Zubritski, Mitropolski, Kerov – İlkel Köleci Feodal Toplum

İNSAN İLE HAYVANLAR ARASINDA BİYOLOJİK AKRABALIK 19. yüzyılda yapılan kazılar sırasında, bilginler, toprağın çok derin katlarında, dıryopitek ya da “ağaçlarda yaşayan maymunlar” adını verdikleri, çok gelişmiş maymunların kalıntılarını buldular. Bu bulgulardan ve hayvanlar âleminin uzun yüzyıllar süren evriminin tahlilinden sonra, büyük İngiliz doğa bilgini Charles Darwin ve onun yolunda yürüyen bilginler, hayvanlarla insanlar arasında biyolojik bir akrabalık olduğunu ve insanın, bugün soyu tükenmiş olan çok gelişmiş bir maymun türünden geldiğini tanıtladılar. Bu sonuç, insanın ve çağcıl insansı (anthropoïdes) maymunların kemik çatısı, gelişmiş beyin ve kan grubu gibi anatomik, embriyolojik ve paleontolojik alandaki pek çok verilere dayanıyordu. Bilimin sonraki gelişmeleri, bu materyalist teoriyi parlak bir biçimde doğruladı. İNSANIN ATALARI: ÜST İNSANSI MAYMUNLAR Otuz milyon yıl kadar önce, parapitek denen çok gelişmiş maymunlar, tropikal bölgelerdeki ormanlarda yaşıyorlardı. Bu maymunlar, bir yandan bugünkü şebek maymunların (gibbons) ve orangutanların dedeleri, öte yandan da bir maymun taşılı türünün, dıryopiteklerin, ataları oldular. Dıryopitekler ise, insanlar ile goril ve şempanze gibi çağdaş insansı maymunların ortak ataları oldular. Daha sonra, evrim düzeyleri bakımından, dıryopitek ile insan arasındaki bir geçiş evresinde yer alan bir kısım insansı maymunlara ait taşıl kalıntıları bulundu. Bu bulgular, yeryuvarlağının hemen hemen her yanında saptanmıştır: Avrupa’da, Asya’da (Hindistan’da, özellikle Gürcistan’da), Güney Afrika’da. Bu maymunlardan kalan kemiklerin incelenmesi ve yaşadıkları doğal ortamın tahlili, çağcıl insanın atalarının büyük evrim aşamalarını ortaya koyma olanağını sağlamıştır. Dört-elli büyük antropoidlerin, ağaçlara tırmanmaları, sık sık dikey bir duruşa geçmeleri için uygun bir durum yaratıyordu; böylece, onların kolları ve elleri, tutunucu hareketlere gittikçe daha iyi uyarlanarak, yavaş yavaş değişikliğe uğradı. Daha sonra, ormanların seyrek oldukları bölgelerde, insansı maymun sürüleri, ağaçlardan inmek ve yerde yaşamaya alışmak zorunda kaldılar. Alt üyeleri üzerinde ayakta durabilme alışkanlıkları, onlara, düşey bir yürüyüş durumunu benimsemek ve, üst üyelerini, avlarını yakalamak, yiyecek toplamak ve vurmak vb. için gerekli hareketlere ayırma olanağını sağladı.


İşte, kalıntıları Güney Afrika’da bulunan taşıllaşmış maymunlar, bu dönemde yaşıyorlardı. Genel olarak, çalılık ve ağaçlı bozkırda bulunuyorlardı. Onların kemik yapıları, özellikle alt üyeleri üzerine bastıklarım, yani dikey, iki ayak üzerinde yürüdüklerini gösteriyor. Onların üst üyelerinin (ellerin) büyük özelliği, zamanımızdaki insansı maymunların çoğununkinden hissedilir bir şekilde büyük olan ve öteki parmaklarla önemli bir açıklık oluşturan başparmakta kendini gösterir. Bu, onların, çağdaş maymunların yapamadıkları tutunma hareketlerini yapabildiklerini tanıtlar. Diğer önemli biyolojik özellik, bedenin dik duruşuna uyarlanmış olan kafatasının çok karakteristik yapısıdır. Sonradan, bu olgu, kafatası boşluğunun ve beynin daha çabuk gelişmesini kolaylaştırmıştır. Bugün, insanın atalarının, Afrika, Güney Avrupa, Güney Asya ve Güney-Doğu Asya’ya uzanan “verimli yarımay” içinde yaşamış oldukları anlaşılan bu taşıllaşmış maymunsulardan gelen kuşaklar olduğu kabul edilir. Bu bölgelerde yalnız insansıların kalıntıları değil, çok eski insanların da (pithecanthropus, sinanthropus, vb.) kemik kalıntıları bulunmaktadır. Özellikle bugünkü Transkafkasya bölgesi de, bu alanın içine giriyordu. Avustralya’nın “verimli yarımay”ın dışında kalmış olması gerekir, çünkü Avustralya, yüksek memelilerin ortaya çıkışından önce, büyük karaların geri kalan kısmından ayrılmış bulunuyordu. Kuzey Asya ve Avrupa’da insansıların ve insanların taşıllaşmış kemik kalıntılarının bulunmayışı, bu bölgenin de, insanlığın ilk yurduna dahil olmadığını tanıtlamaktadır. Demek ki, hayvanlar âleminin ilerleyen evrimi sonucu, uzun ve aşamalı bir gelişme yolunda, yeryüzündeki yaşamın bütün tarihinin en önemli olayı olan insanın en yakın atalarının ortaya çıkışı, 1.500.

000 yıl öncesine, yani Üçüncü Zamanın sonuna kadar varır. Biyolojik bakımdan insan, hayvanlar âlemini düzenleyen ve yöneten doğal ve nesnel yasalara uygun olarak oluştu. 2. İNSANIN OLUŞUMUNDA EMEĞİN ROLÜ İNSANIN İLK ATALARININ ÇALIŞMA EYLEMLERİ İnsanın kökeni sorununu tam inceleyebilmek için, yalnızca biyolojik evrim sınırları içinde kalınmamalıdır. Bu biyolojik evrim, tek başına, hayvan-atadan, en eski biçimiyle olsa bile, ön-insansıya geçişi belirleyen olgunun, nasıl bir olgu olduğunu açıklamaya yeterli değildir. Hayvanlar âleminin, insanın ortaya çıkışına kadarki evrimini damgalayan nitelik değişikliklerinin bulunuşunu Friedrich Engels’e borçluyuz; Engels, insanı hayvanlar âleminden ayıran şeyin, inşanın kendi eliyle yaptığı iş aletlerinin yardımıyla gösterdiği toplumsal çalışma faaliyeti olduğunu saptamıştır. Evriminin bütünü içinde kesin bir rol oynamış olan insanın bu özelliği, birdenbire ortaya çıkmış değildir. Ayaküstü duruşun sağladığı elverişlilik ve bunun belirlediği üst üyelerdeki gelişme sayesinde, ön-insansılar, kendilerini büyük yırtıcı hayvanlara karşı savunmak, avlanmak, yenebilir bitkileri toplamak için her çeşit nesneyi -taş, kemik vb.- kullanmayı öğreniyorlardı. Kazılarla elde edilen bulgular, insanın en uzak atalarının, küçük hayvanları avlamak için her çeşit ağır nesneleri kullandıklarını, çağanoz ve kaplumbağaların bağalarını taşla kırdıklarını keşfetmemize olanak sağlıyor. Doğada bulunan aletlerin sistemli olarak kullanılması, insanın atalarını, bu nesneleri kendi gereksinmelerine göre değiştirmeye, ve daha sonra, iş avadanlıkları yapmaya ve çalışma faaliyetine geçmeye götürdü. Bu eylem sırasında, doğada bulunmuş nesneleri, kendi özel gereksinmelerini karşılamak amacıyla değiştiriyorlardı. İş aletlerinin, en kabataslak olanlarının bile yapımı, insanı, hayvanlar âleminden kurtarır, çünkü, hiçbir hayvan, birazcık da olsa eylemini yönlendirme yeteneğine sahip değildir, hiçbiri, en ilkel şeyleri bile yapamaz. Doğada bulunan aletlerin (taş ya da rasgele ele geçirilen bir sopanın) işlenmeden, oldukları gibi kullanılışından, özel iş avadanlıklarının yapımına geçiş, doğanın evriminde çok büyük bir atılım göstermiş, insansı maymunların insan varlığı haline dönüşümünün başlangıcı olmuştur. İnsanın atalarının çalışmaya yeterli hale gelmeleri, biyolojik evrimin etkisiyle olmuştur.

Ama emek de, kendi yönünden, insanların evriminin gidişim, sözkonusu biyolojik ilişkiler çerçevesi içinde etkilemiştir. Alt ve üst üyeler arasındaki kesin görev ayrımı, ancak emek sayesinde olmuştur. Eller, çalışma işlemlerinde uzmanlaşmış, kıvraklık, kesinlik ve bu işlemler için gerekli olan uyumlu hareket yetisini kazanmışlardır. Emek, aynı zamanda, dikey yürüme alışkanlığını pekiştirmiş ve insanın öteki organlarının ve iç organlarının gelişmesine de yardımcı olmuştur. 3. DÜŞÜNCENİN VE DİLİN EVRİMİ DÜŞÜNCENİN İLERLEMESİNDE EMEĞİN ROLÜ Tarih-öncesi insanlar, doğanın kendilerine sunduğu aletleri kullanırlarken, yiyeceklerin çeşidini de hissedilir ölçüde geliştirdiler. Bitkisel besinlerden ve kuş yumurtaların dan başka, artık küçük memelileri, kertenkeleleri, çağanozları, giderek elverişli durumda avlayabildikleri büyük hayvanların etlerini de yiyorlardı. Bu düzenli etle beslenme sayesinde, öninsansılar, organizmanın ve en başta beynin gelişmesini sağlayan diğer maddeleri ve albümini bol miktarda alıyorlardı. Bu olgu da, onların, kemik yapılarının ilerlemesine katkıda bulunuyordu. Onların içgüdüsel çalışma faaliyetleri, gittikçe daha düşünülmüş ve bir amaca yönelmiş nitelik kazanıyordu. Yüzyıllar boyunca, insan, kendini çevreleyen nesnelerin özelliklerine dikkat ediyor, iş alışkanlıklarını biriktiriyordu; yavaş yavaş olayları genelleştirmeyi ve olaylar arasındaki iç bağıntıları bulup çıkarmayı öğrendi. Artık çabalarının sonuçlarını önceden görebiliyordu, kendini kuşatan doğayı tanımayı öğreniyordu. Çalışırken ve çalışmanın içerdiği doğanın etkin bir biçimde değiştirilişi sırasında, tüm organizma ve düşünme yeteneği, düzenli olarak gelişiyordu. Zamanla, çalışma eylemlerinin ilerlemesi, yalnız ellerin çalışmasının yetkinleşmesine ve incelmesine değil, düşüncenin ve aynı zamanda atalarımızı bilinçli ve bir amaca yönelmiş bir çabaya elverişli kılan bütün yetilerin gelişmesine katkıda bulundu. Emek, Rus fizyoloji bilginleri Setçenov ve Pavlov’un beyinde geçen fizyolojik görüngülere dayandığını tanıtladıkları, insanın ruhsal yapısının yetkinleşmesine yardım etti.

Beyin maddesi ve bu madde içinde oluşan fizyolojik süreçler olmaksızın, en kabataslak, en ilkel ruhsal faaliyetlerin bile olması olanaklı değildi. D İ L Telâffuz edilen dil {langage articulé), gene çalışma sırasında oluştu ve gelişti. Düşünce, insan bilinci, soyutlama yetisi ile bezenmiştir; ya da başka bir deyişle, insan düşünce ve bilinci, çevreleyen gerçekliği, sözcüklerle anlatılabilen kavramlarda yansıtmak ve sentez yapmak yeteneğine sahiptir. Bu soyutlama yetisi, insanlara, düşüncelerini ve duygularını, sözcüklerle anlatma olanağını vermiştir; öte yandan, dil de, topluluğun bağrında, bilgilerin alışverişini olanaklı, kılmıştır. Ama bu olanak henüz tek başına, düzenli konuşmanın doğması için yeterli değildir. Onun için, düşüncelerin başkasına iletilmesinin ilkin buyurucu olması gerekir. Ve emir kipi ortaya çıkıyor ve ortaklaşa çalışma içinde gelişiyor. Çalışma, her zaman, toplumsal bir olgu olmuştur. Tek başına bir bireyin çabaları, tüm topluluk yaşamının ayrılmaz bir parçasını oluşturmuştur. Topluluk üyelerinin çalışma için biraraya gelmesi, bireyin düşüncesinde ve bilincinde, kendisini, toplulukla aynı ve bir tutmaya, topluluğun gereksinmelerine boyuneğmeye ve kendisini yalnızca topluluğun bir üyesi saymaya götürüyordu. Ve bu ortaklaşa çalışma yüzündendir ki, insanlar, birbirleriyle iletişimde bulunmak, konuşmak gereksinmesini duydular. Başlangıçta, yalnızca çalışırken, şu ya da bu işleme uygun düşen tek tek ünlemler kullanılıyordu. Bu çığlıklar, yavaş yavaş insanların belleğinde yer etti ve onların ne anlama geldikleri bilinçlerinde yerleşti. Çalışma faaliyetlerinin gelişmesi, bu çığlıkların birbirlerinden ayırdedilmesine yolaçtı. Öte yandan, bu olgu, ses organlarının değişikliğe uğramasını hızlandırdı.

Çalışma sırasında, karşılıklı konuşmak ve anlaşmak zorunluluğu karşısında, başlangıçta az gelişmiş olan gırtlak, telâffuz edilen sesler çıkarmaya yetenekli bir organa dönüşmek üzere, değişikliğe uğradı. Böylelikledir ki, uzun yüzyıllar süren ortak çalışmanın sonunda, derece derece, telâffuz edilen dil, insanlar arasında fikir değişiminin ve ilişki kurmanın en üstün aleti olan dil ortaya çıktı. Toplumun ilerlemesinde dilin çok büyük bir etkisi oluyordu; çünkü dil, insanların çalışma çabalarının biraraya toplanmasına ve aynı zamanda ortaklaşa çabanın örgütlenmesinin geliştirilip yetkinleşmesine yardım ediyordu. Söz sayesindedir ki, insanlar, birikmiş iş alışkanlıklarını koruyorlar, yayıyorlar ve deneyimlerini yeni kuşaklara iletiyorlardı. Tarihinin başlangıcında, insanlığın çok kapalı küçük topluluklara bölünmüş olması yüzünden, her grubun dili temelinde, bağımsız bir gelişme izliyor ve bir grubun dili, öteki grubun dilinden ayrı oluyordu.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir