Söz büyüğün… Boks efsanesi Muhammed Ali, başarılarını anlatırken “Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım” derdi. Yılmaz Özdil”in yazıları da öyle… Sözcükler kelebek estetiğiyle uçuşuyor, mesaj, hedefini arı gibi sokuyor. Bu nedenle Yılmaz Özdil, benim gibi düşünenler için artık sadece köşe yazarı değil, “köşe efsanesi”dir. Hayranları, sevenleri, eleştirenleri, gücün önünde eğilip bükülmemesine, yandaşlık ve yalakalık yapmamasına kızıp, nefret edenleriyle, bir efsane o. Efsaneleşen isimleri tanımak risklidir… Çünkü yazılarına, eserlerine bakıp, hayranlık duyduğunuz o efsane isimlerle tanıştığınızda, hayal kırıklığı yaşayabilirsiniz… Gözünüzde devleştirdiğiniz insan, hiç de umduğunuz gibi biri çıkmayabilir. Hayal kırıklığı yaşar “Keşke hiç tanımasaydım da, onu sevmeye devam etseydim” dersiniz. Bazen de hayallerinizin ötesinde, müthiş bir insan çıkar karşınıza… İşte bana göre Yılmaz Özdil “İyi ki onu çok sevmişim” dedirten, bu müthiş insanlardan… Bardaktaki su gibi dupduru… Mangal yürekli… Eğilip bükülmez, güce tapınmaz. Tam tersine, gücün ezdiği, hakkı yenilen güçsüzlerin hakkını korumak için kullanır kalemini. Yazarken kafadan atmaz. Araştırır, didik didik sorgular. Yemek yemeyi unutacak kadar çalışır. İnanılmaz derecede yaratıcıdır… Özverilidir, içten paylaşmacıdır. Örnek eş, örnek babadır. Durun bitmedi… Yılmaz Özdil, benim için çalışma arkadaşı değil, kardeştir… Hatta “öz”den öte kardeş… Senin için ne söylesem, anlatmaya yetmez kardeş… İyi ki varsın, iyi ki seni tanımışım… Ne mutlu bana. Uğur Dündar O, hep, “sıradaki gazetecidir…” Ama hiç hizaya gelmez. “Şimdi sıra kimde?” diye sorulduğunda, dost düşman bütün parmaklar onu işaret eder. Çünkü kafalarda “sivil tasfiye” listeleri hazırlanırken, herkes kafadan onun adını yazar. İktidarın “olağan şüphelisi”dir. İktidarı sevmez, iktidar da onu. Okuru dışında kimse ondan haz etmez. Düşmanı nefret eder. Yeteneksizi ifrit olur. Yeteneklisi kıskanır. Dostu, kıskanmamak için gıpta eder. Yılmaz Özdil, hepimizi rahatsız eden yazardır. Kalemi ile, zekâsı ile, mizahı ile, cesareti ile… Huzursuz eder bizi. Mizah duygusunu ve zekâsını kaybetmiş, gittikçe vasatlaşan mahallenin rahatını kaçırır. Yani işin aslına bakarsan, hepimiz Yılmaz’ın gizli hayranıyızdır. Taklit etmeye kalksak, bir türlü beceremeyiz. Becersek, o an anlarız ki, sadece mukallitiyiz. Baş edemeyiz onunla. Böyle bir zekâ ile aynı mahallede yaşamaksa, zor zanaattır. Görmezden geleyim deseniz, mümkün değil görürsünüz. Her sabah Hürriyet’in üçüncü sayfasını açar mutlaka okursunuz. Hepimizin, herkesin yaşlandığı bu mahallede, o Benjamin Button gibi her gün daha da gençleşerek, çocuklaşarak karşımıza çıkar. Nereye gitseniz, size onu sorarlar, ona selam söylerler. Kurtuluş yoktur, kaçamazsınız. Çaresiz her gün yeniden tanışırsınız. Gıpta ile kıskançlık arasındaki o incecik çizgide cambazlık bitap düşürür sizi. “Onunki Allah vergisidir, ne yapalım bize vermemiş” deyip teselli ararsınız. Velhasıl bu ülkede bir tane Yılmaz Özdil vardır. Allah vergisidir, Allah’ın bu ülkeye hediyesidir. Kâğıdın twitteridir. Kâğıttan kaplan değil, kâğıdın kaplanıdır. Ona düşman olmanın manası yoktur, sizi çıldırtır. Kıskanmak çare değildir, sizi çatlatır. En iyisi tevekküldür… Kabullenmek, onunla yaşamayı öğrenmektir. “Onunki Allah vergisidir” deyip geçer, geçerken de kahkahalar atarak keyif alırsınız. Yılmaz, Bekir Coşkun için, “O Türkiye’nin sabah kahvesidir” demişti. Yılmaz da Türkiye’nin, zekâ küpündeki rengârenk akide şekeridir. İnşallah hep sırada kalır… İnşallah hiç hizaya gelmez. Çünkü, zombi münevverlerle dolu bu mezarlıkta, hâlâ ıslık çalabilecek birkaç haşarı çocuğa ihtiyaç var. Ertuğrul Özkök Yaşam boyu hep gözüm arkada kaldı; dut ağacındaki salıncak, üç tekerlekli bisiklet, simit kokan sabahlar, üzerinde mısır patlatılan sobamız, babamın başımdaki eli, ilk haberimin yayımlandığı gazetenin gömleğimdeki mürekkebi… Bir tek şeyde gözüm arkada kalmadı; sevgili Yılmaz Özdil’in eski köşemde yazı yazmasında. Her sabah açıp okuduğumda, içinde kendimi bulup da, bir satır arasında geçip oturduğum, her sabah yudum yudum içtiğim yazıların kitap hali bu. Bekir Coşkun Sevgili Yılmaz’ın yayımlanacak kitabını okudum mu desem doğru, okumadım mı, bilemiyorum. Çünkü çıkmamış kitabı okuduğumu söyleyecek değilim. Ama tam aksini de savunabilirim. Çünkü, Hürriyet’te çıkan yazılarını o kitapta topladığına göre elbet okudum. Okuduğum için de rahatlıkla üzerinde konuşabilirim… Yazılarındaki o kıvrak zekâ, o dil ve üslup zenginliği, o delici mizah, o görünen gerçeklerin gerisindeki gerçeği su yüzüne çıkarma becerisi, o sağlam mantık, o ifade gücü bir kitapta toplanınca, ona artık kitap mı demek gerekir, yoksa “nükleer enerjinin kâğıda emdirilmiş hali” diye mi tanımlamak gerekir, tayin edemiyorum. En iyisi ben bırakayım, okuyan söylesin. Oktay Ekşi İnsanoğlunun yazının icadından önce çok fazla ilerleme kaydedemediğini biliyoruz. Bulabildiği şeyler ancak yaşamını sürdürmeye yetecek kadardı. Önce “ateş” bulundu! Sonra bir ok, bir yay, bir mızrak, bir balta, bir çömlek, toprağı kabartacak kadar bir saban… Binlerce yılla hesaplanan bir süreç. Yazının icadı ise, bugüne göre yaklaşık 5 000 yıl öncesine dayanıyor. Bilginin saklanabilir ve aktarılabilir hale gelmesi baş döndürücü gelişmeyi de beraberinde getirdi. Bütün bu süreç içinde hayretimi en çok çeken konu, insanların “gazete” isimli ürünü icat etmek için son dört yüz yılı beklemiş olmaları. Ve, bir gazeteci olarak daha da heyecan duyduğum şey, insanlık bu son dört yüzyılda baş döndürücü bir şekilde ilerlerken, gazete isimli ürünün ilk günkü fonksiyonunu hâlâ sürdürüyor olması, çok fazla değişim geçirmemesi… Gazete, içimizde bazıları ona başka anlamlar da yükleseler hâlâ enformasyon taşıma özelliğini koruyor. Rakipsiz şekilde hem de… Radyonun, televizyonun rekabetini atlattı, internet haberciliği de zaten gazetenin bir başka mecra üzerinde yayımlanması demek. Herkesin bildiği bu geçmişi tekrar etmemin nedeni, gazeteleri ayakta tutan şeye dikkat çekmek: Bu hiç kuşkusuz ki öncelikle “tiryakilik” ile açıklanmalı. Habere ulaşabileceğiniz birçok mecra var ama sadece bir gazetenin tiryakisi olabiliyorsunuz. İşte Yılmaz Özdil gibi yazarların neden öne çıktığını gösteren bir neden! Yılmaz Özdil, sonradan olma bir yazar değil, mesleğe en başından girmiş bir gazeteci. Bu nedenle de yazılarında gazetenin asıl fonksiyonunu hiç göz ardı etmiyor. Yazıları bilgiyi taşıyor, gözden kaçan ayrıntıları deşifre ediyor, bir bütün olarak baktığınızda okuduğunuz haberlerin, yaşadığınız olayların anlamını çözümlüyor. Bunu yapabilen çok yazar var kuşkusuz. Ancak Yılmaz Özdil’i bu çerçeve içinde “özel” kılan durum, bunu yaparken aynı zamanda tiryakilik yaratacak bir üsluba sahip olması… Kimi zaman ağlatabilir. Kimi zaman güldürebilir. Kimi zaman şaşırtır. Kimi zaman herkesin dilinin ucundakini pat diye söyleyebilir. Sözü dolandırmaz ama kelimelerle oynar, Türkçenin zenginliğini kullanır, okumayı bitirdiğinizde damağınızda lezzet bırakır. O bir gazetecidir. Müdanasız, özgür ruhlu, içinden geldiği insanlara yabancılaşmamış bir gazeteci. Her gün gazetede okuduğumuz, tadını aldığımız ama zamanla unuttuğumuz o güzel yazıların şimdi bir kitapta toplanıp geleceğe de topluca kalması iyi oldu diye düşünüyorum. Yazının ve özgür gazeteciliğin değerini bir kez daha anlayabilmemiz için! Mehmet Y. Yılmaz Köşe yazarlığının apayrı bir sanat dalı olduğunu Yılmaz Özdil’in yazılarını izleyenler çoktan anlamıştır. O bu sanatın önde gelen ustasıdır. Cesur, kararlı, yılmaz bir ustası… Bizleri her sabah yeniden aydınlatırken hüneriyle de hayran bırakıyor… Yılmaz gazete yazarlığına özgün bir boyut eklemiştir… Hep var olacak… Melih Aşık Bir gazeteci ne ister? Yazdığı okunsun… Yılmaz Özdil fazlasıyla sahip. “En çok okunan yazar” listesinin de başında, “tasfiye edilecek gazeteciler” listesinin de… Keskin kalemiyle iğneyi yalnız siyasetçiye değil, işadamı, gazeteci, şarkıcı, tiyatrocu, vali, kaymakam, asker, müsteşar, genel müdür, kim varsa batırır. Gün gelir “çuvaldızı” okuruna da değdirir. Başbakan da ona kızar, CHP’liler de. Köşe yazılarındaki detaylar ve çarpıcı bilgilerle en fazla okurunu ciddiye aldığını anlarsınız. Kısacık cümle ile uzun uzun düşünürsünüz. Bize bizi anlatır, üzülürsünüz. Öyle örnekler verir ki, yıllardır ağzınızdan düşürmediğiniz ve sahip olduğunuzu zannettiğiniz, demokrasi, eşitlik, cumhuriyet, kanun, hukuk, adalet, siyaset, asker, savaş ve barış gibi kelimelerin nasıl içi boş olduğunu kestirmeden anlatır. Sanırsınız ki babasından kalma sihirli bir sandığı var ve kelimeleri çıkarıp çıkarıp okuruna sunuyor… Aslında, kendince Türkiye tarihini tutuyor. Bugünlerin tarihi ciltler dolusu yazılarak anlatılacaktır. Ama, kestirmeden “ne olduğunu anlamak isteyenler”in ilk başvuracağı eserlerden birisi Özdil’in bu kitabı olacaktır. Onu tanıyanlar en çok insan ilişkilerinde başarılı olduğunu bilir. “Çalışan”ı sever, korur. Gazetecilik mesleğine başladığı o noktayı hiç unutmaz, o günlerini övünerek anlatır. Son yıllarda gazeteciler birinci tekil şahıs üzerinden kendisini anlatır oldu ve her cümle “ben” ile başlıyor… Oysa bir gazeteci üçüncü tekil şahıs olarak anlatılmalı. Yani, onu kendisi değil başkası anlatmalı… Onu tanıyanların ortak fikri şu: Babam dahil hayatımda tanıdığım en dürüst adam, Beraber çalıştığı herkesle kader ortağı olan adam, Kendisi için değil, çalışanı için kavga eden adam, Açık sözlü adam, Patronunun derdinden çok matbaa işçisinin derdiyle ilgilenen adam, Herkesin iyi yaşaması için uğraşan adam, Güler yüzlü adam, Çalışkan, yüz güldüren, derdi kederi sevince çevirmeyi başaran adam, Afrikalı gibi çalışıp, İzmirli gibi yaşayan adam. Yani, adam gibi adam. Nedim Şener Yılmaz’ı telefonla her arayışımda “konu” hiç değişmez: “Bugünkü yazın gene çok güzeldi, seni kutlamak istedim…” Kalemi keskin, yüreği sağlam, zekâ voltajı yüksek, kara mizahı damardan bir yazar o… Yıllar önce Amerikalı bir gazetecinin kitabının arkasına yazılanlar arasında, şu söylem aklımda kalmıştır: “Devam et… Sana ihtiyaç var…” Evet… “Devam et Yılmaz… Sana ihtiyaç var…” Güneri Cıvaoğlu Onu okur okumaz sevdim. Tanıyınca bir daha sevdim, İzmirli olduğunu öğrenince iki kat daha sevdim. Duruşunu sevdim, yazışını sevdim, eğilip bükülmemesini sevdim… Kısacası ben Yılmaz’ı sevdim. Diyeceksiniz ki, sen zaten herkesi seviyorsun, doğrudur. İnsanın insan olması uzun asırlar aldı. O nedenle insana karşı özel duyarlılığım vardır. Ama belki insanları severim de, tümüne aynı saygıyı duymam. Bende, kendimden yaşça küçüklere saygı duyma alışkanlığı vardır. Örneğin bir öğrencimi sahnede izlerim ve ona derin sevgimin yanında saygı da duyarım. İşte Yılmaz Özdil benim sevgi yanında, saygı da duyduğum bir yazar… Her sabah onu okumadan ve çok sık telefonla sesini duymadan, onu o günkü yazısından dolayı kutlamadan edemem… Elinizdeki kitap dümdüz, riyasız ve beyaz sayfalardan oluşuyor… “Her kitap beyaz sayfadan oluşur” diyorsanız, iyi düşünün, öyle mi? Yılmaz… Seni seviyorum kardeşim. Yolun hep açık olsun. Kapamaya çalışsalar bile. Müjdat Gezen Yurtdışındayım. Ülkemdeki tutuklamalar, aramalar, medyanın yaklaşım şekli, yapay gündem yaratan ve vatandaşın enerjisini tüketen kışkırtıcılar iyice canımı sıkmış, biraz uzaklaşıp, sözde kafa dinlemeye geldim. Telefonum çaldı. Baktım, tanımadığım numara… Açtım. Yılmaz Özdil… Kimdir Yılmaz Özdil? Kim ve neden ona saygı duyuyorum? Düşündüm… Gözümün önüne İlhan Selçuk Ağabeyim, Uğur Mumcu, Abdi İpekçi, Çetin Emeç, Turan Dursun, Musa Anter, Doğan Öz, Bedrettin Cömert, Aziz Nesin, Muammer Aksoy, Bahriye Üçok, Metin Altıok geldi… Ülkesini seven, aydın ve savaşçı ruhlu bu büyük beyinlerin önünde saygıyla eğildim ve Yılmaz Özdil’in de aynı saygıyı hak eden isimlerden biri olduğunu gördüm. Göz göze gelmesek de, omuz omuza olduğumuzu hissettim. Üstüme çöken karamsarlık dağıldı. Sevgili Yılmaz Özdil, gönlüne sağlık, kalemine kuvvet… Ülkem için iyi ki varsın… Tarık Akan Derler ki bütün Rus Edebiyatı Gogol’un paltosunun cebinden çıkmıştır. Yılmaz Özdil de Aziz Nesin’in gözlük cebinden çıkmıştır. Aynı keskin bakış, muhteşem bir mizah gücü… Bazen kara, bazen mavi, bazen beyaz. Mizahın her rengini kullanıp yazılarıyla hal ve gidiş tabloları koyar önümüze. Az Çoktur’un büyük ustasının bu kitabını okurken müthiş bir zihinsel yolculuk yapacaksınız.
Yilmaz Ozdil – Isim, Sehir, Hayvan
PDF Kitap İndir |