Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yazın sever, ben kışına vurgunum. Kar yağarken camgöbeğine dönüşen akıntılarını, kıyıya çekilmiş san, kırmızı, mavi boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz karı, yiyecek arayan martıları sık sık seyrederim. Bir de iki yaka arasında mekik dokuyan motorlarını. Bir kış günü hiçbir işim yokken bu motorlardan birine binip karşı kıyıya gittim, sonra geri döndüm. O gün sis, istanbul’u beyaz bir bürümcük tülbentle sarıp sarmalamıştı. Hayal meyal seçilebilen tekneler, çırpman denizin üstünde beşik gibi sallanıyordu. Motorları iskeledeki babaya bağlayan, denizden ağırlaşmış kaim urganın kokusunu içime çektim, tekne hareket ettikçe gıcırdayan sesini dinledim. Halat gerildikçe su damlacıkları fışkırtıyordu. Bazı yolcular iskelede sarı, kırmızı, yeşil plastik leğenlerdeki suyun içinde oynaşan balıklardan alıyordu. Bir motorda balık kızartılıyor ve adam durmadan, “Balık ekmek, balık ekmek!” diye bağırıyordu. Balıkçı leğenlerinin yanından bir yeşillik fışkırıyordu; marullar, kıvırcıklar, rokalar ayrıca limonlar, turplar. Hava soğuk mu soğuk; rüzgârlı. Erken gelen yolcular kendilerine birer yer bulmuş. Bıyıklı, çökük avurtlu bir adam, avucunun içinde rüzgardan korumaya çalışarak sigarasını içiyor; bir günahı gizler gibi. Yanında ona sokulmuş iri kara gözlü, yıpranmış bir kadın; vaktiyle hayli güzel olduğu belli; başını, yumuşacık, adamın omzuna yaslamış. Bu küçük hareket bile, onların hayatını özetliyor: Bu sert toplumda himaye edilen bir kadın ve koruyucu erkek. İri elli, üç delikanlı soğuktan birbirlerine sokulmuş, fısıldaşıp duruyorlar. Ağır işlerde çalıştıkları, geniş omuzlarını çökerten yorgunluktan belli oluyor; Doğulu çocuklar bunlar. Birdenbire yolcu kalabalığı sökün ediyor, işten çıkan, yorgun argın kendilerini motora atan insan kalabalığı iskele ile motor arasında uzatılmış ıslak tahtadan geçerken, alesta bekleyen motorun kâhyası, düşen olursa kurtarmak üzere elini kolunu hareket ettiriyor. Motorcu, “Kalmasın, kalmasın!” diye bağırıyor. Derken motor kalkıyor, insanlar soğuktan yakalarını kapatıyorlar; üstlerinde eprimiş pardesüler, kabanlar, kollan kısalmış ceketler. .. Eklem yerleri kızarmış ellerini hohlayarak ısıtmaya çalışıyorlar. Sonra tıklım tıklım dolmuş olan motor kalkıyor, kavis çizerek iskeleden uzaklaşıyor; Şehir Hatları vapurlarının, diğer motorların ve lüfer avına çıkmış sandalların arasından maharetle geçerek Üsküdar’a yöneliyor. Gürültücü deniz taşıtları kalabalığı, sanki bir rüyada uçar gibiler. Martılar denize dalıp çıkıyor, motorların arkasında bir parlayıp bir yok oluyorlar. Akşam karanlığı çökerken beyazlıkları daha da göz alıyor, çığlıkları daha da keskinleşiyor. Motorcular bu kadar maharetli olmasa, yolcuların son anda gördüğü ve yüreklerini ağıllarına getiren bir büyük kütleye çarpmaları işten bile değil. Bu büyük gemi, yavaş davranan ve kimseye aldırmayan bir dev gibi suları yara yara önlerinden geçiyor, uskurunun çıkardığı dalga bir süre sallıyor motoru, sonra yine yola devanı ediyorlar. Yolcuların ellerindeki filelerden sebzeler, meyveler sarkıyor. Kucaklarına sıcak ekmekleri bastırmış olan aç yolcular, bunları ucundan kıyısından kemirmeye başlamışlar bile. Anadolu yakasının ışıkları yanıyor; minarelerden, insanda ağlama istedi uyandıran bir akşam ezam yükseliyor. Şehrin üzerimde yankılanan, gaipten gelir gibi olan yakıcı bir ses… Balıklar naylonlarda hâlâ canlı ama sohbete dalmış yolcular bunun farkında değil. Avurtları çökük adam, omzuna yaslanmış olan kadına bir şeyler anlatıyor. Kıyıdan, iştah kabartıcı kızarmış balık kokusu geliyor. Asına köprüler tıkalı, binlerce otomobil adım adım ilerliyor. Akşam karanlığı istanbul’u kalın bir battaniye gibi sarıp sarmalıyor. Hem bu insanları seyrediyor hem de hepsinin göçmen olduğunu düşünüyorum. Her birinin tipi ayrı; kimi esmer, kimi sarışın; kimi Balkan tipli, kimi Orta Asyalı… Bilmese, hiç kimse bu insanların aynı ülkenin vatandaşı olduğunu söyleyemez. Kimi Balkanlar’dan kimi Kafkasya’dan, kimi Orta Asya’dan,kimi Ortadoğu’dan; Hicaz’dan Yemen’den,Kudüs’ ten, Rusya’dan, Gürcistan’dan, Bosna’dan, Bulgaristan’dan kaçıp gelmiş. Burası bir sığınak. Kaçtıkları ülkelerde evlerini barklarını, bahçelerini, tarlalarını, hatta arkalarından acı acı ağlayan kedi ve köpeklerini bırakmışlar. Geldikleri bu ülkede de kaçanların mülküne yerleşmişler. Rumların ve Ermenilerin evleri, bu evsiz barksız kalmış,ölümden zor kurtulmuş insanlara verilmiş. Yabancı evlere yerleşip tanımadıkları tarlaları sürmeye başlamışlar. Dünyanın bu bölgesinin tarihi, birbirinin mülküne konma tarihi. Mücadelelerin, savaşların çoğunun altında mülk kavgası var. Boşalan evler, dolan evler, mülk davaları. İnsanoğlunun barınma ihtiyacı, başının üstünde bir çatı bulunması temel gereksinimi, tarih boyunca birçok trajediye yol açmış. Aynen bu romandaki gibi. Leyla’nın Evi’ni yazma ve hepimizin hayatına bir biçimde damgasını vuran bu mülk trajedisini anlatma fikri o gün, o motorda doğuyor. Bir de bakıyorum karşımda, halden düşmüş Osmanlı soylusu bir kadın oturuyor: Zarif mi zarif! Karşısında, saçının bir bölümü maviye boyalı bir kız: Asi mi asi! Yanımda ise iyi giyimli, kravatını boynuna özenle oturtmuş, saçlarını briyantinle geriye taramış yaşlı bir adam: Mağrur mu mağrur! Birbirlerini tanımıyorlar, herkes kendi iç dünyasına dalmış. İşte Leyla Hanım, Roxy ve Ali Yekta Bey o gün hayatıma giriyorlar. Bir daha hiç çıkmamacasına! 1 Yaşlı kadın ulu bir çınarın altına oturmuş, iki gündür yerinden pek kıpırdamamıştı. Kimbilir kaç asırlık dev ağacın altında, kahverengi deriden yapılmış sert valizinin üstüne tünemiş durumda, öylece bekliyordu. Derisi yer yer yıpranmış valizin köşebentleri, ortasından geçen kalın palaska ve kenarlarını koruyan kabaralar, çok eskilerde kalan bir seyyahlar dönemini hatırlatıyordu. Çınar, durmadan otomobillerin geçtiği dar bir caddenin kenarında, yalı duvarının tam dibindeki dar kaldırımdaydı. Yalandaki bakkalın, manavın ve kurukahvecinin gözleri kadirim üstündeydi. Arada sırada ona çay, su gibi içecek ve elma, leblebi, kek gibi yiyecekler gönderiyorlardı. Daha sonra da ara ara gelip kadına yalvarmaya başlıyorlardı. “Büyük Hanım, bırak n’olursun bu inadı! Biz de evladın sayılırız senin. Hadi kalk, bizim eve gidelim.” Yaşlı kadın inatçı bir ifadeyle hayır diyordu. Posbıyıklı manav Cemal ellerini mavi önlüğüne kurulayarak, “Beni çocukluğumdan beri bilirsin; kurban olayım, evim hemen şuracıkta biliyorsun; hadi gel gidelim,” diye üsteliyordu. ‘Teşekkür ederim ama gidemem.” “Büyük Hanım, Allah aşkına direnme artık. Niye gidemeyecekmişsin?” Kasap söze giriyordu. “Hiç böyle sokak ortasında yaşanır mı? Hadi diyelim iki gün dayandınız, üçdört gün sonrası ne olacak bu işin?” Yaşlı kadın arkasındaki yalıyı göstererek, “Ben burada doğdum, hayatım boyunca burada yaşadım,” diyordu. “Gidecek başka yerim yok benim.” Esnaf bunun üzerine duygulanıyor ve içlerinden biri, “Biliyoruz Büyük Hanım, hiç bilmez miyiz. Hepimiz sizin eteklerinizde büyüdük. Ama yalıyı çiğ süt emmişler aldı ne yapalım,” diye homurdanıyordu. “Elimizden ne gelir?” “Bu mahallede hiç bu kadar kötü insanlar görmemiştik doğrusu.” Kimi elindeki bezi ovuşturuyor, kimi sıkıntıdan sigara yakıyor ama hepsi söz birliği etmiş gibi yalının yeni sahiplerine alçak sesle beddualar ediyordu. Bakkalın genç kızı, elinde bir demet yaseminle geldi, demeti yaşlı kadına verdi. Kadın gülümseyerek aldı çiçekleri. Genç kız, “Leyla Teyze, siz bize bahçenizden her gün bir yasemin verirdiniz, hatırladınız mı?” dedi. “Evet,” dedi yaşlı kadın, yine gülümsedi. Yasemini burnuna götürüp koklarken ela gözleri ışıklanır gibi oldu. Kendisine teyze denmesini yasaklamış olmasına ve sadece Leyla denmesini istemesine rağmen genç kıza sesini çıkarmadı. Yanlarından gelip geçen otomobillerin sürücüleri yavaşlıyor ve başına insanların üşüştüğü bu kadına kimi şaşırarak, kimi acıyarak, kimi kızarak bakıyordu. Kimdi bu? Belki de evinden kaçmış ve buralarda kaybolmuş bir bunaktı. Kadını daha önceden tanıyan mahalleli ise işin aslını bildiği için, “Tüh, tüh! Kadıncağızın haline bak,” diyerek hayıflanıyor ve yalının yeni sahiplerine lanetler yağdırıyordu. Leyla’nın iki gündür oturduğu yer, istanbul Boğazı’nın Anadolu yakasındaki ‘sahil yolu’ndaydı. Gerçi bu ismi taşıyan bir yolda denizin görünmesi gerekirdi ama burada bütün kıyı yalılarla kaplıydı. Ancak eski alışkanlıkla, yalı bahçelerinin arka tarafından geçen yol böyle anılıyordu. Yalılar yüksek duvarların arkasına gizlendiği için sahil yolundan görünmezdi. Bu yalıları, ancak denizden görebilmek mümkündü. Boğaz’ın mavi sularına dikilen sedir direklere yaslanmış, altlarında loş kayıkhaneleri olan bu nazlı yapıları görebilmek, ancak Boğaziçi’nde gidip gelen beyaz Şehir Hatları vapurlarının yolcularına, balıkçılara, gezinti tekneleriyle dolaşanlara nasip olurdu. Tabii bir de Boğaz’dan geçiş yapan gemilerin mürettebatına. Esnaf “Büyük Hanım”ı ikna etmeyi başaramayacağını anlayınca, bu sefer mahallenin kadınları işin içine girdi. Kırmızı yanaklı, akça pakça gelinler sırayla gelip elini öptüler. “Büyük Hanım, Allah aşkına inat etmeyin, gelin, size taze çay demledim, yemek yaptım…” diyenlere yaşlı kadın hep aynı cevabı veriyordu. “Ben bu yalıda doğdum, ömrüm boyunca hep burada yaşadım, burada da öleceğim. Başka bir yere gidemem.” Bunun üzerine yeni gelinler acıklı gözlerle birbirlerine bakıyor ve yalının yeni sahiplerine söyleniyorlardı. “inşallah rahat gün görmezler bu yalıda!” “Allah bunu çıkarsın onlardan!” “Bunca yıllık Büyük Hanım evinden atılır mı hiç? Çok vicdansız insanlarmış.” Bütün bunlar konuşulurken, yalıdan sürekli inşaat sesleri ve mimarlara, ustalara bağıran tiz bir kadın sesi duyuluyordu. “Dekorasyon!” diyerek yanlış bir telaffuzla bağırıyordu bir kadın. “Bunlar dekorasyona göre yapılacak; öyle senin kafana göre değil, anladın mı? Amerikalı mimar ne derse o olacak. Dekorasyon aynen uygulanacak. Sen de salak salak bakınacağına, içeri gir de tavan süslerini sök. İki gün önce yalının yeni sahipleri, Amerikalı mimarları ve ustalarıyla birlikte yalıya gelmiş ve yaşlı kadından evi boşaltmasını istemişlerdi, Yalının büyük bahçesinin ucunda, sahil yoluna bitişen duvarın dibinde orta büyüklükte, beyaz, tek katlı bir ev vardı. Yaşlı kadın, ömrünü o evde geçirmişti. Hiç kimse de onu oradan çıkarmayı düşünmemişti ama şimdi bu yeni sahipler çıkarıyorlardı işte. Yaşlı kadının, “Siz beni evimden ne hakla çıkarırsınız?” diyerek itiraz etmesi, evin müstakil tapusunu çıkarıp göstermesi de işe yaramamıştı. “Memlekette kanun var, nizam var!” diyordu. “Bir insanı nasıl kendi mülkünden çıkarmayı göze alabiliyorsunuz, anlamıyorum.” Bu arada yeni ev sahibinin iki adamı, yaşlı kadının, kendi eşyalarını toplamasına bile fırsat vermeden valizini dolduruyordu. Şifonyerinin açıldığım ve orada bin bir itinayla ütülenmiş dantelli eldivenlerinin, bluzlarının, eteklerinin, hele hele iç çamaşırlarının o hoyrat eller tarafından karıştırıldığını gördüğü anda müthiş siniri bozulmuştu Leyla’nın. Kırk yıl düşünse mahremiyetine, kimi adamların kıllı ellerinin dokunacağına ihtimal veremezdi. Bu sırada yalının yeni hanımı öteki mahalleden duyulacak bir sesle bağırıyor ve “Müştemilatmış!” diyordu, “ben orayı guest house yapacağım, anlıyor musunuz? O küçük evin dekorasyonu için mimara dünyanın parasını ödüyorum. Hem kendi bahçemde niçin bir fosil yaşasın canım! Nereye giderse gitsin.” Yaşlı kadın bu sözleri duyuyor ve kendisine fosil denmesinden çok, müstakil tapulu evinden çıkarılmasına şaşırıyordu. Yeni gelenler kanunu nizamı nasıl çiğneyebilirlerdi! Gerçi müstakil ev yalının geniş bahçesine yapılmıştı ama ayrı bir parsel ve ayrı bir tapuya sahipti. Yalı bundan önce satıldığında yeni gelenler bu tapuya saygı göstermişler ve onu hiç rahatsız etmemişlerdi. Şimdi durmadan dekorasyon diye bağıran bu kadın, onu nasıl evinden çıkarabilirdi! Ama çıkardılar. Hizmetliler iki koluna girip sürükleye sürükleye bahçe kapışma görürdüler ve demir kapının önüne valiziyle birlikte bıraktılar. Esnaf toplanmış, olan biteni seyrediyordu. Büyük Hanım bir süre öylece durarak, biraz önce önüne konulduğu demir kapıya baktı, sonra yoruldu ve valizinin üstüne oturdu. O günden beri de yerinden pek kıpırdamadı dense yeridir. Bazen doğal ihtiyaçları için utana sıkıla, başını yerden kaldırıp kimselerle göz göze gelmemeye özen göstererek bakkalın arkasındaki bölmeye gidiyor, sonra yine gelip yerine oturuyordu. Biriki kere ayağa kalkıp jimnastik hareketleri yaptı. Bunlar, esnafın gördüğü bildiği jimnastik hareketlerine benzemiyordu hiç. Çok ağır, adaleler gerilerek ve bir düzen içinde yapılan hareketlerdi. Büyük Hanım’ın yaptığı her şey gibi bu jimnastiğin de özel bir bilgiye ve eğitime dayandığı belliydi. Bu Büyük Hanım ne çok şey bilirdi böyle. Mahallelinin çocuklarının derslerine yardım eder, zaman zaman onlarla konuşur; onlara, hayatta hiç kimseden duyamayacakları öğütler verir, hikâyeler anlatırdı. Bahçesinde yetiştirdiği nadide çiçekler de yol üstünde satış yapan çingenelerin renkli plastik kovalara doldurduğu kesilmiş çiçeklere benzemezdi. Sanki Büyük Hanım o çiçeklere başka bir koku katar, onun elinin değdiği çiçeklerin görünümü bile bir başka olurdu. Mahallede Büyük Hanım’dan yasemin almamış hiç kimse yoktu. Mahallelinin ona “Küçük Hanım” diyen yaşlıları giderek dünya değiştirince, zamanla Küçük Hanım, Büyük Hanım oluvermişti. İçeriden gelen çekiç, testere vs. sesleri, yalıda büyük bir çalışma yapıldığım anlatıyordu. Büyük Hanım bu sesleri duydukça meraklı bir ifadeyle yalıya doğru bakıyor, ela gözleri kaygılandığını saklayamıyordu. Tavan mı, duvar mı her neyse bir şeyler paldır küldür yıkılıyordu. Oradaki esnafın, bayram günleri el öpme bahanesiyle ya da ilkokul karnelerindeki “Pekiyi”leri gösterip bahşiş almak amacıyla girdikleri yalıdaki o muazzam tavan süslemelerini, duvarlardaki Osmanlı tezyinatım, zarif revakları unutması mümkün müydü? Yeni sahipler belli ki bu süslerden hoşlanmıyor, yüz yıllık el işi, göz nuru süslemeleri hurda yığını halinde bahçeye döküyorlardı. Arada bir yalı kapısına dayanıp moloz taşıyan kamyonlar da bunun kanıtıydı zaten. Kamyonlar hurdaları götürüp uzak bir yere döküyor ve doldurmak için bir daha geliyordu. Gece bastırdığında el ayak çekildi; geç saatlere kadar direnen ve kendisini evine götürmek isteyen esnafın yalvarıp yakarmasına aldırmayan Büyük Hanım, ilk geceyi istanbul Boğazı’nın nemini yiyerek bavulunun üstünde geçirdi. Sabah olduğunda, bakkal ona çay ve fırından taze çıkmış simit getirdi. Rengi iyice solmuş olan Büyük Hanım, bunları memnuniyetle kabul etti. Boğaziçi, insanın içini yaşama sevinciyle dolduran bir haziran sabahını yaşıyordu. Yolun hemen yanından yükselmeye başlayan korulukta, çeşit çeşit kuşlar o güzel sesleriyle cıvıldaşıyor, havayı bir yasemin, taflan, manolya kokusu dolduruyordu. Büyük Hanım’ın, yetmiş altı yıldır yaşadığı, bir gün bile ayrılmadığı evinden atıldığına inanması mümkün değildi. Bu işte bir yanlışlık olmalıydı ve o da, valizinin üstünde oturmuş, bunun düzelmesini bekliyordu. Çünkü dağ başı değildi ya burası, kanun ve nizam devletiydi. Kimse gelip de ev sahibini tapulu evinden çıkaramazdı. Bu yanlışlığın düzeleceğinden emin olduğu için de direnişini sürdürüyor, evinin önünden ayrılmıyordu. Bu arada esnaf ve mahalleli birkaç kişi, yalının yeni sahipleriyle konuşmayı düşündü. Evet, yeni sahipler çok zengindi, çok güçlüydü; adam büyük bir bankanın sahibiydi ve emrinde binlerce kişi çalışıyordu. Peki, böyle bir insan; n, yaşlı bir kadını tapulu evinden çıkarması yakışık alır mıydı? Önce herkes bu fikre dört elle sarıldı. “Olmaz ki canım! Kim kimi mülkünden edebilirmiş!” diye söylendiler. Kendi mülklerine duydukları tutku derecesindeki bağlılık, heyecanlarım daha da artırdı ama sıra yalı kapısından içeri girip de yeni sahiplerle konuşmaya gelince sesler biraz kısıldı. Hele o sırada siyah camlı bir Mercedes, büyük bir müessese gibi gelip yalı bahçesinden içeri girince kararlarının doğru olup olmadığını tartışmaya başladılar. “Canım bunlar da çocuk değil ya. Koskoca banka sahipleri. Kimbilir kaç avukat çalışır yanlarında. Böyle bir hata yaparlar mı?” “Hele bir anlayıp dinleyelim, acele işe şeytan karışır.” “Hem yarın bu insanlarla da yüz yüze bakacağız; evlerine servis yapacağız…” Büyük Hanım bunların hiçbirine aldırmıyordu, çünkü Paşa Dedesinden kalan evin tapusu cebindeydi. Dedesinin ölümünden sonra anneannesi yalıyı devretmek zorunda kalmıştı, orada hiçbir hakkı kalmamıştı, buna bir itirazı yoktu ama bahçe duvarının dibindeki o küçük ev tamamen kendisine aitti.
Zütfü Livaneli – Leyla’nın Evi
PDF Kitap İndir |