Yusuf Devran – Siyasal İktidar – TRT İlişkisinin Dünü

Kitle iletişim araçları etkinlik ve yaygınlık özelliği nedeniyle rejimler, siyasi partiler ve politikacılar için ayrı bir önem taşımaktadır. Bu araçlar totaliter rejimlerde egemen ideolojilerin toplumda kök salmasına, demokratik ülkelerde ise sistemin rahat işlemesine, güçlenmesine, halkın özgürce ve bilinçli olarak yönetime katılabilmesine katkı sunma gibi bir görevi yerine getirmektedir. Öte yandan bu araçlar sadece bir siyasi partinin yayın organı gibi hareket ettiği, öteki görüşlere mikrofonlarını ve kameralarını kapalı tuttuğu zaman siyasi gündemin en çok tartışılan konusu haline gelmektedir. Bu çalışma 1926 yılından 1990’lı yılların başına kadar Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu ile siyasal iktidarlar ve partiler arasında yaşanan gerginlikleri, tartışmaları ve çatışmaları belgeleriyle ortaya koymaktadır. Türkiye’de TRT kavgası siyasi partiler arasında uzun süre ve çok yoğun bir biçimde yaşanmıştır. Çünkü siyasi parti yetkilileri bu kurumu etki altına alınca iktidara gelebileceklerine ve dolayısıyla ülkenin yönetimine sahip olacaklarına inanıyordu. Demokrat Parti (DP) 1950 yılında iktidara geldikten sonra kendisini Cumhuriyet Halk Partisi’nin (CHP) saldırılarından koruyabilmek için azami ölçüde radyodan yararlanabilmenin yollarını aramış, çok özel içerikli programların hazırlanmasını sağlamıştır. Neticede bu programlar 1960 ihtilalinden sonra gerçekleştirilen Yassıada duruşmalarının konularından biri olmuştur. TRT ile ilgili ikinci en önemli tartışmalı dönem ise İsmail Cem’in genel müdürlüğe atanmasıyla başlamış, daha sonraki Nevzat Yalçıntaş ve Şaban Karataş döneminde de devam etmiştir. Bu dönemde TRT özellikle yoğun ideolojik çatışmaların aracı ve nesnesi haline gelmiştir. TRT’nin en fazla tartışmalı üçüncü dönemi ise Cem Duna’nın genel müdür olmasıyla başlayan dönemdir. İşte bu çalışma TRT nezdinde yaşanan bu tartışmaları detaylı bir biçimde ele almakta ve özellikle Türkiye Büyük Millet Meclisi tutanaklarına geçen konuşmaları ve bilgileri okuyucularına sunmaktadır. Bu yönüyle belgelere dayalı bir nitelik de taşımaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde kuruluşundan 1946 yılına kadarki dönemde radyo konusu ele alınırken, ikinci bölümde 1946 ile 1960 yılları arasındaki dönem üzerinde durulmaktadır. Üçüncü bölümde TRT’nin özerk bir statüye kavuşturulmasından 1971 muhtırasına kadarki dönem irdelenmektedir. Göreceli olarak daha uzun tutulan dördüncü bölümde ise 1970’lerin yoğun ideolojik çatışmasının TRT özelinde nasıl yaşandığı konusu kapsamlı bir biçimde ortaya konmaktadır. Beşinci bölümde ise 12 Eylül 1980 ihtilaliyle başlayıp 1990’da ilk özel televizyonun kuruluşuna kadarki zaman dilimi değerlendirilmektedir. Özetle, ağırlıklı olarak TBMM Genel Kurul tutanaklarına dayanan bu mütevazı çalışmanın Türkiye’nin yakın tarihindeki medya-siyaset ilişkisini ortaya koyması bakımından yararlı olabileceği umulmaktadır. BİRİNCİ BÖLÜM 1924-1946 DÖNEMİ SİYASAL İKTİDAR VE TRT İLİŞKİSİ 1.1. Radyonun Kuruluşu Türkiye’de radyo işletmeciliği 21 Şubat 1924 tarih ve 406 sayılı Telsiz ve Telefon Kanunu’na göre kurulmuştur. Bu kanun ülke içinde telsiz ve telefonla haberleşme yetkisini Posta ve Telgraf Genel Müdürlüğü’ne vermiştir. Kanunun çıkmasından sonra çeşitli ticari kuruluşlar radyo işletmeciliği konusunda ruhsat almak için başvuruda bulunmuştur. Ardından İçişleri Bakanlığı 1926 yılında radyo işletme hakkını İş Bankası, Anadolu Ajansı ve bazı girişimcilerin ortaklığıyla kurulan Türk Telsiz Telefon A.Ş.’ye 10 yıl süreyle vermiştir (Tuncay, 1988: 123). Bu şirketin kuruluş sermayesinin %70’i özel hukuk hükümlerine bağlı ve tümüyle devlet emrinde olan Anadolu Ajansı ile İş Bankası’na, geri kalan %30’u da şirket sermayedarları olan özel kişilere aitti (Vural, 1986: 105). Şirketin hisse oranlarından da anlaşılacağı üzere devlet özel sektöre destek vererek radyo yayıncılığını özel teşebbüs aracılığı ile gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Bu politika Atatürk’ün o dönemde uyguladığı özel girişimi teşvik etme ve destekleme şeklinde özetlenebilecek ekonomi politikası ile örtüşmektedir. Türk Telsiz Telefon A.Ş. ile devlet arasındaki ilişkilerin esaslarını sözleşme metninin 11, 13 ve 28. maddeleri belirlemektedir. Bu maddelere göre: a- Radyonun fenni, ticari, hesabi bilumum sefahatini takip etmek için devletin tayin ettiği komiserlerin maaşlarını şirket ödeyecektir. Ayrıca hükümet komiser aracılığıyla şirketin hesap defterlerini incelemeye yetkilidir ve şirket bu incelemeye her türlü kolaylığı sağlamakla yükümlüdür. b- Devlet yayın hizmetini kısmen veya tamamen durdurmak, kimi abonelerin alıcı kullanmalarını yasaklamak ve olağanüstü durumların ortaya çıkması halinde istasyonlara tümüyle el koymak hakkını saklı tutmaktadır. c- Şirket, hükümetçe kendisine gönderilecek her türlü resmi bildiriyi ücretsiz olarak, yayınlamakla yükümlü olacaktır. Özel girişim bünyesinde yürütülen yayınlar, gerek bu konuda iş deneyimlerinin bulunmaması, gerekse özel girişimin bu kamusal görevi gereğince yüklenmemesi sonucu, uzun süre kendini haber ve müzik olarak göstermiştir (Aziz, 1981: 81). Belirli özel günlerde TBMM başkanı, başbakan, bakanlar ve siyasal iktidarın önde gelen temsilcilerinin mikrofona çıktıkları, bu kişilere ilişkin olmakla birlikte haber değeri olmayan gezi, açılış toplantısı gibi olaylara büyük önem ve öncelik verildiği söylenebilir. Ayrıca çeşitli nedenlerle radyoda konuşma fırsatı yakalayan konuşmacıların devlet ve parti büyüklerini yüceltici ve övücü sözlere yer verdikleri de görülmüştür. Gerek haberlerde gerekse diğer programlarda “protokole uyma” alışkanlığı işte bu dönemden kalma bir alışkanlıktır. (Kocabaşoğlu, 1980: 89). Bu tür yayıncılık yürütme anlayışının belki de en önemli nedeni devletin kendi imkânlarını kendi kurduğu bir şirkete devretmesi ve böylece bu şirket üzerinde etkili ve söz sahibi olmasıdır. 1.2. İktidarın Radyoya Bakış Açısının Değişmesi İktidarın radyoya bakış açısı aydınların radyo yayınlarına gösterdiği ilgi sonucunda değişmiştir. Özellikle şirket ortaklarından Falih Rıfkı Atay’ın Rusya’yı ziyaretinde oradaki uygulamaları görmesi, bu değişim fikrini pekiştirmiştir. Nitekim Falih Rıfkı Atay, 1931’de Rusya dönüşünde yazdığı bir yazıda şöyle demektedir: “Rus ihtilalcileri radyo ve sinemaya umulmaz terbiye hizmetleri vermişlerdir. Radyonun sesleri en uzak köylerin izbalarında duyulur… Radyo yalnız oynamaz, şarkı söylemez ve konuşmaz. Bazen kuvvetli, bazen da biricik terbiye vasıtasıdır. Büyük bir genişlik içine dağılmış milyonlarca insanı kültüre, malumata ve sanata doğru götürmektedir” (Gönenç, 1981: 4). Aydınların radyoya ilgisi 1934 yılında yoğunlaşmış, basında radyo eleştirmenlerinin düzenli yazıları çıkmaya başlamış ve gazeteler özel radyo sayfaları düzenlemiştir (Kocabaşoğlu, 1980: 123). Ayrıca ülkenin farklı bölgelerindeki Kemalistlerin yaptığı eleştirilerin radyo konusundaki düşüncelerin değişmesinde etkili olduğu söylenebilir. Örneğin Samsun Halkevi Reisliği’nin Cumhuriyet Halk Fırkası Umum Kâtipliği’ne gönderdiği “Türk inkılabının ideolojisini yayın ve tatminde radyodan beklenen hizmete dair bulunan temenni raporu” başlığı altındaki mektup radyo ile ilgili beklentilerini açıkça sergilemektedir. [1] Söz konusu mektupta Halkevi Reisliği, kendi ifadesiyle, Türk inkılabının ideolojisine uygun bir terbiye esasının kurulmasında radyonun önemini vurgulayarak bu konuda radyodan belli bir görev beklediğini dile getirmiştir. Hatta Rusya’nın örnek alınmasının gerektiği belirtilen mektupta, bu ülkede her köyde bir radyo dershanesinin kurulduğu ve bu dershanelerde halkın radyoyu dinleyerek bilinçlendiği ifade edilerek radyo sayesinde mevcut rejimin nasıl ebedileştiğine işaret edilmiştir (Varlık, 1981: 224-226). Bu tür eleştiriler dönemin genel sosyo-politik ve kültürel ortamına da uygun olarak yaygınlaşmış, radyo yayınlarının yeniden gözden geçirilmesi ve radyonun devletleştirilmesi önerileri savunulmaya başlanmıştır. 1934 yılında, radyonun Matbuat Umum Müdürlüğü’nce denetlenmesi, aynı yılın sonlarına doğru Türk müziği yayınının yasaklanması yerine, opera ve caz gibi yabancı müziklere yer verilmesi ve radyo söz yayınlarında birtakım atılımların ortaya çıkmasında kuşkusuz bu eleştirilerin de payı olmuştur (Belge, 1932: 35). Batı müziğinin öne çıkartılmasında Atatürk’ün bu müzik tarzına olan hayranlığı da önemli bir faktördü. Atatürk ünlü Alman tarihçisi Emil Ludwig’le yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: “Musikiye pek çok itina gösterdiğimizi biliyorsunuz. Garp musikisi bugünkü haline gelinceye kadar ne kadar zaman geçti? 400 yıl… Bizim bu kadar beklemeye vaktimiz yoktur. Bunun için Garp musikisi almakta olduğumuzu görüyorsunuz” (Yener, 85: 6-7). Ecevit Türk halkının kendi radyosunda kendi musikisinin yasaklandığı yıllarda Arap musikisi dinlemeye başladığını belirtiyor. Ona göre bugün başta musiki kültürü gelişmiş kimseler olmak üzere, pek çok kişinin yakındığı arabesk müzik kültürünün Türk toplumunda yerleşmiş olmasının başlıca nedenlerinden biri 1930’lardan gelen Arap müziği dinleme alışkanlığıdır (Ecevit, 1988: 20). Nitekim devletin Türk müziğine koyduğu bu yasak karşısında halkın Suriye, Irak ve Yunanistan radyolarını izlemesi ve onların propagandalarına açık olması yüzünden hükümet bu yasağı kaldırmak zorunda kalmıştır. Kemalist ideolojiye aşırı bağlı olanlar radyodan toplumu dönüştürücü icraatlar beklerken radyo yetkilileri, şirketin sözleşmesi gereği farklı düşüncedeydiler. Nitekim bir radyo yetkilisi 1932 yılında yaptığı bir konuşmada görüşlerini şu şekilde açıklıyordu: “Biz her şeyden evvel tüccarız. Müşterinin istediğini yapmaya mecburuz (Gönenç, 1977: 4). Ancak bu düşünce aydınların savunduğu görüşler karşısında sönük kalmıştır. Radikal aydınlar radyo konusunda iki farklı öneride bulunmuşlardı. Birinci öneriye göre, radyo partinin elinde olmalı ve devrim ilkelerini içte ve dışta yaymalıdır… İkinci öneri ise radyodan bir eğitim ve kültür kurumu olarak yararlanılması şeklindedir. Bu kadar yoğun tartışmalara rağmen bu dönemde radyonun resmi ideolojinin istenilen ölçüde toplumun geneline ulaştırılması konusunda etkili olduğu söylenemez. Öte yandan halkevlerinin de kendi çalışmalarında radyodan yeterince yararlandığı söylenemez. Çünkü o dönemde hem ülke radyo açısından yeterli teknik imkâna sahip değildi hem de toplumda yeterince alıcı bulunmuyordu. Hükümetin radyodan mevcut ideolojinin yayılması açısından daha etkin bir görev üstlenmesini arzu etmesi, radyo işletme tekelini elinde bulunduran şirketin maddi kazanç elde etmeyi öncelik görmesi, az gelişmişlik şartları, sermaye yetersizliği, alıcıların pahalılığı, ithal güçlükleri ve ruhsatsız alıcıların denetim zorluğu radyonun devletleştirilmesi konusundaki kanaatin netleşmesine neden olmuştur (Tigveş, 73: 103). Nitekim 26 Mayıs 1934’te kabul edilen Matbuat Umum Müdüriyet Teşkilat ve Vazifelerine Dair Kanun’la, radyo yayıncılığı yetkisi devletin eline geçmiş oldu. Radyo konusundaki ikinci eleştiri dalgası 1934 yılından sonra dünyada meydana gelen ideolojik çalkantıların ardından yapılmaya başlandı. Bu eleştirilerde bazı bölgelerde kurulacak radyoların yeterince denetlenemeyeceği ve bu yüzden casusluk için kullanılabileceği dile getirilmiştir. Özellikle Almanya’nın ve İtalya’nın Nazi ve faşist örgütlerinden beslenen maceracıların taşınabilir boyuttaki radyo vericileriyle karanlık işler çevirebileceği ve bu ideolojiler hesabına çalışabileceği konusundaki endişeler yüksek sesle dile getirilmeye başlandı. Bu yüzden söz konusu dönemde Türkiye’de radyoculuk açısından bir durgunluğun, bekleme sürecinin yaşandığı söylenebilir. Oysa Semih Tuğrul’un da belirttiği gibi bu dönemde çok sayıda yabancı ülke, ulusal radyo kuruluşlarını güçlendirmiş, politik amaçlarla yabancı dillerde yayın yapmaya başlamıştır. Örneğin Moskova, Londra, Berlin ve Sofya radyoları Türkçe yayınlar yapan radyoların başlıcalarıydı. (Tuğrul, 1975: 52). Bu dönemde çıkarılan Telsiz Kanunu’nun üçüncü maddesinde “… Devletin umumi ve askeri emniyet ve asayişinin gerekli kıldığı hallerde her türlü telsiz tesisatına (radyo alıcıları dâhil) hükümetin el koyabileceğini hükme bağlamaktadır” denilerek olaya ilişkin hassasiyet vurgulanmıştır (İlal, 1972: 79). Bu hassasiyet yüzünden amatör radyoculuğa iyi gözle bakılmamış ve bu tür yayıncılık yasaklanmıştır. Ancak 1950 yılından sonra devletin bu katı tutumu yumuşamış; polis radyosu, meteoroloji radyosu ve okul radyoları gibi kurumsal radyolara müsamaha edilmiştir. Nitekim 1939’da savaşın başlamasıyla radyonun rolünü daha iyi anlayan hükümet, radyoya ve radyo hizmetine yeni bir şekil vermiştir. 22 Mayıs 1940 tarihinde çıkarılan 3837 sayılı Kanunla Matbuat Umum Müdürlüğü kurularak, bu kuruma İçişleri Bakanlığı’ndan basın, PTT Genel Müdürlüğü’nden ise radyo yayınları bağlandı. Bu yeni düzenlemede radyoya yüklenen görev şu şekilde belirlenmiştir (Tamer, 1983: 90): Memleket içinde ve dışında milli siyaset ve menfaatlerimizi ihlale matuf olabilecek propagandaları karşılamak, rejimin dâhili ve harici siyaseti hakkında kamuoyunu aydınlatmak ve gereğine göre uygun göreceği araçları kullanarak yayın yaptırmak ve yaydırmak, devlet icraatını kamuoyuna layık olduğu ölçü ve önemde duyurmak, radyo postaları aracılığıyla halkın siyasi, içtimai, harsi ve bedii ihtiyaçlarını tatmin edecek programlar yapılması ve yayınlanmasını sağlamak, memleketi yabancı memleketlere tanıtmaya yarayan her türlü faydalı yayını yapmak.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir