Mürvet Sarıyıldız – İki Cami Arasında Aşk

Aşk çaresiz bir derdin içinde kaybolmak mıydı, kaybolduğunu sandığı çaresizliğin içinde bir çare bularak yarayı sarmak mı? Yokluğunun elemi içinde varlığıyla teselli bulduğu sevgili sabah saatlerinden bu yana yeryüzünü endamıyla hoş etmiyor. Kuşlar onu gördüğü için selamlamıyor, rüzgâr gül teninde dolaşmıyor. Ay, onun güzelliğini kıskanmak için salınmıyor gökyüzünde, sakin asude bir şekilde kayboluyor gözden. Arkasından doğan güneş, ateşiyle yakıyor kendini akşama kadar. Mavi gökyüzü, kuşlara ev sahipliği yapsa da biliyor ki yeryüzünün tadı kalmadı. Derin bir nefes alıp gözünden akan yaşı silmeye çalıştı. Bu öyle bir acıydı ki tahammül etmek, kayalara şekil vermekten daha zordu. Her nefeste canı yanıyor, solgun yüzü biraz daha solmaya dem tutuyordu. Sabahtan beri ağzına tek bir lokma koymadı. Gücü yettiğince dua edip namaz kıldı. Acısını dindirmek için kâh Kur’an okudu, kâh ağladı. Bir an payitahttan uzaklaşmak hiç kimsenin olmadığı yerlere gitmek ve bütün gözlerden kaybolmak istedi. Onsuz payitaht, payitaht olamazdı. Payitaht ki yâr salındığı için süsleniyordu, camilerle, hanlarla, hamamlarla. Yârin olmadığı şehir, yâri görmeyen göz, ona ulaşmayan söz ne işe yarardı, acıyı artırmaktan başka.


Bu yaşta bu acıyı kaldırabilir miydi, vuslata eremeyen yüreği. Hanlar, hamamlar, su arkları, camiler hepsi gözünde anlamım yitirdi, bir kavuşamadığı sevgilisinin gözleri kaldı semada. Şehirleri, kasabaları hafızasından sildi Sinan, yaş dolu gözlerinde muhteşem hatırları kaldı. Dudağından yeryüzüne sadece bir “ah” düştü, hiçbir vak’anüvisin şerh düşmedi, mürekkep izlerinin olmadı, tanığının bir kendi ve gecenin olduğu “derin bir ah.” Sinan, sevgilisinin ölümünden sonra günler boyunca odasından çıkmadı. Kâh seller gibi gözyaşı döktü, kâh eski günleri hatırladı. Yanağına acı bir tebessüm kondu. Gözüne uyku girmediği gecelerde anıların güzelliğiyle avuttu, yaralı yüreğini. Titreyen dudaklarıyla “vuslat artık mahşere kaldı “dedi. Gecelerden bir gece yaralı gönlüyle ağlamaktan şişmiş gözleriyle yatağına uzandı. Gül yüzlü, aydan parlak sevgilisinin rüyasına daldı. AŞKIN KIVILCIMI Padişahın gittiği bütün seferlere katılıyordu. Ordu savaşta iken kendisi yabancısı olduğu ülkelerin sokaklarını, çarşılarını, han ve hamamlarını dolaşıyor, gördüklerini defterine kaydediyordu. Özellikle de kilise ya da havralarda kullanılan sanat tekniklerini inceliyor, ülkede olmayan yönlerini tespit etmeye çalışıyor; sanatçıların nasıl bir yöntem kullandıkları üzerine kafa yoruyordu. Bulduğu farkları defterine çiziyor; İslam motifleri içerisinde nasıl kullanacağını düşünüyordu.

Araştırmalarının yanı sıra orduya gerekli olan köprü vesaire gibi şeylerin yapımında da çalışıyordu. Bu nedenle de belki de hiçbir zaman göremeyeceği uzak yerleri görmesi için kendisine fırsat doğuyordu. Yine padişahla birlikte bir sefere katılmıştı. Sefer başarıyla gerçekleştirilmiş, payitahta dönüş başlamıştı. Karaboğdan seferiydi bu. Günlerce süren yolculuğun arkasından orduyu şaşırtan bir olay yaşandı. Hiç beklemedikleri bir anda karşılarına durmadan çağlayan bir nehir çıktı. Öyle güçlü akıyordu ki nehirden çıkan ses bazı saatlerde kulakları sağır bile edebilirdi. Bu nedenle ordunun rahat edebileceği bir yer arandı. Nehrin biraz uzağındaki ormanlık alan karşıya geçişi sağlayacak bir köprü yapılana kadar ordunun dinlenmesi için uygundu. Askerler, biraz söylenerek biraz sevinerek ormanlık alana çadırlarını kurmaya başladı. Hayvanlara yemler verildi, ordu dinlenmeye çekildi Sultan Süleyman ise karşısında çağlayarak akan nehri izliyordu. Yanında bulunan paşalar ise düşünceliydi. Padişah, bir süre nehri izledikten sonra yanında bulunan Lütfi Paşa’ya “paşa, bu nehri en kısa zamanda aşmalıyız.” dedi.

Lütfi Paşa, biliyordu ki padişah, istediğini bir kez söyler ve bir daha tekrar etmezdi. Hemen o gün mimarlar, nehrin etrafında incelemeler yapmaya başladı. Nehir öyle güçlü akıyordu ki değil ordunun geçmesi bir karıncanın bile karşı kıyıya ulaşması mucize sayılırdı. Paşalardan bir kısmı nehrin geçilemeyeceğini iddia ediyordu. Lütfi Paşa başta olmak üzere diğer paşalar ise Osmanlı ordusunun daha büyük engelleri aştığını, bu engelinde bir haftaya kalmaz aşılacağını iddia ediyorlardı. Ordudaki askerlerde nehir konusunda ikiye ayrılmıştı. Yeniçerilerin bir kısmı, karşılarında aşılmaz gibi görünen nehrin engelinden şikayetçi değildi. Yemyeşil ormanın yanında bir de nehrin günün bazı saatlerinde çıkardığı o aşırı gürültüsü olması dinlenmek için ellerine geçen iyi bir fırsattı. Gündüz ise güneşin etkisiyle parlayan mavi nehrin uzağında günlük talimlerini yaptıktan sonra yemeklerini yiyerek günün geri kalanını dinlemeyle geçiriyorlardı. Bazı yeniçerilerin ise keyfi yerinde değildi. Tabiatın koynunda, gürül gürül akan nehrin karşısında olmak askerlerin keyfini yerine getirse de daha yapılacak çok iş vardı ve böyle boş boş oturup köprünün yapılmasını beklemek sinirlerini bozuyordu. Bunlar çoğunlukta olduğu için gün içerisinde huzursuzluklar çıkıyor, memnun olan yeniçeriler ile huzursuz olanları arasında ağız dalaşmaları meydana geliyordu. Günlerdir beklemekten yorgun düşen askerleri, kontrol altında tutmakta zorlanıyordu, Lütfi Paşa, Askerlerin gösterdiği tepki aslında normaldi ama yapılacak pek de bir şey yoktu. Çaresiz mimarların köprüyü yapmalarını bekleyeceklerdi. Karşılarında durmakta olan Prut Nehri ilerlemelerini engelliyordu.

Mimarlar, nehrin üstüne köprü kurmaya çalışıyor, günlerce uğraşıp didiniyor; “tamam oldu” dedikleri anda köprü büyük gürültülerle yıkılıyordu. Askerlerden kimisi, yapılan köprünün gürültüler içinde yıkılmasından üzüntü duyarken kimisi de yapacak bir işleri olmadığından kendilerine seyirlik çıktığı için seviniyordu. Padişah ise düşünceli bir halde hem Preveze’den gelecek olan haberi bekliyor hem de bir an önce nehri aşarak gözünün nuru payitahtta ve güzeller şahı Hürrem’ine kavuşmak istiyordu. Özlemi o kadar artmıştı ki bazı geceler özlemini mısralara döküyor, şairliği bu özlemiyle daha da kuvvetleniyordu. Yeniçerileri oyalamak için bazı geceler, nehrin kıyısında meclisler kuruluyor, padişahın divitinden çıkan şiirler okunarak sinirler az da olsa yatıştırılmaya çalışılıyor, vuslatın bir an önce gelmesi için dualar ediliyordu. Mimarlar, gece gündüz çalışsalar da nehri geçecek köprüyü yapmayı başaramıyorlardı. Her deneme hüsranla bitiyordu. Bir yandan günlük talimler yapılsa da, gece düzenlenen eğlenceler düzenlense de artık boş durmakta olan askerin sabrı tükenmek üzereydi. Padişahın aydan güzel, güneşten parlak sevgili kızı ise babasının yanında katıldığı bu savaşta karşılarına çıkan nehrin üzüntüsünü yaşıyordu. Mihrimah, babasının bu engeli de aşacağına inanmasına rağmen onun da yeniçeriler gibi sabrı tükenmek üzereydi. Mimarlar, ne hata yapıyor da günlerdir nehri geçmelerini sağlayacak olan köprüyü yapamıyorlar diye düşünmeden de edemiyordu. Zamanını kâh askerler eşliğinde at sırtında dolanarak kâh babasının yazdığı şiirlere nazireler yazmaya çalışarak geçirmeye çalışıyordu. Saray kurallarına pek uymasa da Kanunî, kendisine uğur getirdiğini düşündüğü kızını, seferlerde genelde yanında götürüyordu. Mihrimah da bu durumdan şikayetçi değildi. Tam tersine babasının yanında olup onun başarılarını birebir yaşamak bir yana farklı ülkeler görerek -her ne kadar savaş da olsa- sarayın o sıkıcı salonlarından kurtulduğu için ayrıca seviniyordu.

Bu gergin bekleyiş içerisinde bir gün, nöbetçi yeniçerilerden biri karanlık gecede ordudan çok uzak bir yerde iki karartı gördü. Bu karartıların ne olduğunu önce anlamadıysa da dikkatle baktığında bunların iki yeniçeri olduğunu anladı. Ay’ın aydınlattığı bu gecede bu karartıların nereye gittiğini görmeye çalıştı. İki yeniçeri askerlerin olduğu yerden iyice uzaklaştıklarını düşündüklerinde yanı başlarında durmakta olan bir ağacın altına oturdu. Nöbetçi yeniçeri, gecenin bu saatinde ordudan iyice uzaklaşan bu karartıların ne yapmakta olduğunu merak etti. Onlara kendini belli etmeden yaklaşması ve ne yaptıklarını görmesini gerekiyordu. Yavaş adımlarla ordunun bulunduğu alandan uzaklaştı. Kalbinin heyecanla attığını duyuyordu. Bir an geri dönmeyi ve bu iki yeniçeriyi hiç görmediğini düşünmek istediyse de yapamadı. Bir yandan merakı bir yandan da gecenin kahramanı olma düşüncesi onu, geri dönmekten alıkoydu. Herkes bilirdi ki yeniçerilerin bulundukları alandan uzaklaşması yasaktı. “Sadece önden giden akıncılar uzak olabilirdi. Bunlar akıncı da olmadığına göre bu işte bir bit yeniği olabilir” diye düşündü. “Onları dinlemeliyim” diyerek o kadar yavaş yürüdü ki toprak bile üstüne basıldığını anlamadı. Ağaçların arasından gürültü çıkarmadan usulca ağacın altında oturmakta olan yeniçerilere yaklaştı.

Seslerini duyuyorsa da bulunduğu noktadan ne konuştuklarını tam da duymuyordu. Konuşulanları daha net duyabilmesi için onlara biraz daha yaklaşması gerekiyordu. Ağaçlara ve kuru dallara dikkat ederek sessizce yürümesine devam etti. Seslerini duyabileceği ve kendini göremeyecekleri bir yerde durdu. Yüzlerini göremese de konuşmalarını artık rahatlıkla duyabiliyordu. Nefes alıp verişini heyecanla konuşmaya dalan iki yeniçerinin duyacağından korktu. Yine de merakı onun geri dönmesini engelliyordu. Kulak verip onları dinlemeye başladı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir