpekler, kapalı ev. çekilen sürgülerin sert gıcırtısı, elinde bir lambayla Hippo… “Tanrım, nihayet gelebildiniz!” O muydu? Patlayacak gibi duran kırmızı yanaklarının şişkinliği önce şaşkınlık, sonra da iğrenme duygusu verdi bana. Bu şişkinlik, organları arasındaki orantıyı bozmuştu, her tarafından etler fışkırmıştı, bu yüzden zaten çoktan patlamış gibi duruyordu, iğrenç denecek kadar aşın büyümüş gövdesi, sönmemiş etten bir yanardağı andınyordu… süvari çizmelerinin içinde ayaklan, korkunç bir hayvanın ayaklan gibiydi, gözleri, bu yağ kütlesinin derinlerinden, küçücük bir delikten bakıyormuş gibi bakıyordu bize. Bu haliyle de hana yapışıyor, kollannda sıkıyordu. Utanarak mırıldandı: “Şiştim… Allah kahretsin! Bunca yağ nereden geliyor bilmem ki! Her şeyden geliyor kuşkusuz, her şeyden…” Sonra dolmaya benzeyen parmaklarına derin bir üzüntüyle bakarak, daha alçak sesle kendi kendine söyledi: “Bunca yağ nereden gelir bilmem ki! Her şeyden geliyor kuşkusuz, her şeyden.” Derken inanılmaz bir gürültüyle yükseltti sesini: “îştekanm!” Daha alçak sesle kendi kendine tekrarladı: “İşte karım.” Ardından haykırdı: Ve işte sevgili Henia, benim güzel Henia’m!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir