Babaannemin günlüğünü bulduğumda ne yalan söyleyeyim, çok da heyecanlanmamıştım. Öleli daha üç gün olmuştu. Annemle ondan kalanları düzenlerken kimseleri yanına yaklaştırmadığı komodinin, anahtarını bulamadığımız için kırarak açtığımız çekmecesinde o eski defteri öylece yatarken bulduk. Siyah bir deriyle kaplanmış bu defterin sayfalarını şöyle bir çevirdiğimde, bazı cümleleri Fransızca yazılmış günlük sayfalarıyla karşılaştım ve defteri bir kenara bıraktım. Aklım babaannemin zümrüt broşundaydı. Hiç görmediğim ama herkesin bahsettiği, babasının hediyesi olan broş. Tüm aramalarımıza rağmen broşu bulamadık. Bir sürü kehribar kolye. Hepsi bu. Neden bu kadar kolye almış, neden bunları bize hiç göstermemiş diye düşünürken sıkıldık ve aramayı bıraktık. Annem giysileri toplayıp dağıttı. Nem kokan tüm eşyayı da eskiciye verdik. Defteri çıkarken yanıma aldım. Eve döndüğümüzde babam, elinde bulmacasıyla koltuğuna yayılmıştı. Annem hep yaptığı gibi dokundurdu babama: “Ah Mesut, tam adını bulmuşsun. Hiçbir şey mutluluğunu bozamaz değil mi? Sanki benim annemdi. Biraz da sen ilgilensen ya şu işlerle.” Babamın gözlerinden hiç görmediğim bir bakış geçti. Annem anında sustu. O gece garip bir rüya gördüm. Babamla, güneşli bir günde çarşıda dolaşıyorduk. O, hiç görmediğim kadar genç, takım elbiseler içinde. Bense onun elinden tutmuşum, yürüyoruz. Bir an geçiyor. Hastane odasında, doğum sancıları içindeyim. Nasıl sonsuz bir acıma hissi. Elime bir oğlan çocuğu veriyorlar. Bense delirip bağırmaya başlıyorum: “Aynı o, aynı o.” Oğlanın yüzü babam. Hem de sakallı, bıyıklı. Babamı doğuruyorum rüyamda. Çok daha yaşlı halini hatta. Buruş buruş olmuş bir yüz; bebeklikten değil ama, yaşlılıktan. Sabah kendime gelmem kolay olmuyor. Okula gitmek için hemen evden çıkıyorum. Aklımda babaannemin zümrüt broşu ve gördüğüm garip rüya dolanıp duruyor. Yiyecek bir şeyler almak için kantine gidiyorum ve çantamda cüzdanımı ararken babaannemin kara kaplı defteriyle karşılaşıyorum. Bir merak düşüyor içime, okuyorum. 11 Haziran Bugün bir kolye daha aldım Sirkeci ‘den. Bununla on üç oldu. Uğursuz sayı. Keşke bir tane daha alsaydım. Adı Marko imiş, babası seslenirken duydum. Kocaman kara gözleri var. Bana pek bakmıyor sanki. Anlamış mıdır acaba? Bir insan neden durmadan kehribar kolye alır ki? Dokundu mu parmağıma paketi verirken, bana mı öyle geldi yoksa? Bugün kırk iki gün oldu. Babam bir aydır Nis ‘te. Bugün yarın gelir. Belki bir mucize olur da gelemez. Titanik bile batmamış mı? Ama Akdeniz ‘de ne gezer buzdağı. 25 Ağustos Pazar öğleden sonra ben aceleyle Necla ‘lara gidiyorken çarpıştık. Biraz üstüme geldi aslında, çok doğal bir çarpışma sayılmazdı. Parlayan, sihirli bir zamandı. Sanırım kiliseden çıkıyordu. Şaşkın bir gülümseme vardı dudaklarında. Hiç durmadım. Bu bol giysilerin içinde ve bu şişmiş yüzle beni tanıması bir mucize. Ama sürekli kehribar kolye alan bu kızı tanıdı işte. Gülümsemesi ele verdi onu da. Esmer yüzünde beyaz dişleriyle, bir erkekti. Cebime bir mektup koymuş, eli de çabuk. Bebek büyümeye başladı karnımda ya da bana öyle geliyor. 27 Ağustos Akşam babama bebeği söyledim. Kıllarla dolu yüzünde herhangi bir dalgalanma oldu mu anlamadım. “Bakarız bir çaresine” dedi babacanlığını zorlamadan. Bakarmışız çaresine, öyle dedi. Necla ‘yla ağladık. Bazen babamı öldürme planları yapıp vakit geçiriyoruz Necla ‘yla. O aç köpeklere verelim diyor. Ben türlü zehirler sayıyorum kendimce. Sonra uzun uzun ağlıyoruz birbirimize sarılarak. Necla da olmasa… 1 Eylül Mektubuna cevap verdim. İçine babamın Fransa ‘dan getirdiği parfümden damlattım. Ucunu da yaktım mektubun. Bunları yaparken karnımdaki bebeğin var olmadığını hayal ediyorum. Babamın aslında babam olmadığını, beni kaçırıp bir adada hapsetmiş bir korsanbaşı olduğunu düşünüyorum. Marko ise tek gözlü ama iyi kalpli korsan. Beni kurtarması için her şeyimi vereceğim kara gözlü, cesur, sevecen korsanım benim. 3 Eylül Üşüyerek sokuldum. Kokusu burnumda. Çıkarınca belime sıkı sıkı sardığım çaputları, anladı gebeliğimi. Bebekle ilgili hiçbir şey sormadı. Sigarasından uzun uzun nefesler çekti sadece. Birden “Kaçalım” dedi. Kaçmak… Neden hep kaçar zor durumdaki sevgililer. Ya da neden korkar hep birisi. Ama korkmadık (mı?) ikimiz de. Kaçmaya karar verdik. Zümrüt broşumu satıp yol parası yapacağız. Biraz da onun birikmişi varmış köşede. İtalya ‘ya götürecekmiş beni, büyükbabasının yanına. Orada birlikte balıkçılık yapacaklarmış. Bir müddet onun evinde oturacakmışız, sonra kendi odamızı kiralayabilirmişiz. Hem İtalyanca çok zor bir dil de değilmiş. Fransızcam sayesinde altı aya kalmaz onu da öğrenirmişim. Esmer göğsüne uzanmış, yüzünü izlerken ben, sakin sesiyle anlatıyor tüm bunları sevimli korsanım. Masal sonuna dalmış gibi bir huzurla uyuyor sonra. Bir inanabilsem tüm bunlara… 4 Eylül Marko ‘nun kaçış teklifini düşünüyorum. Aslında çoktan kabul ettim. Ama sonrasında neler olacak diye düşünmeden edemiyorum. Necla gideceğim diye çok üzülüyor. Bana da kızıyor Marko ‘ya hemen güveniverdim diye. Sahi, ya bebeği sorarsa sonra, ya değişirse birdenbire. Babası kim bunun, al piçini de git derse. Ya aşkı biterse… Tüm kolyelerimi taktım üst üste. Aynanın karşısında ağladım. İçim dışıma çıksın istiyorum. Ters düz olayım. 7 Eylül Sabah Necla ‘lara gidiyorum diye çıktım evden. Gelmedi. Karaköy Limanı ‘na gittim hemen. Üç saat bekledim. Gelmedi. Ellerim koynumda dolaştım durdum. Gelmedi. Yanaklarım yanıyor. Eve dönmeliyim diyordum. Gelmedi. Bir öğürtü sonra… Tramvayda bayılmışım. Ayılttılar. Gelmedi. Babam büyük planından bahsetti. Şu yanında çalışan kambur Ersin ‘le evlendirecekmiş beni. Günahından böyle kurtulacak aklı sıra. Bebek, dedim. “Hallettim, düşünme sen bunu.” Pis pis sırıttı. Satacaktık bu lanet broşu. Parasıyla İtalya ‘ya. Gelmedi. 24 Ocak İki hafta önce doğurdum. Bakamıyorum yüzüne. Ersin bir kadın buldu, sütü de varmış. Sormuyor babası kim bu bebeğin diye. Bir öğrense anlaşmayı bozar mı acaba babamla… Bazı geceler beşiğinin yanına gidip, geri dönüyorum. Babam çok seviyor bebeği. Hiç sahip olmadığım oğluma kavuştum diyor. Adını da o koydu. Mesut… Bir de, Necla geldi akşam. Marko ‘nun, Daria adlı bir kızla evlenip İtalya ‘ya göçtüğü haberini getirdi. Ben sana demiştim dercesine baktıysa da ben fark etmedim. 31 Ocak O lanet broşu denize attım bugün Karaköy ‘den. Broş süzülürken dibe doğru, parıldayan gümüş rengi pullarıyla bir aterina belirdi berrak suda. Yavaş yavaş su yüzüne çıktı. Yan yatarak öylece süzüldü durdu. Ölümünü kıskandım sonra. İnce bir yağmur başladı, sık adımlarla eve doğru yürüdüm. Defter elimden düştü. Bir anda yanaklarım alevlendi. Beynim dağılacak sandım. Dağılmadı. Rüyamdaki buruş buruş haliyle babam aklıma geldi. Eve döndüğümde annem pek sevinçliydi. Kehribar kolyeleri de satmış. “Mesut,” diyor, “Kolyelere bayağı para verdiler.” Zaten babaannemin bunları taktığını hiç görmemiş. Çok akıllılık etmiş hepsini satmakla. Babam yine oralı olmadan her zamanki koltuğunda bulmacasıyla uğraşıyor, ansızın beni fark ederek soruyor sonra: “Neydi kızım gümüşbalığının öbür adı?” Kereviz Ellerimi hiç sevmedim. Genç kızken bile fazla buruşmuş, fazla damarlıydılar. Oysa ne çok severim güzel elli insanları. Tanıştığım insanların ilk önce ellerine bakarım. Parmakları uzun ve düzgün mü, damarları çok belli oluyor mu, teni nasıl; yumuşak mı, yoksa pütürlü mü? Eren ‘in de önce elleri dikkatimi çekmişti. Bir çerçevecide olması beklenmeyecek ellere sahipti. Uzun parmakları, kavradığı çekice olabilecek en uzak seviyeden hükmediyordu sanki. Yabancıydı o eller çekice. Ben böyle âşık oldum. “Nesli ne diyorsun sen, babana inme mi indireceksin?” Emekli bir arkeolog olan babamın, benim bir çerçeveciyle evleniyor olmamı önemseyecek kadar bu dünyayla ilişki içinde olmadığını aslında annem de biliyordu. (Üstünde hiç çıkarmadığı tüylenmiş koyu yeşil hırkası, bordo kadife koltuğuna gömülmüş bir halde dikkatlice bir şeyler okurken hatırladığım güzel babam.) Annem, babama olan sevgimi bildiğinden böyle söylemişti sanırım. Acı çektirmek, vazgeçirmek için. Evlenme haberimi aldıktan kısa bir süre sonra babamın ölmesinden beni ne kadar sorumlu tuttu, onu da bilmiyorum. Şimdi belki düşünebilirim tüm bunları, aşk sona erdikten sonra kalanlarla ve maziyle uğraşabilirim. Vapur ada iskelesine yaklaşırken yüzüme vuran bu çam kokulu rüzgâr bu sefer sevindirmeye yetmedi beni. Aklımda bin tane düşünce. Annem şimdi ne yapıyordu acaba? Birazdan beni karşısında gördüğünde ne yapacaktı? Hayatında bir kez olsun beni şaşırtabilecek miydi? Yoksa bilindik ve beklediğim tepkileri mi verecekti? Elini alnına koyup hafifçe –ki değişik bir şey olurdu bu– susacak mıydı yoksa? Elimde bavulum bu dar yokuşu kim bilir kaçıncı kez çıkarken ben, sanki yaşlı bir kadın olmuş, tıknefes bir halde kendi arkamda kalmıştım. Birden kar başladı. Kapının önünde durup tahta kapıya üç kere vurdum. Kapıyı açtığımda, önce şaşırdım tabii. Beklemediğim bir şeydi. Ya da hep beklediğim. Kenan öldüğünden, hatta evlendiğin günden beri beklediğim. Yine de tükürdüğünü yalamazsın, benden biraz almışsın sanıyordum. Nesli, döndün demek. Biliyor musun ben gitseydim asla dönmezdim ama gidemedim. Aslında gidecek bir yer bulamadım. Hep kaldım bu adada. “Emekli mimarımdır, Arkeolog Kenan Bey ‘in karısıyımdır” deyip kaldım. Kim severek evleniyor ki? Bir benim kızım Nesli. Evet, şaşırdım onu karşımda görünce, ama belli etmedim. Osmanlı kadınıyımdır, belli etmem. Kan tükürürüm de söylemem. “Efendim kızılcık şerbeti o, siz ne zannetmiştiniz?” diye kırıtırım en fazla. Bakmayın benim bu bilmiş, çok okumuş yazmış havalarıma. Ne benler var bu bende bir bilseniz! Sen babanı tanımışsındır en fazla, beni değil. Uyumlu adamdı Kenan, tanıması, çözmesi kolaydı. Dirsekleri bollaşmış yeşil hırkasının içinde o kafası karışık haliyle görüp de sevmemek çok zordu onu. Sen o çerçeveciyle evlendiğinde bile sesini çıkarmadı. Benden gizlemeye çalışsa bile, sana gizli gizli para gönderdiğini anlamadım mı sanıyorsun? Anladım da sustum. Kocaydı yine başımda. Daha fazla üzülsün istemedim. Biz kadınlar böyleyizdir işte, emekli mimar falan anlamaz kadın olmak. Hep bir koca ister başında. Koca olmasa bile en azından bir kedi ya da köpek ister etrafında dolaşacak. Bir şey ister işte mutlaka, dayanamaz yalnızlığa. Şu ellerinin haline bak. On yılda ne kadar çökmüşsün sen. “Oh olsun!” diye düşündüğümü, sevindiğimi sanıyorsundur şimdi. Aslında pek de haksız sayılmazsın, seviniyorum tabii, ama dönmene. Belki birkaç sene önce dönseydin farklı olurdu. O zaman yüklenirdim sana tüm ağırlığımla. Şimdiyse için için seviniyorum. Ortaya atlayıp şıkır şıkır göbek atacağım utanmasam, sonunda döndün diye. Oysa sen benim göbek atabildiğimi bile bilmezsin. Hiçbir şey bilmezsin sen. Ama Emin Efendi ‘yi bilmemen doğaldır, onu baban da bilmezdi. Görmezdi ki gözü kitaplardan başka hiçbir şeyi. Oysa başka şeyler de var şu hayatta. İnşaat ustasıydı Emin Efendi, şefti. Bahçedeki tadilat işini vermiştik ona. Gürbüz esmerliğine takılmıştım. Ama babanın da hep yanında oldum, kadınlık vazifelerimi dört dörtlük yerine getirdim. Sen bilmezsin kuzum benim. (Kuzum ya, evet kuzum derdim sana küçükken, tıpkı ben küçükken annemin bana dediği gibi. Baban duysun istemezdim de kısık sesle ya da içimden derdim, bu beni bile şaşırtan anaç yönümü gizlerdim ondan. Aslında bağırsam da duymazdı ya, neyse.) Bazen koklardım seni, kollarımda uyurken. Sanki daha bir fark ederdim kızım olduğunu o anda. Ya, sen ne bilirsin ki? Günün birinde bir çerçeveciyle kaçmayı bilirsin sadece. Bir de bu adada babanla beni bir başımıza bırakmayı, yaşlılık arifesinde. Aksilik bu ya, üstüne inşaat duvarının yıkılması sonucu ölüvermişken Emin Efendi, yalnız bırakmayı bilirsin. “Nesli, tuzluğu uzatır mısın?” Tuzluğu isterken yüzünde yine aynı vakur ifade. Lokmalar ağzında büyürken, aklında can yakıcı, kor gibi sözlerini hazırlıyor. Şu ana kadar pek konuşmadık. Kapıyı açtığında yüzünde tam da beklediğim o ifade: Hazırlanmış, belki hep hazırda tutulmuş, boş. Sonra kapıyı açık bırakıp mutfağa döndü. “Aç mısın?” dedi, “Bir duş al, sonra yemek yeriz. Kereviz yaptım.” Sanki biliyordu bugün döneceğimi, en sevmediğim yemeği yapmış. Ben gelirim diye belki her gün kereviz pişirmiştir bu kadın, ondan beklenir. Odam hiç değişmemiş. Ama giderken kitaplarımı götürdüğüm için boşalan kitaplığın içine bir sürü süs eşyası konmuş. İrili ufaklı, rengârenk biblolar. Aralarında bir grup sevimsiz, sakallı cüce de var. Korkarım oysa cücelerden. Küçükken de çok korkardım. Bunu da biliyor aslında, bilmeli. Banyodaki aynaya baktım bir süre. Babamın gözlerini almışım, iyice ortaya çıkıyor yaşlandıkça. Henüz çizgilenmeye başlayan, hep bir şeyler soruyormuşçasına bakan bir çift göz. İnceden seviniyorum. Duşumu alıp indiğimde masayı hazır buluyorum. Annem, üstünde mavi elbisesi ve başına taktığı aynı kumaştan bir bantla hâlâ güzel bir kadın, ama güzel olduğunun farkında olan her kadın gibi davranışlarının sahiciliği baştan zedelenmiş. Mutfakla masa arasında acele etmeden gidip geliyor, bir yandan da ona bakıp bakmadığımı anlamak istercesine başını benden yana çeviriyor ama bana bakmıyor. Kim bilir neler düşünüyorsun anne? Ne zaman başlayacaksın konuşmaya? Bu sessizliğin daha çok canımı yakacağını anladın, susuyorsun. Gözlerine bakıyorum ama ben, seni konuşmaya teşvik edercesine. Yoksa tahrik mi etmek istiyorum seni, suskunluğu boz diye. Zaman zaman sevince benzer bir şeyler geçiyor gözünden sanki, görüyorum. Anlıyorum neden sevindiğini. Ne istediğini biliyorum. Evet anne haklıymışsın, dememi istiyorsun. O çerçeveciyle evlenmemeliydim, hiçbir çerçeveciyle evlenmemeliydim. Geçinemedik doğru dürüst. Çocuk da yapmamalıydım. Hatta sihirbaz olmak istediği için evi yakmasına ramak kalan ve adeta kocamın aynısı bir çocuk hiç yapmamalıydım. İnsan babama benzer biraz. Babam da benim yüzümden öldü, değil mi anne? Hadi konuş. Suçla beni. Babamı özledim. Sanki yuvarlak camlı gözlükleri, elinde kitabı ve dumanlı gözleriyle masaya ilişiverip aniden “Gitmeli!” diyecek gözlerini en çocuksu haliyle kırpıştırarak. Yine nereye olduğunu söylemeyecek ve usulca sesini titretecek: “Gitmeli! ‘ Emekli olmadan önce Anadolu ‘nun birçok köşesini gezen bu meslek âşığı adam, bir an yine bir yerlere gitmek isteyecek, annemin iğneleyici bakışları altında bu adanın bağladıklarından olduğunu hatırlayıp sessizce yemeğini yiyecek yine. Sen hiç gitmek istemedin mi anne? Hiç âşık olmadın mı? Bir an bırakmadın mı kendini boşluğa, usulca? Sen hâlâ düşün. Karşımda maviler içinde oturmuş, kızıl saçlarınla bir yakut gibi parlarken –cildine bak, bu yaşta pırıl pırıl– ve kerevizine yavaşça biraz daha tuz serperken “En iyi nasıl yakarım bu kızın canını?” diye sor kendine, keyiflen. Allah kahretsin, kahretsin! Delirdi birdenbire, fırlattı tabağını orta yere. Her tarafı kereviz yaptı deli kız. Allah’tan salçasız yaparım zeytinyağlıları, çok leke olmadı emektar Bünyan halım. Nesli, Nesli değildi, çocuk oldu tekrar sanki. Feryat figan. Nefret ediyormuş kerevizden, ama en çok da benden. Ne kadar kindar ve acımasız olduğumu, o gelecek diye her gün kereviz pişirmenin bile benden beklenebileceğini, babasını istediğini haykırıyordu. Babası da böyle delirir miydi acaba öğrenseydi Emin Efendi ‘yi? Gece çöker çökmez biraz yürüyeceğim diye hırkamı omzuma alıp dışarı çıktığımda aslında nereye gittiğimi, Emin Efendi ‘yle inşaattaki kum tepelerinin arkasında neler yaptığımızı öğrenseydi ne olurdu? Emin Efendi ‘nin çatlak, nasırlı elleri memelerime değdikçe kendimi nasıl yeniden doğmuş gibi hissettiğimi söyleseydim ona… O da böyle mi yapardı acaba? Hiçbir şey demedim. İzledim onu. Hatta bir sigara yaktım. Ben susarken ve o bağırarak ağlarken, ilk kez gerçekten konuşuyormuşuz gibi geldi bana. Hoşuma gitti. Biraz benden de bulaşmış bu kıza, anladım. Bunun ortaya çıkması için başarısız bir evlilik –bunun başarılısı da mı var?– yaşaması gerekiyormuş demek. Yerde kereviz ve havuç parçalarının üstünde bağırmaktan sesi kısılmış bir halde, ana rahmindeki bebek misali büzülmüş sessizce hıçkırıyordu. Kalkıp yanına gittim. “Kınalı kuzum” demek istedim bu sefer yüksek sesle, sarılmak hatta. (Aman Allah ‘ım, daha neler.) Çok güldüm kendime. Anne olmak ne garip bir şey. Sen kalk yılların emekli mimarı, yıllarca ne dirsekler çürütmüş, ne evler çizmiş kadın, kızın bir sinir krizi geçiriyor diye –yoksa yalnızlık mı gelir yine?– hemen indir yelkenleri suya. Utanmasam gözleme falan da açacağım mutlu olsun diye. Daha neler! Kendimi topladım, saçlarımı düzelttim aynada. Bunu o istedi. Yalnız kalmayayım diye bir ömürden ödün veremem ya. Hem daha gencim. Belki bulurum orta yaşın biraz üstünde –hem esmer hem de az pazılı olsun, Emin Efendi ‘ye benzemesi tercihimdir– bir yakışıklı. Benden geçmedi daha küçük hanım. Sen yat bakalım yerde, hıçkır durmaksızın. Sünepe baban gibi iç çeke çeke ağla. Annen daha neler yapacak bir bilsen.
Yalçın Tosun – Anne Baba ve Diğer Ölümcül Şeyler
PDF Kitap İndir |