Yilmaz Ozdil – Mustafa Kemal

Selanik’te dünyaya geldi. Pembe boyalı ev… İkinci kattaki ocaklı odada doğdu. Zübeyde sadece mevsimi hatırlıyordu. “Erbain soğukları devam ederken doğurdum” diyordu. Aklında kaldığına göre “23 Kanunuevvel”di. Erbain kelimesi, Arapça “kırk” anlamına geliyordu. 21 Aralık’la 31 Ocak arasını kapsıyordu. Kırk günlük karakışı tarif etmek için kullanılırdı. 23 Kanunuevvel, bugünkü takvimle 4 Ocak’tı. 4 Ocak 1881, salı’ydı. İlk nüfus cüzdanında doğum yılı 1296 yazıyordu. Rumi takvimdi. 13 Mart 1880’le 12 Mart 1881 arasını kapsıyordu. Soyadı kanununa kadar 1880 deniyordu. Soyadı kanunuyla yeni nüfus cüzdanı çıkarıldı.


1881 diye düzeltildi. Adını babası koydu. Mustafa… Büyük dedesinin adıydı. Türk gelenekleri gereğiydi. Ali Rıza ilk oğlu Ahmet’e babasının adını, üçüncü oğlu Mustafa’ya dedesinin adım koymuştu. Ailenin ikinci oğlu Ömer ise, Zübeyde’nin büyük dedesinin adım taşıyordu. Anneannesinin adı, Ayşe. Babaannesinin adı, Ayşe’ydi. Ali Rıza’mn 93 Harbi olarak bilinen Osmanlı-Rus savaşından kalma kılıcı vardı. Selanikli gönüllülerden oluşan taburda görev yapmıştı. Bilinen tek fotoğrafı da bu taburdayken çekilmişti. İşte o kılıcım, beşiğin başucuna ast. Mustafa o kılıcın şerefini öğrenerek büyüdü. Kundaktayken sakin bir bebekti. Zübeyde’nin sütü az geliyordu.

Ümmügül adında bir sütanne bulundu. Ayrıca, Üftade adında siyahi bir kadın tutulmuştu. Ev işlerinde lohusaya yardımcı oluyordu. Pembe boyalı ev iki katlıydı, dört odalıydı. Sahanlığı, bodrumu, mutfağı, tuvaleti vardı. Pencereleri kafesliydi. 341 metrekareydi. Ali Rıza’yla Zübeyde kiracı olarak oturuyorlardı. 1877’de sahn aldılar. Ortak tapu yaptılar. Zübeyde’nin babasından kalan parası vardı. 9600 kuruşunu Ali Rıza verdi. 3900 kuruşunu Zübeyde ödedi. Yunanistan milli bankası, terk edilmiş mallar olarak tescillenen Pembe Ev’i 1928 yılında 197 bin drahmi karşılığında Sarafimidu ailesine sath. Selanik belediyesi 1933 yılında 650 bin drahmiye tekrar kamulaştırdı, Atatürk’e armağan etti.

Ancak, armağan edilen evi boşaltmak hiç kolay olmadı. Ev sahibi aile oda oda kiraya vermişti. Kamulaşhrma esnasında yedi ayrı aile kiracı olarak oturuyordu. Boşaltıp teslim etmek iki yıl sürdü. Evin anahtarları 1937’de Türkiye’ye verildi. Atatürk bedavaya kabul etmedi. Prensip olarak hayah boyunca parasını ödemediği hiçbir mal ve hizmeti almamışh, sembolik bile olsa mutlaka ödeme yapmak istedi. Yunanistan sembolik fatura çıkardı. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Pembe Ev karşılığında Selanik belediyesine 10 bin drahmi katkı sağladı. Ali Rıza’yla Zübeyde, Pembe Ev’in hemen bitişindeki çıkmaz sokağa bir ev daha inşa ettirmişti. İki katlı, beş odalıydı. Tapuda yine ortakhlar. Orayı kiraya vermişlerdi. Ekonomik sıkıntıları yoktu. Ali Rıza 47 yaşındayken vefat etti.

Terekesine göre, 35 bin kuruş değerinde mülkü, 45 kuruş değerinde ceketi, 20 kuruş değerinde pantolonu, 40 kuruş değerinde paltosu, 20 kuruş değerinde sandığı ve 15 kuruş değerinde iki kitabı vardı. (O kitapların biri, Ahmet Vefik Paşa tarafından kaleme alınan Lehce-i Osmânî’ydi. Diğeri, Muhammed Nuri Şemseddin’in eseri Miftah’ül-Kulûb’ dü.) (Mustafa’ya babasından altın köstekli saat kalmıştı. Manastır askeri lisesine kadar bu saati kullanıyordu. Bir gece sıtma nöbeti geçirdi, baygın düştü. Altın köstekli saat o gece kayboldu. Kimin çaldığını asla bulamadı. Babasından kalan tek hatıra bu şekilde elinden kayıp gitti.) Gümrük memuriyetinden ayrıldıktan sonra ailesinin geçimini sağlamak için kereste ve tuz ticareti yapan Ali Rıza, bağırsak tüberkülozuna yakalanmıştı. Selanik Hortacı Camisi’nin haziresinde toprağa verildi. Henüz altı yaşındayken evinin direğini kaybeden Mustafa, bu travmayı yaşarken, evini de kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Çünkü, Ali Rıza’nın ölümünden altı ay sonra Selanik’teki Stamboul çarşısı tüccarlarından Nuri efendi şeri mahkemeye başvurdu. Ali Rıza’nın kendisine 28 bin 800 kuruş borcu olduğunu, bu borca karşılık Pembe Ev’i rehin gösterdiğini iddia etti. “Ya evi bana versinler ya satıp borcu ödesinler” dedi.

Zübeyde böyle bir borç kalmadığını, alacaklıya çoktan ödendiğini söyledi. Mahkeme şahit istedi. Starnboul çarşısında kereste ticareti yapan iki Müslüman şahit getirildi. Yemin ettiler, borcun ödendiğini anlattılar. Hatta, mahalle imamıyla mahalle muhtarının da bu borç ödemesine şahit olduklarını söylediler. Mahkeme dört ay sürdü. Borcun ödenmiş olduğuna hükmedildi. Pembe Ev kurtuldu. Mustafa, Makbule, Naciye… En büyüğü alt yaşında üç çocukla dul kalan Zübeyde, sonradan yaptırdıkları küçük eve taşındı. Pembe Ev’i yıllık 11 bin 500 kuruşa kiraya verdi. Kiracılar eve yerleşti, kirayı ödemedi. Mahkemelik oldular. Neticede mahkemeyi kazanıp toplam kira bedelini alacaktı ama, bu arada dara düştü. Geçinebilmek için küçük evi sattı. Langaza’ya, Rapla köyünde bir çiftlikte kâhyalık yapan ağabeyinin yanına taşındı.

Mustafa orada sünnet oldu. Dayısı hem babalık hem kirvelik yaptı. Selanik’ten akrabalar davet edildi. Koçlar kesildi, düğün yemekleri yapıldı. Mustafa’yla birlikte 16 yoksul çocuk sünnet ettirildi. Karagöz oynatıldı, hokkabaz eğlendirdi. Bir eliyle entarisini tutarak, yedi gün yattı. Langaza’da altı ay kadar kaldı. Okuluna devam etmek için Zübeyde’den ayrıldı. Selanik’e halasının evine yerleşti. Bir yıl kadar sonra Zübeyde oğlundan ayrı yaşamaya dayanamadı, Selanik’e annesinin yanına taşındı. Nihayet kiracılardan kurtuldular, Pembe Ev’e döndüler. Zübeyde, Ragıp Abbas’la evlendi. Kendisi gibi duldu, dört çocukluydu. Mustafa 15 yaşındaydı.

Üvey babayı kabullenmesi hiç kolay olmadı. Dayısı uzunca bir süredir üstü kapalı olarak bu mevzuyu açıyordu, sık sık Zübeyde’nin çok genç yaşta yapayalnız kaldığından bahsediyordu, bu tür baş başa dertleşmelerle yeğenini duygusal olarak hazırlıyordu. Gene böyle bir sohbetin sonunda, dayısıyla eve geldi. Zübeyde güler yüzle karşıladı, yeni elbise giymişti. İçeride yabancı bir adam oturuyordu. Ve, Zübeyde bu yabancı adamın yanında kapanmadan geziyordu… Vaziyeti anladı, darmadağın oldu. O anki ruh halini yıllar sonra şöyle anlatacaktı: “Baktım, duvarda babamın kılıcı asılıydı. İçimden gelen bir hisle o kılıca sarılmak istedim. Ve hiç kabahati olmayan bu beye saldırmak istedim!” Hislerine teslim olmadı. Tek kelime bile konuşmadan geri döndü, evden çıktı. Koştu koştu koştu koştu… Halasına gitti. Aylarca eve uğramadı. Sonra? Sonrasını şöyle anlatacaktı: “Anamı aylarca görmedim. Fakat nihayetinde çok asil bir adam olan üvey babam Ragıp beyle dost oldum. Nazik ve kibar bir insandı.

Bana çok iyi bir mürebbi oldu. Anamın da genç yaşında böyle bir aile bağını yapmış olmasını takdir ettim. Çocukluk hissim, babamı kaybetmiş olmama karşı bir isyandan ibaretti.” Üvey ağabeyi Süreyya, yüzbaşıydı. Mustafa’yı öz kardeşi gibi severdi. Yanından ayırmadığı sustalı çakısını Mustafa’ya verdi. “Lazım gelirse kendini bununla koru” dedi. Bu sustalı, Mustafa’nın hem ilk hediyesiydi… Hem de ilk silahıydı. Ağırbaşlı çocuktu. Mahalle arkadaşlarının birdirbir, sapan, güreş gibi oyunlarına katılmazdı. Elleri cebinde, seyretmeyi tercih ederdi. Altı yedi yaşlarındayken bile üstünün başının kirlenmesine tahammül edemezdi. Tavırları yetişkindi. Zübeyde’nin anlatımına göre… “Kendine mahsus benliği vardı. Herkesin nazarı dikkatini celbederdi.

” Ağabeyleri vardı, Ahmet ve Ömer. Rumeli’yi kasıp kavuran çiçek salgınında ölmüşlerdi. Mustafa o zamanlar iki yaşındaydı. Ağabeylerini hiç hatırlamıyordu. Ablası vardı, Fatma. Veremden kaybedildiğinde Mustafa henüz doğmamıştı. En küçükleri Naciye’ydi. O öldüğünde Mustafa 16 yaşındaydı. “Kardeşlerim arasında en sevdiğimdi” diyordu. “Çocuk yaşının üstünde hisliydi. Öğrenmeye meraklıydı. Ben Harbiye’ye giderken kitaplarımı istiyordu. Annemden onu okutmasını istemiştim. Annem gibi sarışın, mavi gözlü, duru beyaz tenliydi. Makbule’ye hiç benzemezdi, tipik bir yörük kızıydı.

” 1908. İlk görev yeri olan Şam’dan Selanik’e döndü. Annesiyle oturmak istemedi. Biriktirdiği maaşlarıyla ev satın aldı. Pembe Ev’in hemen yanındaki çıkmaz sokaktaydı. İki katlı, üç oda, bir sofa, 98 metrekareydi. Bahçesinde meyve ağaçları vardı. Ömrü boyunca satın aldığı ilk ve tek ev’di. Yunanistan el koydu. Evin bulunduğu çıkmaz sokak, 1935 yılında arkadaki sokakla birleştirilerek açıldı. Çıkmaz sokakta yer alan diğer evlerle birlikte Mustafa Kemal’in evi de yıkıldı. Arsanın bir kısmı yola gitti, bir kısmı da oraya inşa edilen Türk konsolosluğuna dahil edildi. Doğup büyüdüğü baba ocağı Selanik, tek kurşun bile atılmadan Yunanlara teslim edildiğinde Trablusgarp’tan dönüyordu, Mısır’daydı. O an neler hissettiğini şöyle tarif edecekti: “İşittim ki, vatanım Selanik ve orada anam, kardeşim, bütün akraba ve hısımlarım düşmana bağışlanmıştır! İşittim ki, Hortacı Camisi’nin minaresine çan taktırılmış, orada yatan babamın kemikleri Yunan palikaryalarının kirli ayakları altında çiğnetilmiştir!” Selanik, Büyük İskender’in kız kardeşinin adıydı. Mustafa Kemal’in dünyaya geldiği dönemde etnografya müzesi gibiydi.

Nüfusu 130 bindi, 60 bini Türk ve Müslüman’dı, gerisi Yahudi, Rum, Bulgar ve Levantendi. 1917 yılında durdurulamaz bir yangın çıktı. Kentin merkezini kül etti. Tarihi dokusunu sildi süpürdü. 72 bin kişi evsiz kaldı. Trajik yangının küllerinden yeniden doğan Selanik. Trajik yangının küllerinden yeniden doğan İzmir. Mustafa Kemal’in hayatında dönüm noktası olan iki çok önemli şehrin ortak kaderi, adeta tarihin cilvesiydi. Zübeyde… Sarı saçlı, mavi gözlüydü. Okuma yazma biliyordu, ailesinden öğrenmişti. Rumeli şivesiyle konuşurdu. Sofuydu. Oğlunun din adamı olmasını istiyordu. Mustafa Kemal annesine hediye alırken daima seccade, başörtüsü, tespih gibi eşyaları tercih ederdi. Şam’dayken mesela, ilk maaşıyla, etrafı sim sırmayla işlenmiş başörtüsü göndermişti.

Eşi Ali Rıza öldüğünde 30 yaşındaydı. Kucağında üç çocuk vardı. Sadece iki mecidiye dul maaşı bağlanmıştı. Üç kuruş kiradan başka geliri yoktu. Ağabeylerine yük olmak istemedi… Evlenmekten başka hal çaresi bulamadı. Ragıp Abbas’la evlendi. Gümrükler başmüdürüydü, hali vakti yerindeydi. Evi barkı vardı ama, Zübeyde istemedi. Ragıp Abbas Pembe Ev’e taşındı. Bir kadının yaşayabileceği en ağır üzüntüleri yaşadı. Dört evladını kaybetti. Eşini toprağa verdi. Oğlunun üzerine titriyordu. Mustafa Kemal bir gece arkadaşlarıyla Pembe Ev’e geldi… Henüz meşrutiyet bile ilan edilmemişti. Gizli toplantı yapıyorlardı.

Zübeyde merak etti, kapının ardından dinledi, çok endişelendi, dayanamayıp içeri girdi. “Çocuğum, siz yoksa yedi evliya kuvvetinde olan padişaha isyan mı ediyorsunuz?” diye çıkıştı. Mustafa Kemal soruya soruyla cevap vererek, diklendi. “Evliya kuvvetinde farzettiğin adam, hiçbir kuvvete malik değildir valide, bu işler almış yürümüştür, namuslu bir adam olarak bu işlerin içinde bulunmak mecburiyetindeyim, beni bundan men eder misiniz?” Ana yüreği ne yapsın, yelkenleri suya indiriverdi. “Evladımsın, mahvolmam istemem, seni namus ve haysiyet sahibi insanlarla beraber görmezsem asıl, üzülürüm” dedi, odadan çıkıp kapıyı kapattı. Selanik kaybedilince hüzün konvoyları halinde göç eden komşularıyla birlikte İstanbul’un yolunu tuttu. Perişanlıktı. Ragıp bey gelmedi, Selanik’te kaldı. Boşanmamışlardı ama ayrılmışlardı. Mustafa Kemal uzun ve endişeli bir arayıştan sonra cami avlusunda, göçmenler arasında, battaniyeye sarılmış vaziyette, yerde uyurken buldu annesini… Beşiktaş Akaretler’deki evine yerleştirdi, oradan Şişli’ye taşındılar. Yedi yıl geçti. 15 Mayıs 1919… Hava kararmıştı, neredeyse yatma vaktiydi. Mustafa Kemal eve geldi. Kapıyı açan kız kardeşi Makbule’ye sıkıntılı bir yüz ifadesiyle baktı, şefkatle yanağını okşadı. “Annemin odasında karyolasının önüne yer sofrası yapıver, bu gece sizinle biraz dertleşmek istiyorum” dedi.

Zübeyde’nin odasında yer sofrası hazırladılar. Minderleri, yastıkları yerleştirdiler. Patates püreli rosto ve yumurtalı ıspanak yapmışlardı. Biraz sonra Mustafa Kemal odaya girdi. Üniforması üzerindeydi. Üstünü başını değiştirmemişti. Zübeyde’nin elini öptü, bağdaş kurarak oturdu. Pat diye, “gidiyorum” dedi! Odaya adeta bomba düşmüştü. “Buralarının da Selanik gibi olma ihtimali var, giderken gözüm arkada kalmasın, memleket için uğraşırken sizden yana bir üzüntüye düçar olmak istemem” dedi. Zübeyde küt diye sırtüstü yığıldı. Bayılmıştı! Doktor Rasim Ferid’i çağırdılar. Zübeyde o arada kendine geldi. Heyecan, gerginlik, üzüntü, keder… Yorgun ruhu, bitmek tükenmek bilmeyen ayrılığı taşıyamamıştı. Sabaha kadar uyumadı. Kuran okudu.

Günün ilk ışıklarıyla, vedalaşmak üzere kapıya geldiler. Mustafa Kemal’in elinde Kur’an-ı Kerim vardı. Trablusgarp Savaşı’nda Libyalı mücahit şeyh Ahmet Sünusi tarafından kendisine hediye edilmişti. Sekiz yıldır nereye gitse, oraya götürüyordu. Sofya’da, Çanakkale’de, Şam’da, Halep’te, Filistin’de hep yanındaydı. Annesine bıraktı. Makbule ağlıyordu. Zübeyde otoriter ses tonuyla haşladı kızını… “Sen asker kardeşisin, ayıp, ağlanır mı hiç” dedi. Sanki dün gece üzüntüsünden bayılan o değilmiş gibi, heykel misali dimdik durmaya çalışıyordu. Kızını teselli ederken aslında kendi duygularını bastırıyordu. “Memleket için giden insan ölse bile ağlanmaz, koş misafirlere şerbet ez!” diye bağırdı. Hepi topu birkaç altın bileziği vardı. Selanik’ten elinde avucunda kala kala bunlar kalmıştı. Oğluna verdi. “Lazım olur” dedi.

1920. Hakikaten lazım oldu. Ankara’da paraya sıkışmışlardı. Ekmek alacak durumları kalmamıştı. Mustafa Kemal, emir erini çağırdı. “Valizde anamın birkaç parça ziyneti var, Osmanlı Bankası’na rehin bırak, para al” dedi. Ali Çavuş yatak odasına gitti. Karyolanın altındaki valizi açtı. Mendile sarılı bilezikleri buldu. Bankaya koştu, tek kelime etmeden masaya koydu. 200 lirayı sayıp, uzattılar. Biraz olsun nefes alacaklardı. Zübeyde’nin çeyiz bileziği… Milli Mücadele hamuruna karılmıştı. Oğlu hakkında “idam fermanı” çıktığında üzüntüsünden kısmi felç geçirdi, bacakları tutmaz oldu. Sürekli baskıya maruz kalıyordu.

İşgal kuvvetleri sık sık evi basıyordu. Öyle olmadığını bildikleri halde, sanki Mustafa Kemal orada saklanıyormuş gibi arama yapıyorlardı. Sarı Ali diye meşhur bir muhbir vardı. 24 saat Zübeyde’nin evini gözlüyordu. Gelip gidenlerin listesini İngilizlere gammazlıyordu. Zübeyde tüm bunlara rağmen geri durmuyordu. Oğlunun arkasında kapı gibi duruyordu. Mayıs 1921… İstanbul’daki yurtsever kadınlar yetimhane yararına kermes düzenledi. Bu etkinlik vesilesiyle padişaha verilen mesaj gayet açıktı. “Milli Mücadele’de şehit düşen kahraman babaların evlatlarına sahip çıkıyoruz” deniliyordu. Zübeyde felçli bacağını sürükleye sürükleye kermese geldi. Yemenilerle dolu bir masanın başına oturdu. Bizzat satış yaptı. Mustafa Kemal’in annesi… Tüm şehit çocuklarının annesi olduğunu gösteriyordu. Ömrü boyunca hasretini çektiği oğluna Sakarya Zaferi’nden sonra kavuştu.

Ankara’ya getirildi. Hepimizin hafızasına mıh gibi çakılan, o bembeyaz tülbentli, gözlüklü fotoğrafı Çankaya Köşkü’nde çekildi. (Meşhur yuvarlak gözlüğü Sabiha Gökçen’deydi. Yapı Kredi Bankası’nın arşivinde koruma altına alındı.) Güzel kadındı. Güzel yaşlanmıştı. Halide Edip Adıvar ilk kez Çankaya’da tanıştığında şu izlenimi edinmişti: “İhtiyar hanımın yüzü, hareketli vücudu, atılgan ifadesiyle Mustafa Kemal Paşa’nın aynıydı. Yetmiş yaşında olmakla beraber, süt gibi beyaz ve pembe renkli cildinde bir tek buruşuk yoktu. Çok çabuk öfkelenir olmasına rağmen, koyu mavi gözlerinde ve ağzında şefkat hissedilirdi. Beyaz entarisi, ütülü mendilleri, beyaz elleri, büyükannemi hatırlatırdı. Tam Makedonyalı bir kadındı. Oğlu onun için daima ilk mektepteyken istediği gibi, azarladığı Mustafa’ydı. Yer yatağında yatıyordu. Hastalığı ciddiydi, yaşaması mucizeydi. Kendisini muayene eden Doktor Adnan’ın yanaklarını öper, ellerini yakalayarak, doğmuş olduğu Selanik’ten bahsederdi.

İçi Selanik için yanıyordu. Oğlu Mustafa, Selanik’i geri almadan, kendine yeni bir entari yapmamaya ahdettiğini söylüyordu.” Çankaya’da yaşarken pek dışarı çıkmazdı. Günlerini kendi halinde Kuran okuyarak geçirirdi. Düğün filan olursa, oğlunu temsilen giderdi. Mustafa Kemal’in mahalleden arkadaşı, komşusunun oğlu Salih Bozok’u çok severdi. Salih’in oğlunun sünnetine adeta “torununun mürüvveti” gibi katılmıştı, Longines marka pahalı bir kol saati taünuştı. Mustafa Kemal, Trablus’a, Sofya’ya giderken annesini hep Salih’e emanet ederdi. Zübeyde, oğlundan çok Salih’le vakit geçirmişti, ailenin ikinci oğlu gibiydi. Salih de böyle hissederdi. “Zübeyde ana benim de öz anam sayılır, kendi anamı mı, yoksa Zübeyde anamı mı daha çok sevdiğimi hakikaten bilemem” diyordu. Mustafa Kemal’in ömrü boyunca aklı annesindeydi. İstanbul’dayken Salih’e yazdığı mektubunda, “mümkünse annemi avut, benim geçen ayın aylığı kalmıştı, o aylığın anneme verilmesine yol göster” diye yardım istiyordu. Trablusgarp’tan Fuat beye gönderdiği mektubunda, “anneme nerede olduğumu duyurmayın, ara sıra benim tarafımdan İstanbul’dan mektup gösterin, valideme verilmek üzere Kerim beye kırk lira bıraktım, Salih’in Selanik’te bulunması, annemin yanında olması, yüreğimi güçlendiriyor, direncimi iki katına çıkarıyor” diyordu. İskenderiye’den postaladığı mektubunda ise, “kardeşim Salih, bir aylık tedavi için hastaneye geldim, eski sağlığıma kavuştum, gözlerinden öperim, valideye hastalığımı bildirme” diye tembihliyordu.

Ana oğul arasında imrenilecek bir saygı bağı vardı. Hazırlanmadan birbirlerinin karşısına çıkmazlardı. Aynı köşkün içinde, birkaç metre mesafedeki odalarda yaşamalarına rağmen, Mustafa Kemal haber gönderir, ziyaret edeceğini söyler, Zübeyde adeta bayram gibi hazırlanır, günlük kıyafetleri yerine misafir kıyafetlerini giyer, saçını tarar, oğlunu öyle beklerdi. İzin almadan annesinin odasına girmezdi. Her defasında elini öperdi. Zübeyde, vefatından bir yıl kadar önce vasiyette bulundu. “Ben öldükten sonra ruhuma her sene hatim okunsun isterim, bunun için bir miktar para bırakmak isterim, nereye vereyim?” diye sordu. Darüşşafaka’yı önerdiler. Darüşşafaka’ya 20 bin kuruş bağışta bulundu. “Her sene Kadir Gecesi’nde bir Darüşşafaka öğrencisinin hatmi şerif icra etmesini, bundan doğacak sevabı başta Hazreti Muhammed ve ailesi olmak üzere, enbiya ve evliyalara, kendi gelmiş geçmiş aile efradının ruhlarına bağışlanmasını” şart koştu. Yanında çalışanları unutmadı. Vefat ettiğinde, Hayriye hanıma bin kuruş, manevi kızı Ayşe’nin çeyizi için bin kuruş, Mustafa Kemal’in emaneti yetim Abdürrahim’in eğitimi için iki bin kuruş, Vasfiye hanıma iki bin kuruş verilmesini istedi. Bir de hayrat çeşmesi yaptırılmasını istedi. Mustafa Kemal bu vasiyeti öğrendi… Annesine her yıl hatim okuttu. Hatim okuyan hafıza zarf içinde bir miktar para verdi.

14 Ocak 1923… Gün ağarmak üzereydi. Mustafa Kemal, emir eri Ali Çavuş’u çağırdı. “Haber var mı?” diye sordu. Ali Çavuş “maalesef var” diyemedi. “Şifre geldi ama çözülemedi” filan diye geveledi. O derin mavi bakışlardan bir bulut geçti… “Bir rüya gördüm, yeşil tarlalarda anamla dolaşıyordum, birdenbire fırtına çıktı, anamı yanımdan alıp götürdü, anamın öldüğünü biliyorum” dedi. Cenazeye katılamadı. Her zaman olduğu gibi yine Zübeyde’nin yanında bulunan Salih Bozok’a telgraf çekti, kendi adına annesini toprağa vermesini istedi. “Merhumenin münasip bir tarzda merasim-i tedfiniyesini ifa ediniz, cenab-ı hak milletimize hayat ve selamet versin” dedi. Mütevazı bir tören yapılmasını istedi. Mütevazı bir kabir istedi. Hatta, İzmir belediyesi 1934 yılında Fuar’ın inşası için getirilen Fransız mimar Maurice Gauthier’ye mozole çizdirdiğinde bile, kesinlikle izin vermedi. “Bunlar süslü, lüks ve masraflı, sakın yapmayın, bir kaya getirin, başucuna koyun, üstüne de ‘Atatürk’ün annesi Zübeyde burada gömülüdür’ yazdırın, çevresine çocuk parkı yaptırın, çocukları çok severdi” dedi. Latife son saniyeye kadar Zübeyde’nin başucundaydı. Müstakbel gelin adayı, kayınvalidesini Karşıyaka’daki köşkünde ağırlıyor, bakımını sağlıyordu.

Vefatı üzerine, önce İzmir valisine haber verdi, sonra şehrin en tanınmış 33 hafızını çağırdı, sabaha kadar hatim okuttu. Siyah manto giydi, siyah peçe taktı. Cenaze alayına katılmak istedi. En başta kendi ailesi, herkes itiraz etti. “Kadınlar cenazeye katılamaz” denildi. Bunun üzerine kapalı bir faytona bindi, cenaze alayını en arkadan adım adım takip etti. Kabir çevresinde yoksullara yüzlerce gümüş mecidiye sadaka dağıttı. Kırkında mevlit okuttu, elli ikisinde aşure yaptırdı. Oğul, 13 gün sonra gelebildi. Annesinin kabrine gitti. Hayatının belki de en duygusal konuşmasını yaptı. Mustafa… Zübeyde’yi anlattı. “Zavallı validem bütün millet için ülkü olan İzmir’in mukaddes topraklarına bedenini vermiş bulunuyor. Arkadaşlar, ölüm, yaradılışın en doğal kanunudur. Fakat böyle olmakla beraber, bazen ne üzüntü verici görünüşler olur.

Burada yatan annem, eziyetin, zorlamanın, bütün milleti felaket uçurumuna götüren bir keyfi idarenin kurbam olmuştur. Bunu açıklamak için, izin verirseniz, acı hayatının belli birkaç noktasını sunayım. Abdülhamid devrinde idi. Mektepten henüz kurmay yüzbaşı olarak çıkmıştım. Hayata ilk adımı atıyordum. Fakat bu adım hayata değil, zindana rastladı. Beni aldılar, baskı idaresinin zindanına koydular. Orada aylarca kaldım. Anamın bundan ancak ben hapisten çıktıktan sonra haberi olabildi. Derhal beni görmeye koştu. İstanbul’a geldi. Kendisiyle üç beş gün görüşebildim. Çünkü tekrar baskı idaresinin casusları, cellatları ikametgâhımızı sarmış, beni alıp götürmüşlerdi. Annem ağlayarak arkamdan takip ediyordu. Ben, sürgün yerime götürecek vapura bindirilirken, benimle görüşmesi engellenen annem, gözyaşlarıyla, Sirkeci rıhtımında acılar ve kederler içinde bırakılmış bulunuyordu.

Sürgün yerinde geçirdiğim tehlikeler, onun hayatını acılar ve gözyaşları içinde geçirmesine sebep olmuştur. Başka bir nokta daha… Mütareke zamanında Anadolu’ya geçtiğimde, annemi acılı bir halde İstanbul’da bırakmak zorunda kaldım. Yanında, bir adamım vardı. Bu adamımı Erzurum’dan İstanbul’a gönderdiğimde, annem bu adamımı yalnız gördüğünde, halife ve padişahın benim hakkımda verdiği idam kararının yerine getirildiğini zannetmiş, bu zan kendisini felce uğratmıştı. Bütün mücadele senelerini üzüntü içinde geçirmişti. Padişah ve hükümetinin, bütün düşmanların daimi baskı ve işkencesi altında kalmıştı. İkametgâhı binbir türlü bahanelerle basılır, araştırılır, rahatsız edilirdi. Annem üç buçuk senenin gündüzlerini gecelerini gözyaşlarıyla geçirdi. Bu gözyaşları ona gözlerini kaybettirdi. Sonunda onu İstanbul’ dan kurtarabildim, ona kavuşabildim ki, o artık maddeten ölmüştü, yalnız manevi olarak yaşıyordu… Annemin kaybından şüphesiz çok üzüntülüyüm. Fakat bu üzüntümü gideren ve beni avutan bir konu vardır ki, o da, anamız vatanı yok olmaya götüren idarenin artık bir daha geri gelmemek üzere yokluk mezarına götürülmüş olduğunu görmektir. Annem, bu toprağın altında, fakat, milli hakimiyet ilelebet payidar olsun. Beni teselli eden tek kuvvet budur. Milli hakimiyet, ilelebet devam edecektir. Annemin ruhuna ve bütün ataların ruhuna, üzerime almış olduğum vicdan yeminini tekrar edeyim.

Annemin mezarı önünde ve Allah’ın huzurunda yemin ediyorum. Bu kadar kan dökerek milletin kazandığı ve elde tuttuğu hakimiyetin korunması, savunması için, gerekirse annemin yanına gitmekte asla kararsız davranmayacağım. Milli hakimiyet uğrunda canımı vermek, benim için vicdan ve namus borcu olsun.” Annesinin kabri başında bu duygusal ve tarihi konuşmayı yaparken, kendi çocukluğu film şeridi gibi gözünün önünden geçiyordu. an Zübeyde din eğitimi almasını istiyordu. Ali Rıza yeni usullerle eğitimden yanaydı. Orta yolu buldular… Fatma molla mahalle mektebine gidecek, konu komşuya karşı Zübeyde’nin gönlü yapılacak, sonra Şemsi efendinin okuluna geçecekti. Dönemin çocukları “amin alayı” denilen gösterişli bir törenle mektebe başlardı. Talebelerin boynuna Kuran cüz kesesi takılır, rengârenk süslenmiş atlara bindirilirdi, mahalleye şekerler, simitler dağıtılır, ilahiler eşliğinde okula götürülürlerdi. Ailenin hali vakti ne kadar yerindeyse, tören o kadar şenlikli olurdu. Zübeyde aslında işte bu mürüvveti yaşamak istiyordu. Amin alayı Pembe Ev’in önüne geldi. Mustafa’ya bembeyaz yeni kıyafetler giydirilmişti. Kafasına sarık türevi bir başlık konulmuştu. Annesinin, babasının, hocasının elini öptü.

Dualar edildi. Amin alayına katıldı, mahallelinin alkışları eşliğinde yürüye yürüye caminin yanındaki mektebe gitti. İki ay kadar sonra Şemsi efendinin okuluna geçti. Şemsi efendi, fakir bir ailenin çocuğu olarak Selanik’te dünyaya gelmişti. Hem çalışmış hem okumuş, Arapça, Farsça, Fransızca öğrenmiş, öğretmen olmuştu. Yabancı bir özel okulda Türkçe öğretmeni olarak mesleğe başlamış, özel ilkokul açmaya karar vermiş, harap yıkık haldeki tek katlı, bahçeli bir mescidi onarıp, sınıf haline getirmişti. Ezberci, ilkel eğitim metotlarını elinin tersiyle itmişti. O dönemin mahalle mekteplerinde varolmayan tarih, coğrafya, matematik gibi dersleri okutmaya başlamıştı. Okuma yazma öğretiminde uzuuun uzun heceleme metodu kullanılırken, bunun yerine, günümüzde kullanılan, harflerin seslerine dayalı, kelimeyi doğrudan okuma yöntemine geçmişti. Kızlar için sınıf açmıştı. Devrimdi. İlk kız öğrencilerinden biri kendi kızıydı. Derslerin süresini bir saat tutardı, ders aralarında öğrencilerine avluda jimnastik yaptırırdı. Öğrenci sırası, öğretmen masası, harita, karatahta, tebeşir, silgi gibi araçları kullanırdı. Okuluna yeni başlayan talebeye, eski ve çalışkan talebelerinden birini “lala” tayin ediyordu, bugünkü manasıyla mentorluk sistemine geçmişti.

Öğrencileriyle birlikte, meşrutiyet lehine düzenlenen “hürriyet” mitinglerine katılıyordu. Çağdaş, özgürlükçü yöntemleri nedeniyle bağnazların hedefi haline gelmişti. “Çocuklara gâvurluk öğretiyor, dinsizlik öğretiyor” iftirasıyla okulu sık sık basılıyordu, sınıfı darmadağın ediliyor, sıraları, masası, karatahtası parçalanıyordu. Bu tür yobaz saldırılara maruz kaldığı dönemlerde, okuldaki eğitime geçici olarak ara verir, öğrencilerinin tek tek evlerine gider, derslere bu şekilde devam ederdi. Kültür gezileri başlatmıştı. Mustafa’dan somaki dönemlerde İstanbul’a yatılı geziler düzenledi. Aileler öylesine güvenirdi ki, yatılı gezilere kız öğrencileri bile katılırdı. Sadece çocukları değil, ahaliyi de eğitirdi. Okul çevresindeki komşu esnafa kitap ve gazete dağıtırdı, ahali okuma alışkanlığı kazansın diye kendi cebinden satın alır, karşılıksız, ücretsiz verirdi. Mustafa Kemal’in eğitim temelini işte bu vizyoner öğretmen attı. Babası Ali Rıza vefat edince dayısının kâhya olarak çalıştığı çiftliğe taşındılar. Eğitimine altı ay kadar ara vermek zorunda kaldı. Sonra tek başına Selanik’e halasının yanına gitti. Şemsi efendi ilkokulunu tamamladı. Artık onu modern eğitime yönlendiren babası yoktu maalesef… Ortaokul için annesinin dayatmasıyla Selanik mülkiye rüştiyesine yazdırıldı.

Şemsi efendiden sonra katlanılır gibi değildi. Pantolon yerine şalvar giydirilmesine, beline kuşak bağlamak zorunda olmasına çok sinirleniyordu. Özellikle yazı derslerinde dizlerinin üstünde oturmaktan hiç hoşlanmıyordu. “Dizlerim ağrıyor” diyerek sık sık ayağa kalkıyordu, “otur” diyen hocaya dikleniyordu. Kaymak hafız olarak tanınan Arapça hocası vardı. Mimlemişti. Canını yakmak için fırsat kolluyordu. Ezber çalıştırırken bir cümleyi tekrar etmesini istedi… Ses yok. Tekrar et dedi, gene ses yok. Kulağım çekmeye başladı, kanatacak kadar çekti. Koparsa bile nafileydi… Boyun eğmeye niyeti yoktu, söylemeyecekti! Eve geldi, odasına kapandı. Kız kardeşi Makbule’nin hatıralarına göre “dört gün” boyunca tek kelime konuşmadı, ağzını bıçak açmadı. 12 yaşındaki Mustafa, hem kendisinin hem Türk milletinin kader çizgisini değiştirecek olan kararın arifesindeydi. Beşinci gün evden çıktı. Aynı sokaktan komşuları olan binbaşı Kadri beyi buldu.

Askeri okula gitmek için yardım istedi. Sınav kaydını yaptırdı. Selanik Askeri Rüştiyesi’ne yazıldı. Zübeyde’nin otoritesi sona ermişti. Henüz 12 yaşında bireysel bağımsızlığını ilan etmişti. Yıllar sonra kurmay subay olarak Selanik’e geldiğinde mahalle mektebine uğrayacaktı. Kapısında kocaman bir kilidin asılı olduğunu görünce “burasının kapanması isabet olmuş” diyecekti. Kaymak hafız’ı ömrü boyunca unutmadı. Daima “eğitimde kötü örnek” olarak gösterdi. Ne zaman adı geçse “berbat adam” diyordu. “Hakikaten berbat adamdı, kaba ve insafsız hareketi mülkiye rüştiyesinden ayrılmamda başlıca rol oynamıştı, ama kendisini çoktan affettim” diyordu. * Askeri rüştiyedeki matematik öğretmeni Üsküplü yüzbaşı Mustafa Efendi’ydi. Tarihin adını değiştirdi… “Oğlum senin adın Mustafa, benim adım Mustafa, arada fark bulunmalı, sende olgunluk var, sende bu yaşta kemal var, senin adın Mustafa Kemal olsun” dedi. Namık Kemal’in Kemal’iydi. Matematik öğretmeni Mustafa Efendi, askeri rüştiyedeki bütün öğretmenler gibi Namık Kemal hayranıydı.

Bu detay, Bulgaristan Türkleri tarafından 1920 yılında hazırlanan tarihteki ilk Mustafa Kemal biyografisinde yer alıyordu. “Matematik öğretmeni Mustafa Efendi’nin Namık Kemal’e izafeten Kemal adını verdiği” belirtiliyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir