Zülfü Livaneli – Sevdalım Hayat

Bir miras kavgasında köylünün birini dövmüşler. Adam kasabadaki arzuhalciye gitmiş, “Beni dövdüler!” demiş ve bir şikayet dilekçesi yazmasını istemiş. “İyi” demiş arzuhalci, “öğleden sonra gel al.” Sonra geçmiş daktilosunun başına, usta bir arzuhalcinin bütün hünerlerini kullanarak, en etkili kelimeleri seçerek başlamış yazmaya. Köylü öğleden sonra gitmiş. Arzuhalci, onun parmak basarak onaylamasından önce yazdıklarını baştan sona okumak istemiş. Ne yazıldığını anlamasıymış derdi. Başlamış okumaya. Bir süre sonra köylünün hüngür hüngür ağlamaya başladığını görmüş. “Ne oldu?” demiş. Köylü bir yandan iki sıralı yaş döküyor, bir yandan da, “Vay bana neler yapmışlar da haberim olmamış!” diye ağıt yakıyormuş. Bu anıları derleyip toplarken neredeyse benim de başıma aynı şey geliyordu; kendi kendimin arzuhalcisi oluyordum bir anlamda. Sonra bu hayatın içindeki güzel anları düşündüm; dostluklar, dayanışmalar, ortak hayaller, gümbür gümbür patlayan kahkahalar, sevdayla dokunan anlar aklıma geldi. Bana bakan gözlerdeki umut ışıltısını ve milyonlarca hançereden 14 yükselen sağlıklı, diri sesin, bulutlu bir gökyüzünün gürleyişini hatırladım. Ardından, o kadar da yakınmaya hakkım yok, diye düşündüm.


Her şeye rağmen güzel ve anlamlı bir hayattı bu. Belki de zorluklar olmadan, bu mutlu anların doğması zordu. Her ömrün bir izdüşümü vardır; yerli yerinde durur, hep oradadır ama onu hiç düşünmeyiz. Hiç kimse kendi kendisine ömrünün izdüşümünü sormaz. Böyle bir soru, ancak geçmişi yazarken gündeme gelir. Sizi ve dostlarınızı kuşatan atmosfer, bir yeraltı suyu gibi kendini hep derinlerde duyuran anlam nedir? Milyonlarca ilişki kırıntısı, gülücükler, iç çekişler, umutsuzluklar ve ağlama krizleriyle ilerleyen yaralı hayatlar neyle açıklanabilir? İşte bunları düşünüp dururken, yanıt Kavafis’ten geldi. O güzel şiirde olduğu gibi bizim de bir ömür boyu barbarları beklediğimizi düşündüm. Her dönemimizde değişik kimliklerle ortaya çıktılar. Birbirlerine hiç benzemiyorlardı ama ortak noktalan barbar oluşlarıydı. Sivil barbarlar, asker barbarlar, sağcı-solcu barbarlar, şehirleri kuşatan ve varoşlarda yaralı kurtlar gibi inildeşen barbarlar, Avrupalı barbarlar, aydın barbarlar, politikacı barbarlar … Dünyanın birçok yerinde bizim kuşağımız, üzerine dalga dalga gelen barbar saldırılarını göğüslemeye çalışarak geçirdi ömrünü. Şimdi okuyacaklarınız, kolayca göreceğiniz gibi sürekli sanat üstüne düşünen, yaratı sancıları çeken ama dönemin ve ülkenin koşulları gereği zaman zaman politikadan kaçamayan birinin anıları. Hayatın her alanına sanat penceresinden baktığım için her sözün, her davranışın altında siyasi ya da kişisel hesap 15 arayan insanlarla birbirimizi bir türlü anlayamadık. Ankara’da bir aydınlanma heyecanından ve uzak iklimlerin düşünü kuran gençlerin kitap okuma merakından başlayıp hücrelere, dağlara ve ıssız Avrupa başkentlerine uzanan bir macera bu. Öncelikle benim ama bir anlamda hepimizin hayatına dair bir anlatı. Çünkü bu ülkede sanatla, kitapla, kültürle ilgilenen ve daha güzel, daha adil bir dünya yaratmak isteyen milyonlarca kişi, sürek avlarıyla sistemli olarak yok edildi, tutuklandı, hayatın dışına sürüldü.

Bu arada milliyetçilik ve din kisvesine bürünmüş kişiler örgütlenerek ülkeyi soydu, çok büyük güç ve para sahibi oldular; eline kan bulaşmış katiller siyasette yüksek mevkilere tırmandılar, saygı gördüler; kısacası Türkiye iyi evlatlarını boğan, kötüleri ise ödüllendiren bir ülke olarak bugünlere kadar geldi. Bu kitabı okuyacak olan genç kuşakların, bizimkinden daha mutlu bir Türkiye’de yaşamalarını dilemekten başka bir şey gelmiyor elimden. Almanca baskı için önsöz Boğaziçi’nin Avrupa ya da Asya kıyısında durup baktığınızda, denize değecek kadar yakın, sürü halinde, çok hızlı uçan kuşlar görürsünüz. Bunlara “yelkovan kuşları” denir. Eski bir söylenceye göre bu kuşların her biri, bir zamanlar Boğaziçi’nde yaşamış ve ölmüş kişilerin ruhlarını taşır. Avrupa’dan Asya’ya, Asya’dan Avrupa’ya hiç durmadan uçup dururlar ve Megaralılann, Cenevizlilerin, Bizanslıların, Osmanlıların ruhlarını serinletirler. Bu sular aynı zamanda, Hera’nın Zeus’tan kıskandığı için inek kılığına soktuğu İo’nun, bu lanetten kaçmak için çırpındığı yerdir. Her sabah uyanınca evimin balkonundan Boğaziçi denilen mucizeye bakar ve her seferinde aynı sihri, aynı başdönmesini hissederim. Yelkovan kuşları uçup durur, Rusya’dan gelip geçen dev şilepler karanlık deniz kuleleri gibi derin uskur gürültüleriyle seyreder, bazen güçlü Boğaz akıntılarına kapılarak kıyıdaki bir eve dalıverirler. Her yıl bir iki dev şilebin burnu, o sakin evleri parçalayarak ev sahiplerinin yatak odalarına dalar, insanları yataklarının başucunda bir gemi görmenin sürrealist dehşeti içinde öldürür. Küçük balıkçı sandalları, bir zamanlar Roma imparatorlarının verdiği ziyafet sofralarına gönderilen lezzetli Boğaz balıklan avlarlar. Pazar günleri kotralar ve nazlı yelkenliler süzülür. 18 2010 yılının yaz aylarında bir akşam bu eşsiz manzarayı iki büyük dostla birlikte, Boğaz balıklarının lezzetini, buz gibi rakının derin anason kokusunu tadarak izledim. Hayat boyu en yakın dostum olan Yaşar Kemal ve konuğumuz Günter Grass ile. Bir akşam vaktiydi.

Neredeyse ayaklarımızı yıkayan Boğaz sularında, görkemli Osmanlı saraylarının, camilerin, gemilerin ve iki kıtayı bağlayan iki köprünün mucizevi yansımaları oynaşıyordu. Ben o akşam Kıbrıs konserinden dönmüştüm. Ayağımın tozuyla da o yemeğe yetişmiştim. Yaşar Kemal’e Kıbrıslıların bana sorduğu bir soruyu yönelttim. Büyük yazarımızın niye Kıbrıs’a gitmediğini merak ediyorlardı. Acaba bunun sebebi, bir zamanlar orada sendikacı bir arkadaşının öldürülmüş olması mıydı? Yaşar Kemal, “Evet!” dedi. “Doğru söylüyorlar, yıllar önce orada bir arkadaşım öldürüldü, bu yüzden o adaya gitmek istemiyorum.” “İyi ama” dedim, “bizim lstanbul’da da çok arkadaşımız öldürüldü. O zaman burada da yaşamamamız gerekir.” Yaşar Kemal daha cevap veremeden Günter Grass buzlu rakı kadehini kaldırdı ve “Eğer öldürüleceksen, bu şehirde öldürül bari!” dedi. Bu zeki ve acı şakaya gülerken aklım Hollandalı bir radyocuyla yaptığım söyleşiye gitti. Telefonla bağlantı kuran radyocu, darbeler yaşadığımı, askeri cezaevlerinde yattığımı, on bir yıl sürgüne gitmek zorunda kaldığımı biliyordu. Bana “En acı deneyimim”in ne olduğunu sordu. Ben de duraklamadan “Yakın arkadaşlarımın öldürülmesi” olduğu cevabını verdim. Önce yanlış anladığını sandı: Arkadaşım mı öldürülmüştü, arkadaşlarım mı? Tekil mi, çoğul mu? “Evet” dedim.

“Arkadaşlarım.” “Kaç kişi?” 19 “Sayısını bilmiyorum ama herhalde yirmi otuz kişiden fazladır.” Bunun üzerine telefonun öbür ucunda, Amsterdam’da, bir sessizlik oldu. Neden sonra sorduğu son soru şuydu: “Peki, orada yaşamaktan korkmuyor musunuz?” Korkunun Türkiye’ deki muhalif aydın yaşamının ayrılmaz bir parçası olduğunu söyledim. Nasıl hapishane Türk yazarlarının okulu (!)ise bir gün kuytu bir köşeden çıkacak hasta bakışlı, beyni yıkanmış genç bir katilin size tabancayı doğrultması da o kadar olağandı. Bunun en son örneğini sevgili arkadaşımız, Ermeni kökenli gazeteci Hırant Dink’in katlinde yaşamıştık. Hollandalı radyocunun sorusu üzerine eşimle birlikte öldürülmüş arkadaşlarımızı saymaya başladık. 50 sayısını bulunca devam edecek halimiz kalmamıştı, çünkü ikimiz de gözyaşlarına boğulmuştuk. Belki de Soğuk Savaş’ın en zalim biçimde yaşandığı ülkeydi Türkiye. NATO üyesi ve Amerikan müttefiki olarak, komşumuz Sovyetler Birliği’ne karşı bir ileri karakol vazifesi görüyorduk. Topraklarımızdaki Amerikan üslerinde nükleer füzeler her an rampalarından ateşlenebilecek durumda, Türklerin giremediği yabancı askeri havaalanlarında nükleer bomba yüklü savaş uçakları her saniye havalanmak üzere hazır bekletiliyordu. Bu ülkede soldan, sosyal demokrasiden, edebiyattan, sanattan söz eden bütün yaratıcı insanlar potansiyel suçluydu ve imha edilmeleri gerekiyordu. Böylece Türkiye kendi “gulag”ını yarattı ve Doğu Bloku’ndaki rejim muhalifleri hangi vahşi yöntemlerle ezildiyse, 20 Türkiye’de de bize aynı şeyler yapıldı. Bu yüzden, sayfaları çevirdikçe karşınıza çıkacak olan hayat hikayem bir ülkenin ve bir kuşağın hikayesine dönüştü. Ben bu kitabı, trajikomik bir tanıklık olarak niteliyorum.

İşkence sesleri duyulan ıslak hapishane hücrelerinden Cumhurbaşkanlığı saraylarında ağırlanmaya, sahte pasaporttan Birleşmiş Milletler kırmızı Büyükelçi pasaportuna, sürgün ezikliğinden bir milyon kişilik konserlere, kuyu dibinde kalmış bir taş yalnızlığından parlamento üyeliğine, uluslararası dostluklara uzanan bir hikaye. Mihail Gorbaçov ile Perestroyka ve Glasnost’un doğuşuna tanıklık etmekten tutun da, Elia Kazan’ın Marilyn Monroe sırlarını paylaşmasına kadar uzanan, Peter U stinov’la kahkaha atan, Arthur Miller’dan McCarthy dönemini dinleyen acı ve tatlı günleriyle şanslı bir hayat. Klett Cotta yayınevinin bu kitabımı 65. yaşgünüm dolayısıyla, Gerhard Meier’in usta Almancasıyla, Alman okurlara sunmasından ayrıca çok memnunum. Bu davranışlarını minnetle karşılıyorum. Çünkü Almanya, Yunanistan’dan sonra benim en yakın dostlarımın bulunduğu, zor günlerimde bana çok destek vermiş olan bir ülke. İlk gençliğimizden bu yana büyük bir hayranlıkla okuduğumuz Goethe’nin, Schiller’in, Kleist’ın, Hesse’nin, Böll’ün, Grass’ın, Remarque’ın, Heine’nin, Zweig’ın, Schopenhauer’in, Marx’ın, Hegel’in, Nietzsche’nin ülkesi. Müzik, edebiyat ve felsefe cumhuriyetinin başkenti. Kemanıyla eserlerimi çalarak beni onurlandıran ve bana tablolarını gönderme inceliğinde bulunan büyük aktör Armin Müller Stahl’ın ve sevgili arkadaşım Claudia Roth’un ülkesi. Sevdalım Hayat’ın Almanca baskısının yalnız beni değil, son zamanlarda çok tartışılan Türkiye’yi de Alman okuruna daha iyi anlatması beni çok sevindirir. 21 Çünkü Alman aydınlarıyla her konuştuğumda, Türkiye’nin yanlış anlaşıldığı kaygısını taşıdım. 1960’larda bu ülkeye gelen “gastarbeiter”lerin yanlış bir referans noktası oluşturduğu ve Türkiye gibi standartları olmayan bir ülkenin anlaşılmasında büyük bir engel rolü oynadığını düşündüm. Köylerinden koparak Almanya’ya gelen bu emekçiler elbette ki Türkiye gerçeğinin bir parçası. Ama gerçeğin küçük bir parçası, resmin bütününü anlamaya yetmez. Bu emekçiler Almanya’da nasıl “yabancı” ise Türkiye’de de “Almancı” olarak niteleniyor ve iki toplumu da temsil etmeyen bir kategori olarak algılanıyorlar.

Dürrenmatt bir romanında “Türk entelektüellerinin yüksek kalitesi”nden söz eder. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Evet, Türkiye’de her zaman canlı bir sanat yaratıcılığı oldu. Bizim topraklarımızda yaşamış olan Homeros’un heksametre ölçüsünü benimseyerek şiir yazan trubadurların yüzyıllara dayanan geleneği, Osmanlı sarayının Bizans’tan etkilenen mistik saray müziği, Fars etkisindeki divan şiiri ve modern edebiyat, Türkiye’yi önemli bir yaratıcılık noktasına taşıdı. Yine bizim atalarımız olan Frigya, Karya, !yonya müzik mirasları gerçek müziğimizde önemli bir rol oynadı. Gerçek müzik diyorum, çünkü Almanya’daki Türk bakkallarının önünden geçerken kulağınıza çalınan rahatsızlık verici seslerin, bizim gerçek ve lirik müziğimizle bir ilgisi yok. Bu düşüncelerimi, 2010 Ekimi’nde Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sırasında beni bir öğle yemeğine davet etmek inceliğini gösteren Cumhurbaşkanı Wulff ve zarif eşiyle de paylaştım. Tarabya’daki Alman Büyükelçiliği’nin görkemli yazlık rezidansındaydık. Sultan 2. Abdülhamid tarafından Almanya’ya hediye edilen bu büyük ormanlık araziye nefis bir bina yapılmıştı. Bahçenin bir köşesinde I. Dünya Savaşı’nda Türkiye’de şehit düşmüş, aralarında Falkenhayn 22 ve Goltz gibi generallerin de bulunduğu 900 Alman subayına ait bir mezarlık vardı. Cumhurbaşkanı Wulff’a, Başbakan Merkel’in “Multi-kulti başarısız oldu!” cümlesini hatırlatarak yukarıda özetlediğim düşüncelerimi anlattım. Türkiye ile Almanya arasında gerçek bir entelektüel ilişki kurulması, Türk aydınlarına entegrasyon için gerekli olan “sosyal tercümanlar” gözüyle bakılmaması için yardımcı olmasını rica ettim. Ama Cumhurbaşkanı’nın daha çok Avrupa’da yükselen sağ, yabancı düşmanlığı ve lslamofobi konularına odaklanmış olduğunu gördüm.

Aslında bu, Batı’da sıkça rastladığım bir durum. Batılı politikacı ve aydınlar, “İslamofobi” konusunda rahatsızlık duyuyor ve bunun Avrupa değerlerine yakışmadığını düşünüyorlar. Haklılar ama bu ilişkinin iki tarafı var. Bir de İslam dünyasındaki yabancı düşmanlığına ve gittikçe yükselen Hıristiyan fobisine dikkat edilmesi gerekiyor. Yoksa diyalektik bir süreçte etki-tepki sürecinin işlemesi kaçınılmaz olur. Aslında ben olaylara politika değil kültür çerçevesinden bakan biriyim. Çünkü politika penceresi, kültür dediğimiz uçsuz bucaksız alanı kavramak için çok küçük ve yetersiz. Edebiyat ve müzik benim hayatımın temellerini oluşturdu ve çeşitli disiplinlerde çalışmayı çok doğal bir şey olarak benimsedim. tık gençliğimde Alman besteci Hans Eisler’in bir sözünü okumuştum. “Yalnızca müzikten anlayan kişi, müziği de anlayamaz” diyordu. Bu söz benim yaşam ilkem haline geldi. Antik dönemde Samos Adası’nda buluşan İyonya ve Helen filozofları sanatlarla bilimler arasındaki ilişkileri tartıştıkları sempozyumun sonucunda, bu iki alanın birbiriyle son derece yakın olduğunu hatta üst düzeyde bir ve aynı şey olduğunu savunmuşlardı. 23 Son olarak bir noktayı daha belirtmek istiyorum: Geçen yıl Mutluluk kitabımın yayını dolayısıyla Çin’e gittiğimde, Şanghay ve Pekin basın toplantılarıma katılan gazetecilerin hepsi ağız birliği ederek, bu romanımın Çin’i anlattığını, gelenekle modernlik arasına sıkışmış ülkelerimiz ve insanlarımız arasında büyük benzerlikler bulduğunu belirterek beni çok şaşırttılar. Çünkü Türkiye ile Çin arasında herhangi bir benzerlik bulunacağı aklımdan geçmezdi. Büyük Anton Çehov, kitaplarını Fransızcaya çevirmek isteyenlere “İyi ama ben Rusya’daki hayatı anlatıyorum.

Fransızlar bunu nasıl anlasın?” demişti. Ben de onun alçakgönüllü bir çırağı olarak (ne garip değil mi, 44 yaşında ölmüş olan Çehov’u, 65 yaşıma geldiğimde ustam olarak anmaktan haz alıyorum) kitaplarımı Türkiye için yazıyorum. Ama kitaplarımın yayımlandığı birçok ülkede de benzer tepkilerle karşılaştım. Umarım değerli Alman okurları da anlatılanları egzotik bir ülkede geçen masallar olarak değil, insanoğlunun 20. yüzyıl macerasının bir bölümü olarak algılarlar. Yani insana, hayata, acılara, sevinçlere ve aşka dair bir hikaye olarak.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir