Zulfu Livaneli – Serenad

Uçakta rahat eden insanlar, yeryüzünden sekiz bin metre yukarıda, boşlukta, metal bir kutunun içinde olduklarını unutup kafalarını şarabın kalitesine, yemeğin lezzetine, koltukların genişliğine takanlardır ki, hemen söyleyeyim ben de onlardan biriyim. Frankfurt-Boston uçağının rahat koltuğunda, beyaz Porto şarabımı yudumlayarak, jet motorlarının tatlı homurtularını dinlemekteyim. Yemek servisinden sonra uçak karanlıklara gömüldü bile. Yolcuların kimi kendilerine dağıtılmış olan lacivert çantadan çıkardıkları göz bantlarını takmış uyuyor, kimi yine aynı çantadan aldığı kalın çorapları giymiş, önündeki ekranda film izliyor. Komedi filmi izleyenler kulaklık taktıkları için kendi seslerini duymadan yüksek sesle gülüyorlar. Önümde oturan beyaz saçlı yaşlı adam ise huzursuz bacak sendromundan muzdarip olmalı ki bacaklarını sallayıp duruyor. Yemek servisini topladıktan sonra herkesi uykuya davet etmiş olan mavi giysili, mavi kepli Alman hostesler, şimdi de güneşlikleri kapatıyorlar. Gece olmasına rağmen bunu yapmalarının nedeni, güneş doğarken yolcuların uyanmamasını sağlamak. Kahvaltı istemeyip de uyumayı tercih ediyorsanız, koltuğunuzun baş kısmına, bu isteğinizi belirten bir işaret koymak zorundasınız. Ama nasıl olsa benim uyumaya niyetim yok. Önümdeki dizüstü bilgisayarıma bu satırları yazmaya başladım ve bu işi Boston’a inene kadar sürdüreceğim. Şehre inmeden hikâyemi yazıp bitirmiş olmam gerekiyor. Nedendir bilmem ama bunun şart olduğunu hissediyorum. Hikâye bitmeli, bu iş tamamlanmalı, artık anlatacak bir şey kalmamalı. Geçmişin hesapları, çekilmiş acılar, insan vahşetinin izleri gömülmeli. Carl Sagan insanların hâlâ sürüngen atalarının saldırganlığını taşıdığını söylüyordu. “Beyin sapı, yüz milyonlarca yıl önceki sürüngen atalarımızdan miras kalan ve zaman içinde evrilen saldırganlığın, ritüellerin, bölgesel ve sosyal hiyerarşinin yatağı olan organdır” diyordu. Bence de çok yerinde bir görüş bu. Hepimiz içimizde, gizli, nazik davranışlarla üstü örtülen ama bir tehdit algıladığımız zaman hemen o keskin dişleriyle ortaya çıkan bir timsah taşıyoruz. Hepsini anlatmalıyım. Ancak böyle bir itiraf ve tanıklıktan sonra acılar aşılabilir, hayat sadeleşebilir. Bu sabah İstanbul-Frankfurt uçağına bindim. Frankfurt’ta uçak değiştirmek için bir kafede latte içip biraz bekledim. Sonra, her şeyini uçmaya odaklamış bu havaalanı-şehirdeki karmaşık labirentlerden geçip pasaport kontrolüne geldim. Avrupalı olmayanlar kuyruğuna girip sıramın gelmesini bekledikten sonra buz bakışlı gümrük polisine ay-yıldızlı pasaportumu uzattım. Polis oradaki her bilgiyi inceden inceye bilgisayara kaydetti. Adı: Maya Soyadı: Duran Cinsiyeti: Kadın Doğum tarihi: 21 Ocak 1965 Yaşımın 36 olduğunu hesaplamıştır herhalde. Neyse ki pasaportlarda “Din” hanesi olmadığı için “Dini: İslam” diye yazmadı ama elinde bir Türk pasaportu tuttuğuna göre Alman polis bundan son derece emindi. Başka ne olabilirdi ki! Oysa ben içimde üç ayrı kadını daha barındırıyordum. Sadece Maya değildim; aynı zamanda Ayşe, Nadia ve Mari’ydim. Amerika’ya da bu dört kimliğimle giriş yapacaktım. Sonra Boston Logan Havaalanı’ndan taksiye binip, Massachusetts General Hospital’a gidecektim. Dinimi soran olmayacaktı bana. Olur da birisi merak ederse, cevabım hazırdı: Müslüman, Yahudi ve Katolik; kısacası insan. Uçaktaki hosteslerin hepsi uzun boylu, sarışın ve güzel. Bütün Almanlarda olduğu gibi üniformaları üstlerinde kalıp gibi duruyor. Ben hayatımda Almanlar kadar, giysilerini buruşturmadan üstlerine oturtan, sürekli olarak ütücüden ya da temizleyiciden kolalanarak çıkmış gibi taşıyan insanlar görmedim. Bedenleri mi böyle, dik durdukları için mi bilmiyorum ama benim gibi giyimine özenen ve her sabah evden şık şıkırdım çıkan birinin işgünü sonunda içine düştüğü perişan, dağınık hava Almanlarda olmuyor. Yıllar boyunca İstanbul Üniversitesi’nde yabancı konukları ağırladığım için, La Bruyère kadar olmasa da her milletle ilgili gözlemlerim vardır. Bu konularda pek yanılmam. O düzgün hosteslerden biri boş Porto bardağımı alarak, bir tane daha isteyip istemediğimi soruyor İngilizce. “Thank you!” diyorum ve bir tane daha istediğimi söylüyorum. Portekiz’e bir tıp kongresine gitmiş olan Filiz dönüşte bana bir şişe beyaz Porto getirdi getireli severim bu içkiyi. Pek elime geçmese de… Aslında çok içen bir insan değilim ben. Şarabı ilk kez Ahmet tattırmıştı bana. Tadını hiç sevmemiştim ama Ahmet’i sevdiğim için bunu söylememiştim ona. Sonra da alıştım herhalde. Ah o ilk yıllar! Bir başka adam olarak tanıdığım Ahmet’in içindeki canavarın henüz uyuduğu, her zaman hayalini kurduğum gibi kadınsı inceliklere sahip ama sağlam bir erkek olduğunu düşlediğim yıllar. Oradan oraya atlıyorsam bu Porto’nun değil yaşadığım karmaşanın etkisindendir. Ahmet, kumral, uzun boylu, yakışıklı sayılabilecek bir erkekti. Küçük gözleri birbirine yakındı ama böyle kusurlar erkekleri kadınlar kadar çirkin göstermiyor. Boy pos ve adaleyle idare ediyorlar. Artık kocam değil. Sekiz yıl önce boşandık. Tarık adlı bir sevgilim, daha doğrusu, sevgili değil de moda deyimle bir boyfriend’im vardı ama şimdi onu da geride, İstanbul’daki anılarım arasında bıraktım. Çünkü Maya özgür olmalı, hiçbir bağla, hiçbir ilişkiyle zedelenmemeli. Hostes, uyuyan yolcuların arasından sessizce kayarak kaliteli Porto’yu getiriyor. Bir yudum alıp gözlerimi kapıyorum. Sonra ben de lacivert çantadan kalın çorapları çıkarıp giyiyorum. Topuklu pabuçlardan kurtulmak içime ferahlık veriyor. Biliyorum, uzun uçuşta ayaklarım şişecek ve inişte o pabuçları çok zor giyeceğim ama olsun, o zahmet bu rahatlık için çekilir. Boston’a inip Massachusetts General Hospital’a varmamla son bulacak olan ve hayatımı kökten değiştiren bu hikâye üç ay önce bir şubat günü başladı. O gün, rektörlük binasından çıkıp arabaya bindiğimde telefonum çaldı. Arayan Tarık’tı. Ona dedim ki: “İşim başımdan aşkın Tarık. Üniversitenin evrakı kâğıdı biter mi hiç! Basına dert anlat, rektörün konuşmalarını hazırla, haberleri tekzip et falan filan. Bunca işin gücün arasında bir de havaalanına gidip yabancı bir konuğu karşılayacağım! Yol uzun, trafik berbat, üstelik hava da kötü. Bu yağmur içimi ıslatıyor.” Birden sustum. Gergin bir diyalog başlayabilir diye kaygılandım. Tarık’ın başı kalabalık olabilirdi, içi sıkılıyor olabilirdi. Ama hayır, anlaşılan, tartışma başlaması gibi bir tehlike yoktu. Aslında durum daha kötüydü; ahizeden sadece “Hıı” gibi, “Yaa” gibi geçiştirme sesleri geliyordu. Telefonun öbür ucunda ne yaptığını bilmiyordum ki. Nasıl olsa görmüyordum, bana aldırmadığını belli etmemek için uğraşması gerekmiyordu. Kim bilir aklı neredeydi! Belki de diğer eli klavyenin üzerinde, bilgisayarla uğraşıyordu. Hiç aramasaydı daha iyiydi. Ama ben de aramasını fırsat bilip yine yakındım. Üff, bu durumda, sözlerimi bağlayıp tatsız olmayacak şekilde görüşmeyi sonlandırmam gerekmesi, ne kadar sıkıntı vericiydi. “Biliyorsun” dedim, “İstanbul şubat ayında insanın ciğerini söker.” Yumuşak bir sesle devam ettim. “Günlerce, gecelerce yağan yağmurdan için üşür, sürekli ıslakmış gibi hissedersin. Elini sürdüğün her şey ıslaktır sanki. Hava bir poyraz olur, bir lodos. Deniz dalgalı, günler karanlık…” “Eee” dedi Tarık, “daha ne kötülükler var hayatında?” Telefona öfkeyle baktım. “Hepsini söyledim! Merak etme, başka bir şey kalmadı. Sen de yardımcı olacağına bana çıkışıyorsun!” Her şeyi söylememiştim tabii ki. Üç gün önce başlayan karın ağrılarımın bir türlü dinmediğinden, sabah üniversiteye gelirken yanıma tampon almayı unuttuğum için kendimi bir eczaneye atana kadar nasıl kâbuslar yaşadığımdan falan söz edemezdim ki. İyi çocuktu, hoş çocuktu ama henüz o kadar yakın değildik. “Kimmiş?” Herhalde sessizliğin fazla uzamaması için bir şey sorma gereği duydu. “Kim kimmiş?” diye sordum ben de. “Yabancı konuk? Havaalanından alacaksın ya.” Elimdeki kâğıda baktım. “Maximilian Wagner” dedim, “Profesör Doktor yazıyor burada, Harvard’dan, adı Alman gibi ama Amerikalıymış.” “Ne diye geliyor, konferans için mi?” “Valla, elimde biyografisi var ama tam okumadım. Nasıl olsa havaalanına bir saatten önce ulaşamam, yolda bol bol vaktim var.” “İyi o zaman” dedi, “sana sabırlar dilerim tatlım. Sonra görüşürüz.” “Sen ne için aramıştın beni?” “Akşam boşsan buluşalım diyecektim.” Tık… Kapandı telefon. Bu da aynı, diye geçirdim içimden. Bir gün dediklerimi değil, demek istediklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi anlamak bu kadar zor mu? İlle de, ben bu hayattan bıktım, türünde sözler mi etmeliyim? İşim çok dediğimde, bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri… Yanımda olmanı istiyorum diyemediğim için bu yağmur içimi ıslatıyor dediğimi nasıl anlamaz? Düpedüz, sarıl bana dedikten sonra, sarılmanın ne anlamı kalır! Olmayacak duaya âmin deme duygusunu yaşıyorum sürekli. Bizim ufak tefek şoför Süleyman, rektörün siyah arabasını kıvrak hareketlerle otobana çıkardı. Çok şükür, adım adım ilerleme sıkıntısını aştık. Çünkü bu yolda hiç olmazsa sağda emniyet şeridi vardı; bütün siyah büyük arabalar gibi bizimki de bu yasak, bomboş şeritten gidebiliyordu. TEM otoyolu hıncahınç doluydu, binlerce araba kilit olmuştu. Ne kalabalık şehir Allahım, diye söylendim. Nereye baksan insan kaynıyordu. Akşam uçağına yetişecek olanlar yola sabah mı çıkmalıydı? Arada bir iki fırsatçı, bizim vızzz diye geçişimize imrenip emniyet şeridine kafasını sokmak istiyor ama sonra hemen cezadan korkup geri çekiliyordu. Fırsatçı kâfirler! Tamam, beni de şoför bu yasak şeritten götürüyordu. Ama kendi keyfime gezmiyordum ya. On beş milyon kişinin böyle üst üste istiflendiği bir şehirde, bazı ayrıcalıklar olmasa nasıl yaşanırdı? “Niye gülüyorsun, abla?” Bu şoför de beni mi dikizliyor ne, dedim kendi kendime. Çek o yamuk gözünü aynadan be çocuk! Önüne bak sen! “Hiç, aklıma bir şey geldi de…” Ne gelecekti aklıma! Sağdaki bu emniyet şeridinden gitmek konusunu düşünüyordum. Sanki rektörün arabasında olmasam ben gidebilirdim, diye aklımdan geçirirken gülümsemişim herhalde. “Ne zaman varırız?” “Yirmi dakikaya oradayız” diyor. “Vallaha tercihli yol olmasaydı, oohooo, gece yarısına kadar varamazdık.” Biz hızla yaklaşırken, şeridi kapatan polisler dikilip bakıyorlardı. Gelenin azarlanacak, çek kenara deyip ceza yazılacak normal bir yurttaş mı, yoksa selam verilecek önemli bir kişi mi olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Sonra arabanın plakasının önünde cırt cırt yanıp sönen mavi ışığı görünce, bizim de seçkinler cumhuriyetinin üyelerinden olduğumuzu anlayıp selam veriyorlardı. Yarabbi, ne cennet vatanımız vardı! Her şey ne kadar da kolaydı. Rektörün arabasında olduğun sürece tabii. Hımmm, şu kâğıtları okuyacaktım. Hukuk profesörü, Alman, bekâr… Bekâr mı? Bu devirde bekâr profesör var mı ki? Haa, şimdi oldu, diye mırıldandım, biyografide ilk olarak görmem gereken şeyi atlamışım. Maximilian Wagner isminin altında doğum tarihi yazıyordu. 19 Ağustos 1914. Demek ki, 87 yaşındaydı. Amma da yaşlıydı, nasıl geliyordu buralara? Herhalde karısı ölmüştür, ya da boşanmışlardır. Gerçi onların zamanında bizdeki kadar çok boşanma yoktu, insanlar birlikte yaşamak için evleniyorlardı, şimdiki gibi boşanmak için değil. Buyur buradan yak, demek geldi içimden. Üç günüm yaşlı bir adamın ağrılarını dindirmekle, ilaçlarını vermekle geçecekti. Olmaz olası Maximilian Wagner! Bu uğursuz şubat günlerini mi bulmuştu İstanbul’a gelecek! Soracağı soruları önceden biliyordum bu ihtiyar Batılının! Aaaa, İstanbul soğuk olur muydu böyle? Ben de çöl iklimine göre bir şeyler almıştım. Hımmm, otoyollar da mı var? Kusura bakmayın ama sizin niye başınız açık? Kadınlar üniversitede çalışabiliyor mu? Böyle sorulara alışmıştım artık. Gelen her yabancıyla ilk karşılaşma öncesi, genellikle kendimi hazırlardım. Bu ihtiyara da, yüzümde yapmacık bir gülümsemeyle diğerlerine verdiğim cevapları verecektim: Cumhuriyet diyecektim, devrimler diyecektim, Türkiye’de kadınların seçme seçilme hakkını Avrupa’daki birçok ülkeden önce aldığını, üniversite hocalarının yüzde kırkının kadın olduğunu anlatacaktım. Bu ülkede yarım asırdan fazladır fes giyilmediğini, erkeklerin dört kadınla evlenmediğini, Türklerin Arap olmadığını, İstanbul’da çöller ve develer bulunmadığını, kışın soğuktan herkesin kıçının donduğunu ve bunlar gibi bir sürü cümleyi ardı ardına sıralayacaktım. İçimden de basacaktım kalayı. Elinin altında onca bilgi kaynağı var be şapşal diyecektim, açıp okusana bunları, gittiğin ülkeyi öğrensene! Biz Amerika’yı hâlâ tüylü Kızılderililer ve kovboylar diyarı mı sanıyoruz? Profesör olacaksın, bir ülkeye bu kadar bilgisiz gelinir mi? Bu arada bütün yasal haklara rağmen pek çok kadının hâlâ dayak yediği, kadın sığınmaevlerinin dolup taştığı, doğuda genç kızların aile meclisi kararıyla idam edildiği gerçeklerini saklayacaktım elbette. Çünkü bunları konuşmak milli gururuma dokunuyordu. Hem bütün bunlar gerçeğin tümü değil, sadece bir parçasıydı. Sık sık gelen yabancı konuklara bu açıklamaları yapmak, sonra “Grand Bazaar, Blue Mosque” turları, deri ceket, elma çayı, mavi nazar boncuğu ve Türk lokumu alışverişlerine götürmek işimin en can alıcı noktasıydı. İş bulmanın kolay olmadığı bu dönemde, ister istemez bu aptalca sorulara cevaplar verilecek, yaşlı profesörlerin kur yapma girişimleri anlamazdan gelinerek başarıyla savuşturulacak, havaalanında uğurlarken kırk yıllık akraba gibi sarılıp öpmelerine ve Türklerin konukseverliği söylevlerine katlanılacaktı… Ne yapalım, her işin zorlukları vardı. Benimki de böyleydi. Boşandığın kocan mahkeme kararına rağmen nafaka parasını ödemezse, 14 yaşındaki oğlunun bütün sorumluluğu ve okul masrafları senin omuzlarına binerse, çok çocuklu Hollywood yıldızları gibi davranma lüksüne sahip olmuyordun elbette. Sabahın köründe evden fırlıyorsun, o lanet işyerine gitmek için tıkış tıkış dolmuşa biniyorsun, akşam yine aynı yoldan pestil gibi evine dönüyorsun, hayata gelme amacının PlayStation oynamak olduğunu sanan oğlunun karnını doyuruyorsun ve dünyaya geç gelmiş bir dişi Sisyphos gibi her gün aynı şeyleri tekrarlayarak güç bela ayakta kalıyorsun. Hafta sonunu bulduğunda gözlerinin altında kapkara halkalar belirmiş oluyor. Bir iki arkadaşını görüp hoşça vakit geçirmek istiyorsun, İstanbul’un yeni tapınakları olan dev alışveriş merkezlerine kapağı atıyorsun. Hollywood’un yaptığı bir romantik komedi görmek ve sonra içine yayılan hoş duyguyu yitirmeden bir bistroda iki kadeh şarap yuvarlamak iyi geliyor. Bakıyorsun masaların çoğunda kız grupları. Kadınlarla erkekler ne zaman bu kadar ayrıştı diye düşünüyorsun. Kızlar, yalnız ve bağımsız olmanın erdemlerini sayıp döktükten sonra sürekli olarak erkeklerden konuşuyorlar. Sözler hep aynı: Kadın soyu, yüzyılların esaretinden kurtulup kendi ayakları üstünde durmaya başlamış, bu yüzden evlilik denilen şey çökmüş, artık kadınlar daha eğitimli, daha üstünmüş, bu durum erkekleri son derece tedirgin ediyormuş, iki yüz yıl sonra erkek kalmayacakmış, kadınlar erkeklere gerek kalmadan bölünerek doğuracakmış falan filan. Arada ben de katılıyordum çevremdeki kadınların bu konuşmalarına. Gelişmiş kadının modern dünyadaki trajedisi bu diyordum. Erkekler evleneceği kızı değil, kızlar evleneceği erkeği seçene kadar da böyle sürüp gidecekti. O mutlu günler geldiğinde kızlar bir yüzük alıp erkeğe evlenme teklifi yapacak, ailelerini “oğlan istemek” için erkek evine göndereceklerdi. Aileler gelin almayacak, damat alacaktı. Ama bu âdet herhalde en son Türkiye’ye gelecekti. Çünkü kadınlar ne kadar güçlenirse güçlensin burası “erkek” bir ülkeydi. Ülkeleri dişi ve erkek olarak ayırırdım ben. Mesela İskandinav ülkeleri, Fransa, İtalya kadındı; Almanya, İspanya, Amerika ise erkek… Önümdeki beyaz saçlı adam yatak haline getirdiği koltuğunda durmadan sıçrıyor. Bana bir zararı yok ama epey huzursuz biri besbelli. Benim hizamda koridorun sol tarafında oturan genç çift ise durup durup öpüşüyor. Business Class’ın koltukları tam olarak yattığı için, yatak odalarındaymış gibi görünüyorlar. Üstlerine bir battaniye çekmişler, onun altında birbirlerini kurcaladıklarına adım gibi eminim. Schopenhauer’in dediği gibi: Doğa onları türün devam etmesi için kandırmaya uğraşıyor. Aşk denilen şey, çocuk yapmakla sonuçlanması gereken bir kandırmaca mı gerçekten? Profesörü karşılamak için havaalanına giderken, şoför Süleyman, arada bir dikiz aynasından beni süzüyordu. Göz göze gelmemeye çalışıyordum. Bu salağın bile bana “boşanmış kadın” gözüyle baktığına emindim. Bütün erkekler böyleydi. Bir kadın evlenip boşanmışsa mutlaka “erkek” arıyordur, mutlaka “erkek” ihtiyacı içindedir! Kim bilir neler geçiyordu hayallerinden. Başımı cama dayayıp bir süre yağmuru izledim. Sonunda Atatürk Havaalanı’nın girişindeki polis barikatlarını aşıp içeri girmeyi başardık. Resmisiyah-büyük araba etkisi burada da kendisini gösterdi; diğer arabalara yasak olan bölgeye, tam çıkış kapısının önüne yanaştık. Aslında çok eski bir Mercedes’ti bu. Köhne. Kim bilir hangi rektörden kalmış. Belki de adam ölmüştür bile ama eski Mercedes sık sık tamirciyi boylayarak oflaya puflaya görevini yapmaya devam ediyor. Havaalanının kalabalık olduğuna hiç şaşırmadım elbette. Bu ülkede her yer kalabalık zaten. Yollar, otobüs durakları, alışveriş merkezleri, sinemalar, lokantalar, meydanlar… Hem kalabalık hem de gürültülü. Koskoca şehirde iki dakika yalnız kalıp, sessizlik içinde başını dinleyebileceğin bir köşe bulamıyorsun. Eminönü Meydanı’ndaki hıncahınç kalabalığın, kartala niyet çektirenlerin, bangır bangır arabesk kaset çalanların, seyyar tezgâhlarında bağıra bağıra simit, soyulmuş salatalık, kivi satanların, yılan oynatanların, sahte saat sergilerinin, “Azat buzat, cennet kapısında beni gözet!” diyerek özgürlüğüne kavuşturulacak kuşları kafeslerinde sergileyen çocukların, kısacası terli, gürültülü ve sıkış tepiş kalabalığın içinden sıyrılarak geçiyor, Boğaziçi kıyılarında kafamızı dinleyecek sessiz, kuytu köşeler arıyoruz. Bunları düşünerek, yolcu çıkış kapısının önünde oyalanıyordum. Bir yandan da gözüm kapının üzerindeki dev ışıklı ekrandaydı. Evet, Frankfurt uçağı inmişti. Demek ki adam birazdan çıkacaktı. Üstünde “Prof. Maximilian Wagner” yazan kartonu kaldırarak beklemeye koyuldum. Yolcular gruplar halinde çıkmaya başladılar. Almanya’da çalışan Türkler, bazı turist grupları, hostesin getirdiği on yaşlarında sarışın bir kız çocuğu… Sonra onu gördüm. Uzun boylu, masmavi gözleriyle dikkat çeken, siyah paltolu ve fötr şapkalı bir adam. Sağ elinde bir keman kutusu, öteki elinde orta boy bir valiz vardı. Çıkış kapısında durup karşılamaya gelen kalabalığı süzüyordu. Elimdeki kartonu görünce gülümseyerek bana doğru yaklaştı. Yolcularla bekleyenleri ayıran bariyere gelince valizi yere bıraktı, şapkasını çıkardı, elini uzatarak İngilizce, “İyi akşamlar. Ben Maximilian Wagner!” dedi. O anda karşımdaki adamın çok ama çok yakışıklı olduğunu fark ettim. Beyaz saçlı düzgün başı, küçük burnu ve kendisine çok yakışan derin çizgileriyle harika bir görünüşü vardı. İlk kez bir erkeğin karşımda şapka çıkardığını görmek daha da çok şaşırttı beni. “Hoş geldiniz profesör!” dedim. “Benim adım Maya Duran!” Sonra ikimiz de bariyerin ucuna doğru yürüyerek buluştuk. “Otomobilimiz hemen kapının önünde profesör.” Yürümeye başladık. İçimden gelmesine rağmen valizini taşımaya yardım etmeyi teklif etmedim. Çünkü bunu bir gencin yaşlıya yardımı değil de, Müslüman bir kadının içine yerleşmiş kölelik duygusuyla geleneksel hizmet anlayışı olarak görmesinden çekiniyordum. Ayrıca adam da yaşına rağmen gayet dinç ve güçlüydü. Dimdik yürüyordu. Neyse ki bizim uyanık şoför Süleyman hemen oradaydı. Geniş geniş gülümseyip, Türkçe aksanla kelimeleri uzatarak “Welcooome, welcoome” dedi ve valizi aldı profesörün elinden. Dışarı çıktığımızda profesörün şapkasını tekrar giydiğini ve boynundaki gri kaşmir atkıyı bağladığını gördüm. “Pek kolay hasta olmam ama” diye gülümsedi, “İstanbul bu mevsimde epey soğuk olur.” “Hazırlıklı gelmişsiniz” dedim. “Birçok yabancı misafirimiz, bir Ortadoğu ülkesine gidiyoruz diye incecik kıyafetlerle gelirler.” Güldü. “Ama ben İstanbul’u bilirim. Bu soğukları çok çekmişimdir.” Şimdi, uçaktaki rahat koltuğumda oturmuş bu satırları yazarken mi bana öyle geliyor, o gün mü fark etmiştim, emin değilim: gülümseyen yüzünde kederli bir ifade olduğunu hatırlıyorum. Süleyman siyah Mercedes’in kapısını açınca profesör, “Ooo” dedi, “Old man, old car!” Gülüştük. İstanbul’dan söz ettiğimiz sırada gülümserken bile yüzünde görülen keder kaybolmadı. Ben pek öyle dost canlısı birisi değilimdir. Hatta birçok kişi beni soğuk bulur ama, nedense bu adama ilk andan itibaren sempati duymuştum. Yolda giderken profesör, yorgun ve hüzünlü bakışlarla çevreyi süzüyordu. Onun varlığının otomobili doldurduğunu ve beni garip bir biçimde etkilediğini fark ediyordum. Saygıyla karışık tuhaf bir sempati. Hangisi daha ağır basıyor bilmiyordum ama çok ilginç ve önceki konuklara benzemeyen birisi olduğu muhakkaktı. “Kaç yıllarında İstanbul’daydınız?” diye sordum. “1939-42.” “Ooo” dedim, “epey olmuş. Değişik geliyordur size.” “Evet” diye cevap verdi. “O zaman ne bu kadar çok otomobil vardı, ne bu kadar çok bina. Bu otoyollar da yoktu.” Sonra sessizliğe gömüldü. Ben de susuyordum. Süleyman aramızdaki sessizliğe anlam veremeden dikiz aynasından meraklı bakışlar atıyordu. Dönüş yolu da kalabalıktı, yine tercihli yoldan süratle gidiyorduk. “Kaloriferi biraz kısabilir miyiz acaba?” Ancak profesörün sözlerini duyunca arabanın ne kadar sıcak olduğunun farkına vardım. Süleyman hamama çevirmişti içeriyi. Isıyı biraz düşürmesini söyledim. Profesör gri atkısını, siyah paltosunu çıkarırken, ona yardım ettim. Sivri yakalı beyaz bir gömlek ve dirseklerinde deri yamalı bir kahverengi kadife ceket giymişti. Amerika’dan buraya kadar uçmuş birisine benzemiyordu hiç. “Jet lag etkisi var mı Mr. Wagner?” Bunu söyler söylemez “Amma da saçmaladın ha!” diye düşündüm. O yaşta adamda elbette jet lag de olacak, yorgunluk da. “Henüz değil” diye yanıtladı, “ama gece mutlaka hissederim.” “Bu akşam hiçbir programınız yok. Sizi şimdi doğrudan doğruya otelinize götürüyoruz. Yarın sabaha kadar dinlenirsiniz.” “Hangi otelde kalacağım?” “Pera Palas.” Yüzüne belli belirsiz bir gülümseme yayıldı. “Bunu duyduğuma çok memnun oldum.” “Niçin?”

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir