Yaşar Kemal – Yolda Seçme Öyküler

Yaşar Kemal, sadece dönemimizin değil, roman türünün büyük ustalarından biridir. Onun tarihle mitosu, düşle gerçekliği, aleladeyle olağandışıyı birleştiren büyük hacimli, epik ruhlu romanları aynı zamanda birer dil şölenidir de. Bu dil, romanların geçtiği yörenin özel kelimeleriyle Anadolu Türkçesinin zengin dil hazinesinin harmantanmasından oluşmuştur. Üslup canbazlığı yapmayan bir üslupçudur Yaşar Kemal. Yer yer gerçekten şiire dönüşen şiirsel dili, sözünü ettiğim epik ruhun bir yansımasıdır. Roman alanındaki bu olağanüstü konumu onun diğer yazın ustalıklarını gözden kaçırtmamalıdır. Bence bunların başında, daha İnce Memed’i yayımlamadan adının duyulmasına neden olan “muharrir”liği gelir. Önce bir röportaj ustası olarak duyurmuştur adını 1950’lerin ilk yıllarında. Röportaj, ondokuzuncu yüzyıldan başlayarak, yazın alanında son derece etkin olmuştur. Özellikle yirminci yüzyılda, pek çok büyük yazar, özellikle romancı, hele hele romanianya hayatı kavrayan romancılar, ilk yazma denemelerinde büyük gazetelerin muharrirliğinden geçmiştir. Ernest Hemingway, Dos Pasos, William Faulkner, John Steinbeck bunların önde gelenleridir. Şunu hemen belirtelim, son yıllarda röportajla söyleşi eş anlamlı gibi kullanılmaktadır … İkisi arasında en önemli fark, söyleşinin iki kişi arasında soru cevap şeklinde yapılmasına 7 karşın röportajın bir haber öğesi etrafında işlenmesi ve araştırma ile gözlemle de güçlendirilmesidir. Röportajın bir başka özelliğiyse az ve öz anlatımıdır. Yaşar Kemal’in yazarlığını iyi tanıyabilmek için şu soruyu da sormak gerekir: Onu besleyen damarlar nelerdir? … Bu soru, onun hakkında pek çok kişide olan yanlış bir yargıyı, hatta önyargıyı silmek için de gereklidir. Yanıtı yaşamında bulabiliriz.


Biliyoruz ki Yaşar Kemal, çok küçük yaşta, şiire eğilim göstermiş ve yaşadığı çevrenin de etkisiyle “aşık” edebiyatma yönelmiştir. Gezgin aşıkları dinlemiş, onlardan şiirler ama daha çok da ağıtlar derlemiştir. Yani bir damarı doğrudan doğruya halk kültürünün, halk edebiyatının içinden taşımaktadır yazarlık malzemesini ama burada bitmemektedir Yaşar Kemal’i besleyen damarların sayısı. Gene yaşamına göz attığımzda, onun bir dönem, Dino kardeşlerin de yardımıyla, teşvikiyle, Adana’da, Halkevi Ramazanoğlu Kütüphanesi’nde çalıştığını görüyoruz. Burada, kütüphanedeki bütün klasikler dizisini hatta nerdeyse kütüphanenin bütün kitaplarını okumuştur. Yani sanıldığı gibi sadece bir halk kültürü birikimi yoktur. Ciddi bir klasik dünya edebiyatı birikimi de vardır. Bir kitap kurdudur Yaşar Kemal, bir hayat kurdu olduğu kadar. Bugün bile müthiş bir okurdur. Bütün büyük yazarlar gibi bu birikimlerini içselleştirmiş ve bu bilgiyle kendinin olanı bulmuştur. Sayfa hesabına vurulduğunda, Yaşar Kemal’in öyküleri, romanları yanında oylumca küçük bir yer tutar. Ama ilk gençlik yıllarındaki sevgilisi şiirden sonra el attığı alan öyküdür. İlk öyküsüyse bugün okunduğunda bile hiçbir acemilik izi taşımayan “Pis Hikaye” dir … 1946’da yazmıştır bu öyküyü … İlk öykü kitabı Sarı Sıcak 1952’de basılmıştır … Bugün, toplu öykülerinin yer aldığı kitabın adı da Sarı Sıcak’tır. Bu kitabından yaptığımız bu küçük seçki Yaşar Kemal’le ilk karşılaşacaklar için, büyük bir dünyanın kapısını aralamaktadır. Güven Turan 8 Sarı Sıcak Çocuk: “Anam,” dedi, “anam, yarın sabah gün ışımadan uyandır beni.

” “Gene uyanmazsan?” “Uyanmazsam iğne sok etime. Saçlarımı çek. Döv beni.” Soluk yüzlü, ince kadının kara gözleri sevinçli bir ışıltı içinde kaldı. “Ya gene uyanmazsan?” “Öldür beni.” Kadın var gücüyle çocuğu kucağına alıp, bağrına bastı. “Cannn!” dedi. “Uyanmazsam … ” Çocuk düşündü. Birden: “Ağzıma biber koy,” dedi. Anası yeniden, aynı sevecenlikle, gözleri yaşararak onu bağrına basıp öptü. Çocuk boyuna yineliyor: “Bak uyanmazsam ağzıma biber koy ha!.” Ana: “Can!” diyor. “Biber çok acı olsun.” Şımarıyor, tepiniyor, ara vermeden boyuna haykırıyor: “Acı biber, kırmızıbiber … Bir yaksın ki ağzımı … Bir yaksın ki… Hemencecik. Hemencecik uyanayım.

” Anasının elinden kurtuluyor, o hızla çardağa çıkıp yatağa giriyor. 9 Sunaltıcı bir yaz gecesi … Gökte tek tük soluk yıldızlar, kocaman, testekerlek bir ay … Yatak ekşi ekşi ter kokuyor. Yanına yönüne dönüyor. Sonra bir karar: “Sabaha kadar uyumam.” Seviniyor. Sabahleyin, anası “Osman,” der demez, hemen kalkıp boynuna sarılacak. Nasıl da şaşacak bu işe anası! Yatağın içinde sevinçle hopluyor. Sevinci bir an sönüverip, içine korku giriyor: “Ya uyursam.” Kendi kendine hep yineliyor: “Uyumam. Uyumam, işte. Neden uyuyum? Ne var uyuyacak?” Az sonra anası gelip yatağa, yanına uzanıyor. Okşuyor: “Yavrum,” diyor, “uyudun mu?” Osman hiç mi hiç ses çıkarmıyor. Anası kucaklayıp öpüyor. Osmanın içinden ılık ılık bir sevgi, aşka, dostluğa benzer ağlatıcı bir şeyler geçiyor. Sabahı bekliyor.

Anası nasıl şaşacak. Aklı fikri, sabahleyin hemencecik uyanıp nasıl şaşırtacağında. Ana uyumuş, Osman yatakta dönüyor. Gözkapakları ağırlaşıyor. Osman kendini öyle kolay kolay bırakmıyor. Bir an kalkıp derin derin soluk alan anasının yüzüne bakıyor. Yüz, ay ışığında bembeyaz parlıyor. Örgülü gür saçlar, şimdi daha kara görünüyor. Örgülü uzun saçlar, yasttğın beyazlığında çöreklenmiş. Örgülerde pırıltı. Uzun zaman saça, bembeyaz yüze bakıyor. Sonra başı ağırlaşıp yastığa düşüyor. Gece yarısı, ay çoktan aşmış, ortalık gündüz gibi apaydınlık. Çardağın altında yatan ineğin gevişi, dişlerinin gıcırtısı duyuluyor. Uyku iyiden iyiye bastırıyor.

Uyuyuverecek. Dişini sıkıyor. Kollarını ısırıyor. Ne yaparsa yapsın, uyku bir su gibi dört yanını sarmış, boyuna yükseliyor. Kızıyor, sonra gülümsüyor. Kızıyor, gülümsüyor. Sabahleyin anasının boynuna sarılıyor. Kolları anasının boynunda … Ay, batıdaki ovaya doğru inmiş, bir ucu toprağa değecek gibi. Neredeyse kızarıp batacak. Doğudaki dağların arkasından ince, ak bir ışık kümesi 10 fışkırırcasına usuldan usuldan dağların tepeleri ağarıyor. Köyün sığırları böğürmeye, köyde her şey canlanmaya başladı. Ana diz çöküp çocuğun üstüne yumulmuş, kımıldamadan bakıyor. Çocuğun başı yastıktan yana kaymış, boynu ipincecik, yüzü sarı. Çocuk soluk bile almıyor. Küçücük yüzü, alacakaranlıkta hayal meyal… Ana durup durup içini çekiyor … Çocuk bir ara bir kolunu çıkarıp dışarı atıverdi.

Kol bir başparmak kalınlığında ancak var. Derisi kemikten dökülecekmiş gibi kırış kırış … Ananın gözü kola takıldı kaldı. Sonra, derinden “Of!” dedi, “yavrum ooof … ” Kımıldadı. İki yanına sallandı. Çocuğun yanından kalktı. Ay, gölgesini huğun sazlarının üstüne düşürüyordu. Ana hışımla, “Uyandırmam” dedi. “Uyandırmam. Acımızdan öleceksek de ölelim. Bir çocuğun çalışmasından ne olur?” Gözleri incecik kolda. Şimdiye kadar, çocuğun bunca zayıf olduğunun farkına neden varmadığına şaşıp kalıyor. “Acımızdan öleceksek de ölelim.” Uzun, örgülü saçını ağzına alıp hırsla çiğnedi. Aşağıdan kocası bağırdı: “Gene uyanınadı mı?” Kadın, okşar, yalvarır bir sesle: “Ne istersin çocuktan?” dedi. “Daha parmak kadar.

Kemikleri kırılacak, öyle ince işte … ” Koca huysuzlandı: “Bugün mutlak uyanmalı. Uyanmalı diyorum sana! Çalışsın, alışmasın tembel. Çocuklukta pişmeli.” Kadın, ınınltı halinde, korka korka: “Kolu öyle ince ki … ” dedi. Çocuğun başına varıp durdu. Gönlü bu tüy gibi hafif çocuğu uyandırıp, bu çatır çatır sıcakta, işe göndermeye razı olmuyordu. Aşağıdaki huysuz ses: “Uyandır onu,” dedi. “At tokadı. Söz verdik Mustafa Ağalara. Bu gece yarısı nereden çocuk bulurlar sonra?” 11 Kadın: “Herif,” dedi, “hiç yüreğim götürmüyor. Bir ince ki… Onun çalışması bizi zengin mi edecek?” Erkek: “Şimdiden çalışmaya alışmazsa … ” dedi. Kadın çocuğun saçlarını okşadı. Usuldan: “Osmanım,” dedi, “Osmanım, kalk. Yavru kalk. Gün ışıdı Osmanım.

” Çocuk inledi. Yavaşça bir yandan bir yana döndü. “Osmanım, yavrum! Gün ışıyor … ” Çocuğu omuzlarından tutup kaldırdı. Öylesine yavaş tutuyordu ki … Sanki kırılıp dökülecek … Yatağına geri yatırdı. “Uyanmıyor işte, uyanmıyor. Öldürüyüm mü?” Hızla çardaktan aşağı indi. Çardak beşik gibi sallandı. Erkek köpürdü: “Allah senin de belanı versin, onun da… Uyanmıyormuş!” “Uyanmıyor işte napayım!” Erkek sertçe merdivenlere atladı. Çardağa çıktı, hınçla çocuğun iki kolundan tutup kaldırdı. Çocuk, bir tavşan yavrusu gibi, elinde asılı kaldı. Uyku sersemi çırpınıyor, “ana ana” diye bağırıyordu. Adam çocuğu çardaktan aşağı indirip kadının önüne atıverdi. Çocuk avlunun tozları içine serildi. Kadın çocuğuna baktı baktı: “Allah kimsenin yavrusunu, kimsenin eline koymasın,” dedi. Çocuğu yerden hızla kapıp bağrına bastı.

Çocuğun gözleri kocaman kocaman açılmış, şaşkınlıkla bakıyordu. Götürüp soğuk suyla yüzünü yıkadı. Kendine gelen çocuk: “Ana!” dedi. “Can!” “Ağzıma kırmızıbiber mi koydun?” Bu sırada Mustafa Ağanın arabası gelip evlerinin önünde durdu. “Osman … ” Osman koşa koşa gidip, arabaya atladı. Sevinçten taşıyor, türküler söylüyordu. 12 Ana, Mustafa Ağalara gündeliğe giden Zeynebi bir kenara çekip: “Kurban olayım Zeynep, Osmanı kolla, çocuk. Bir deri bir kemik. ” dedi. Zeynep: “Korkma bacı, Osmanı incitir miyim hiç?” Tarlaya geldiler. Daha gün doğmamış… Orak makinasının düzgün sıraladığı desteler çiyli … Ot ve ıslak ekin kokusu … Kızağa atı koşup, desteleri yüklerneye başladılar. Kızakta çift yerine tek at koşulu … Atın başını Osman çekiyor, kızak dolar dalmaz, kuş gibi, harmana götürüp getiriyor … Kızağı yükleyenler arada Osmana takılıyorlar. “Nasıl, Osman?” “Yaşa, Osman!” Osman seviniyor … Derken, kıpkırmızı bir ateş yuvadağını andıran güneş karşı dağların ardından çıktı … Ekin saplarından, destelerden usul usul, incecik, gözle görülür görülmez bir buğu yükseliyor. Gökte parça parça ak bulutlar dönüyor … Osman, harmanla desteciler arasında mekik dokuyor. Osman canlı, dipdiri.

Zeynep, ikide bir: “Ha Osmanım. Aslan Osmanım … ” diye Osmanı okşuyor. Gün tepeye doğru yekindi. Ortalık ışığa boğulmuş … Topraktaki ekin saplarına, destelere vuran gün şavkıyor … ışıltılar iplik iplik sönüyor. Binlerce, yüz binlerce, biribirine dalanmış ışık ipliği uçuşuyor. Destecilerin yüzleri toza bulanmış, yüzlerden oluk oluk ter süzülüyor. Dört bucağa ateş düşmüş yanıyor. Osman kararmış, yüzü biraz daha incelmiş, kocaman gözleri kısılmış . Gömleğinden de ter fışkırmış … Sabahki canlılık!. Şimdi Osman yürürken ayakları biribirine dolaşıyor. Neredeyse düşüp atın ayakları altında kalacak. Osman tutuyor kendisini. Toprak da kızgın demir gibi. Osman her ayağını basışta bir sıçrıyor. Bu yüzden yürüyüşü bir acayip.

13 Kızak gelinceye kadar, desteci kadınlar, ağızları yukarı, destelerin üstüne, güneşin alnına yatıp yorgunluklarını çıkarıyorlar. Osman boyuna gökyüzüne bakıyor … Bir parça bulut… Bazan bir ak bulut gölgesi, üstlerinde bir an kalıp geçiyor … Gözler bulut gölgesinin arkasında … Gün tepede … Ekin sapları çatırdıyor. Yarılmış, kızgın toprak, Osmanın ayaklarının altında … Osmanı habire hoplatıyor. Canını dişine takmış Osman. Alttan yanıyor, tepeden yanıyor. Ciğerine kızgın bir demiri sokuyorlar gibi… Sıcak. Dünya kamaş kamaş … Göz açıp on metre ileriye bakılmıyor. Zeynep deste yüklerken Osmana dönüp baktı. Baktı ki Osmanın bacakları zangır zangır titriyor. “Osman,” dedi. “Osman… Osmanım, böyle yaya gidip gelme. Seni atın üstüne bindireyim.” Kaldırdı atın üstüne koydu. Osman atı sürdü. Daha bacaklarının titrernesi durmamıştı.

At üstünde gitti geldi. Zeynep uzaklarda deste yapıyordu. Attan atlayıp Zeynebe doğru yürüdü. Zeynep: “Neden atı bıraktın Osman? Ya kaçarsa?” Osman yanına yaklaşıp elini tuttu: “Bak,” dedi, “Zeynep teyze, ben büyürsem var ya, sana altın küpe alacağım.” Koşa koşa atın başına döndü. Sıcak boğucu … Yel esmiyor, ufacık bir fisilti bile yok. Atın üstünde Osmanın bacakları ağrıdı. Tutmaz oldu. Neredeyse düşecek. Gözü dört bir yanı görmüyor. Osman atı sürmüyor, at kendisi gidip geliyor. Derken öğle paydosu. Sıcağın altında yemek… Kan gibi ılık su. Zeynebin tüm yalvarıp yakarmalarına karşın Osman ağzına bir lokma ekmek bile koymadı. Boyuna su içti … Zeynep akıl etti de başına bir kova su döktü.

Çocuk ondan sonra artık kendisine gelebildL 14 İşe kalkadarken Zeynep: “Osmanım,” dedi, “sen git otur gayrı. Atı başkası götürsün.” Osman: “Olmaz, Zeynep teyze,” dedi, “ben götürürüm. Hiç yorulmadım.” Atı elinden alınca Osman oturup hüngür hüngür ağlamaya, “Ben yorulmadım. Valiahi yorulmadım,” demeye başladı. Bir kocakarı: “Bindirin ata şunu … Düşsün de atın ayağının altında parçalansın it eniği!” dedi. Osman: “Vallahi düşmem, billahi düşmem. Ben yorulmadım ki!” Bindirdiler. Bindirdiler ya, Osmanın üç dönüşten sonra başı dönmeye başladı. Kendini sıkıyor. Bir an geldi, atın üstüne boylu boyunca uzanıp yelesine ellerini doladı. Zeynep işin farkına varıp atın üstünden Osmanı aldı. Osman kendinde değildi. Götürüp bir destenin üstüne yatırdı.

“Yavru,” dedi, “yavru. Ne de inatçı. “

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir