Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm romanının yazımı çok uzun sürdü; bunu daha önce benimle yapılan çeşitli söyleşilerde anlatmıştım. Romanın başlangıcı 1974 yılına kadar uzanıyor. O yıllarda Stockholm’de orman kenarına kurulmuş öğrenci evlerinde yaşıyorduk, geceleri harıl harıl bu romanı yazıyordum. Ama epeyce yazdıktan sonra bu işe ara verdim. Bunun nedeni, olaylara ve karakterlere fazla yakın olduğumu düşünmem ve “gerçeğe gerçekdışından ulaşmak” için gerekli mesafeye sahip olmadığıma inanmamdı. Roman, büyük bir tomar halinde koyduğum rafta, gün ışığına çıkacağı günü bekleyerek epeyce yattı. Birkaç yıl sonra bu işi tekrar ele aldım. Romana yeni bölümler ekledim. Eski metinden, beğendiğim bölümleri tutup beğenmediklerimi attım. Bu atıp ekleme işlemi yıllarca devam etti. Bu arada Engereğin Gözü adlı yeni bir roman yazdım. Çalışmanın başlangıcıyla bitişi arasında hiç kesintiye uğramayan ve denetimi elden kaçırmadığım bir roman oldu bu. Sonra tekrar ilk göz ağrıma, neredeyse çeyrek yüzyıl boyunca beni uğraştıran Stockholm hikâyesine döndüm. Bu kez ne pahasına olursa olsun bitirip yayımlayacaktım. Bu niyetle Brötanya’daki bir balıkçı köyü olan Doeylan’da bir arkadaşımın evine yerleştim. Gauguin’in resim yaptığı bu okyanus kıyısı köy, Stockholm gerçeğinden epeyce uzaktı işte ve aradan yıllar geçmişti. Romanı tamamlayıp Remzi Kitabevi’ne teslim ettiğimde içime tuhaf bir rahatlık yayıldı. Öyle ya, yirmi beş yıllık bir yükten kurtulmuştum. Romanın okurlar ve eleştirmenler tarafından beğenilmesi ve Yunus Nadi Roman Ödülü’ne layık görülmesi sevindiriciydi doğrusu. Bu defteri kapattığımı sanıyordum ama aldanıyormuşum meğer. Romanın yayın hakları yabancı yayınevleri tarafından satın alındı. Bunlar arasında Paris’teki Gallimard da vardı. Bir kitabın Gallimard tarafından yayımlanması, dünya vitrinine çıkması anlamına geliyordu. İçimi bir kurt kemirmeye başladı: Acaba Fransızcaya çevrilmesi sırasında romanı tekrar gözden geçirsem ne olurdu? Daha mükemmel hale getirmek ne gibi bir sakınca yaratabilirdi ki! Ne de olsa yıllara yayılmış bir yazma söz konusuydu. Belki de bazı noktalarda ipleri elimden kaçırmıştım. Belki de yaşlı adamla Sami’nin ilişkilerini daha derinlemesine inceleyebilir ve karakterlere daha bir derinlik katabilirdim. Romanın yoğunluğunu artırmak elimde gibiydi. Bu düşüncelere gömülmüş durumdayken bir UNESCO toplantısı için Paris’e gittim. Boş bir öğleden sonra Odessa Meydanı’nda, aynı ismi taşıyan kahveye oturup bir bira söyledim kendime. Baharın ilk günleriydi ve parlak bir güneş hafif hafif ısıtıyordu ortalığı. Romanı düşünmekte olduğumu fark ettim. Daha doğrusu düşünmüyor, cümle cümle yeni bölümler yazıyordum. Bunları kayda geçirmem gerekiyordu. Yakındaki bir mağazadan hemen bir defter aldım ve başladım yazmaya. Saatlerce yazdım. Ve o kahvede yazılanlar roman üstüne yapacağım yeni çalışmanın çekirdeğini oluşturdu. Bu çabayla romanın psikolojik boyutunun mükemmelleştiği kanısındaydım. Ama ortada bir engel vardı. Roman İstanbul, Atina ve Belgrad’da yayımlanmış, Almanca ve İngilizceye çevrilmişti. Fransızca çevirisi de tamamlanmak üzereydi. Yaptığım köklü değişiklikler yayınevlerini ve çevirmenleri çok zorlayacaktı. Ama romanın yeni biçimi beni o kadar çekiyordu ki bu engelleri aşmaya karar verdim. Kitabı Fransızcaya çeviren Timur Muhiddin’le, Zürich’teki yayıncı dostum Lucien Letiess’le ve Remzi Kitabevi’yle konuştum. Kitabın Türkçedeki yeni basımlarını değiştirecek, çevirilerde bu yeni biçimi esas alacaktık. Türkiye dışında kitabın yayımlanmış olduğu ülkelerde ise yapılacak bir şey yoktu. Bu arada romanın çevirilerdeki ismi de değişmiş ve Yalnızlık Mevsimi olmuştu. Şimdi içim rahat. Çünkü benim bu acayip, belki biraz örselenmiş ama çok sevdiğim ve bir türlü vazgeçemediğim çocuğum, istediğim hale geldi. Diğer romanlarıma ilişkin böyle düşüncelerim olmadı hiç. Mesela Mutluluk’ta bir cümle bile değiştirme isteği duymuyorum ve değiştirmeyeceğim. Ama okuyucularıma Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm’ün yeni biçimini sunarken, eksik kalmış bir görevi tamamlamış olmanın rahatlığı var içimde. Bu roman benim için şimdi bitti, yani yazılmaya başlanmasından yirmi dokuz yıl sonra. Zülfü Livaneli 1 Stockholm’de dokuz yıldır politik mülteci olarak yaşamakta olan Sami Baran, cinayet tohumunun ilk kez içine düşeceği o salı akşamından yedi gün önce, karanlık ormanların içinde kıvrıla kıvrıla giden buzlu yolda araba sürmekteydi. Gökyüzüne dimdik uzanan sedir, çam, kayın ve köknar ağaçları iki yanından hızla kayıyor ve otomobil, daracık yolun buz tutmuş kayganlığında savrulup duruyordu. Eski bir Volvo’ydu kullandığı: Hurdaya çıkmasına az kalmıştı ve bir zamanlar lacivert olan rengi, çeşitli yamalarla zedelenerek soluk bir maviye dönüşmüştü. İkinci el oto pazarında bu otomobile belki de sekizinci, onuncu el demek gerekirdi. Epey hırpalanmış, Kuzey kışının darbelerini yiye yiye çürümüş ve uzun kış mevsimleri boyunca buzlu yollara dökülen tuzdan her yeri pas bağlamıştı; ama yine de doğru dürüst hiçbir iş yapmayan, arada, bir saati 40 kron karşılığında çöp arabası süren ve genel olarak sosyal yardım bürolarının mülteci fonlarından geçinen biri için hiç de fena değildi doğrusu ve onun ayağını yerden kesiyordu. Şehir içinde, park yerleri pahalı olduğu için kullanmıyordu ama o garip sıkıntı yüreğini kemirmeye başladığında atlayıp şehir dışına çıkması ve ormanlar, göller arasında delice sürmesi için birebirdi. Bazen yüreği sıkışıp, dertop olup boğazına kadar yükseliyor ve nefes almasını engelleyecek bir yoğunluğa erişiyordu. Sanki bir an daha geçerse patlayacakmış gibi hissediyordu kendini, sanki bir yanardağ oturuyordu göğsüne. Bir iç çöküntüsüydü bu. Atak geldiği zaman ne yapacağını bilemiyor ve eski Volvo’ya atlayıp bir an önce şehir dışına çıkmaktan ve o insansız yollarda deli gibi gaza basmaktan başka bir ferahlama yolu bulamıyordu. Böyle anlarda Volvo’nun buz üzerinde oradan oraya savrulmasını hissetmenin garip rahatlatıcılığına sığınırken, bir yandan da ne olduğunu bilmediği sözler dökülüyordu ağzından. Bir seferinde, kriz geçer geçmez, ani bir fren yaparak iyice kaymış ve buzda fırıl fırıl dönen araba durduğunda dikiz aynasında beliren yüzünün yaşlarla sırılsıklam olduğunu görmüştü. Bilincini yitirme noktalarına sürüklendiği ve aklının sınırlarına savrulduğu bu yolculukların tehlikeli olduğunu biliyordu bilmesine, ama bu ona garip bir yürek dinginliği sağlıyordu. O günlerde, Kungshamra öğrenci bloklarındaki küçük odasında, yıpranmış, yüzü eprimiş koltukta oturuyor; küçük bir aynada sağlıksız gözkapaklarını inceliyor; elini karnına koyup sağ tarafına yayılan, sonra bir topluiğne ucu gibi kendini duyurup şiddetlenen ağrıyı düşünüyordu. Oturduğu yerden dışarı bakınca görebildiği tek şey, fare rengi, kapanık, deşilmemiş bir cerahat duygusu veren sonsuz grilikti: Beton evler, sonra daha yüksek evler; kapalı ve alçalmış gökyüzüyle birleşip görebildiği her şeyi çimentolaştıran, geometrik asfalt yollarla bütünleştiren bir grilik kafesi. Sanki bunu abartmak istermiş gibi, evlerdeki pencereler ya sarı ya kırmızı ya da maviydi. Sessiz ve boşalmış mahallede, evler arasındaki beton yollarda yürür, yürür, yürürdü. Çamaşırhaneye giden birkaç kadından, bir de küçük bebeklerini hava almaya çıkaranlardan başka hiç kimse görünmezdi ortalıkta. Çünkü herkes çalışıyordu. Geometrik, dar, beton, otomobil girmeyen yollarda hızla yürür, çimenliklere geldiğinde bastığı yerin yumuşadığını hissetmek hoşuna giderdi. En büyük sıkıntıyı, Sergelstorg gibi, geometrik biçimlere bölünmüş meydanlarda ve yollarda çekiyordu. Çünkü elinde olmadan bu biçimlerden birini seçiyor ve sadece onlara basarak yürümeye çalışmaktan, garip hareketler yapar duruma düşüyordu. Mesela sadece siyah taşlara basarak yürümesi gerekliydi, beyazlara basmamalıydı. Ya da tam tersine, beyaz taşları seçmişse siyahlara basmaması gerekiyordu. Aynı renkte olsalar bile ya birer atlayarak yürümeli ya da baklava dilimi gibi sıralanmış olanları, kendine göre bir düzene koymalıydı. Yürürken bir parmaklığa rastlaması da aynı sonucu doğuruyordu: Parmaklıkları tek tek saymalıydı. Eğer biri eksik kalırsa dünyanın sonu gelecekti sanki. Ama bu işin kuralı yoktu. Parmaklıkları birer atlayarak da sayabilirdi. Bazı insanların doğuştan böyle olduğunu düşünüyordu. Kendisinde ise sonradan başlamıştı bu. Yaşadıklarının ve uzun Kuzey yıllarının bir hediyesiydi bu garip huy. Yapmasa da olurdu ama böyle şeylerle oyalandığını düşünüyordu. Çünkü çok sıkıcıydı ortalık. Bastığı yeri fark etmeden çiğneyip geçen insanlara büyük bir hayranlık duymaktaydı. Kendisi bir türlü böyle olamıyordu işte; ama en kötüsü evdeki haliydi. Bazen üstüne oturduğu koltukta, sonu gelmez bir tüy toplama işlemine girişmiş olarak bulurdu kendini. Eskimiş, lacivert, kadife koltuktaki her mikroskobik beyaz noktayı toplamak gibi sonsuz bir uğraşa dalardı. Mutfak rafındaki bardaklar illa ki belli bir sıraya göre durmalıydı, tabaklar da öyle… Stockholm’e ayak bastığı ilk gün, ıslak, yapışkan ve soğuk havada, yağmur altında parlayan otomobiller ve iki yanından akan insanlar arasında, zaman ve mekân duygusunun değişmesini yaşamıştı. Şehir, onca reklam ışığı, neonlar, farlar ve sokak fenerleriyle bile, kapanık ve kasvetli geliyordu ona. Garın önünde öylece durmuş ve ne yapacağını bilemediği için, tekrar görkemli merkez garı binasına dönmüştü. Elinde küçük valiziyle içeri girdiğinde yağmur suları ensesinden içeri süzülüyordu. Hangara benzeyen istasyonun ortasında boydan boya sıralar vardı. Uzun sarı saçlı, deri bileklikli ve dövmeli sarhoşlar, tahta pabuçlarını betona vuruyorlar, işaretparmaklarını uzatarak gelip geçenin yolunu keserken sonsuz bir uzaklığı gözler gibi bakıyorlardı. Kuzey’in karanlık ormanlarından yükselen feryatlar çınlıyordu kubbede ve adamın biri orta yerde iki yana sallanarak işiyordu. Telefonların yan yana dizildiği bölüme gitmişti ama sırtlarından tutturulmuş bir sürü rehber görünce işin içinden nasıl çıkacağını bilememişti. Yardım istediği yaşlı bir kadın, eliyle, sinek kovar gibi kovmuştu onu. Bölmeden çıktığında yine o garip çığlıkları duymuştu. Ormandan yola akan suyun donduğu ve bir jilet keskinliği kazandığı dönemeçte iyice savruldu Volvo, sağ yandaki lastikleri ağaç diplerini yalayarak geçti ve bir an denetimi iyice elden kaçırdığını sandı Sami. Ama sonra otomobil kendini topladı ve yoluna devam etti. Bütün bu heyecan sırasında, bir süredir tutturmuş olduğu düzenli ve kesiksiz inlemeleri sürdürmeyi ihmal etmemişti. Nedense bu anlamsız sesler hoşuna gidiyordu. O öğrenci mahallesindeki evleri, yolları, sarı, kırmızı, mavi pencereleri, evlerin camlarına asılı pastel çocuk resimlerini, el yapması lambaları, girişlerindeki alacalı plastik yollukları, Noel süslerini, Lapon köylü başlıklarını, tahtadan oyulmuş pabuçları ve yün çorapları, geleneksel Dala atı yontularını görmek istemeyerek; ama onlarla çevrili ve kuşatılmış durumda dönüp duruyordu yollarda ve soruyordu: Kanser miyim acaba? Karnının sağ yanındaki nokta, durup durup bir tığ batırılır gibi sızlıyordu. Sürüp giden ritmik inlemeyi kesmeden farları yaktı. Kışın hiçbir zaman aydınlanmayan hava, öğleden sonranın etkisiyle daha da koyulaşmaya başlamıştı ve iki yanındaki sık, yüksek ağaçlar karanlığı artırıyordu. Dışarıdaki inanılmaz soğuğun giderek arttığını ve varolan her şeyi dondurup cansız bir tundraya çevirdiğini hissetti. Kuzey’in canlı doğası uzun bir kış uykusuna yatmış, donmuştu. Ne kadar gazete varsa toplar, son satırına kadar okuyup bir anlam çıkarmaya çalışırdı. Sonra en kısa yoldan hastaneye atardı kendini. Acil serviste ağrıları artarak beklerdi. Beyaz plastikten sağlık kartını uzattığında, hemşireler onun kim olduğunu bilirdi. Muayene odasının donuk beyazlığında doktorun eli bedeninde dolaşırken “Kalbimde bir bozukluk var!” derdi ona. “Bizim ailede zaten kalpten giden çok. Geceleri bazen uyanıp kalbimin durmuş olduğunu görüyorum, nabzım da atmıyor. Sonra tam tersine hızlanıyor. Dudaklarımda morluklar başladı, kalbimde bir bozukluk var.” Evden fırlayıp hastaneye koşmayı alışkanlık haline getirmişti. Her seferinde ayrı bir doktorla konuşurdu: “Safra kesemde taş var benim, batıyor. Hele yumurta yediğimde… Galiba prostat da…” Doktorlar ağız birliği etmişçesine iri gözleri kaygı dolu bu genç ve çelimsiz çocuğu başlarından savarlardı. Birinde “Beni öldürmeye çalışıyorsunuz” diye bas bas bağırmıştı muayene odasında: “Du ska doda mig!” Genç doktorun kafasına ağır bir kül tablası fırlatmıştı. Verdikleri ilaçlardan biri –ki sonradan bunun bir yatıştırıcı olduğunu öğrenecekti– tansiyonunu düşürmüştü. Dili ağzının içinde dönmüyor, çenesine ve boynuna bir kasılma yayılıyordu. “Tamam!” demişti. “Demek son durağa vardık.” Doktor ilacın dikkatsizce verilmiş olduğunu, bazı rahatsızlıkları olanlarda kullanılamayacağını söylemişti. Böylece yolunda gitmeyen bir şeyler olduğuna dair ilk imayı kapmış oluyordu onların ağzından. Bir zaferdi bu. İşte, gerçekten hastaydı, düpedüz hastaydı. O doktora minnet duydu. Bir geminin ambarında mazot, makine yağı, deniz, ekşimsi ve tatlı balık kokan, lombozlarından ışık süzülen loş bölmede, üstü çentik çentik tahta masanın başında, hayatında yattığı tek İsveçli olan Astrid, hünerli ellerini uzatıyordu ona. Daha sonra yeraltı istasyonlarına benzeyen metrolarda koşuyor, yürüyen merdivenlerde, sokaklarda, sarhoşlar, kusmuklar, ezilmiş bira kutuları, yaşlıları itip yuvarlayan parlak ceketli gençler, porno ilanları, makine şakırtıları, metal kronları ve öreleri avcuna boşaltan makineler, sosis, patates püresi, tatlı hardal bulaşığıyla birbirlerinin dudaklarını emen sivilceli gençler, ucuz giysili, apartman topuklu esmerler ve onların, göğüslerine ay yıldız takmış olanları arasında yitip gidiyordu. Fren gıcırtıları, naralar, gülmeler büyüyor, sonra birden toz içinde kalıyordu sanki; ağzı, gözleri, odası gıcır gıcır eden toza batıyordu. Hastanede pis kokulu bir ilaç içirip evire çevire filmlerini çekiyorlardı. Görevlilerin yüz anlatımlarından bir şey çıkarmaya çalışıyordu. “Ne var?” “Üç gün sonra!” Yüzüne kuşkuyla mı bakıyorlardı ne?
Zulfu Livaneli – Bir Kedi, Bir Adam, Bir Olum
PDF Kitap İndir |