Fred Saberhagen – Kılıçların İkinci Kitabı

Ateş, gökyüzünden aşağıya saplanırcasına düştü, beyaz ışığın göz kamaştırıcı eğri mızrağının yaşamı sadece bir anlıktı, ama bu, deniz kıyısındaki sarp kayalığın çıkıntı yapmış ucunda tek başına yükselen bir ağacı yarıp parçalamaya yetip de artacak uzunlukta bir andı. Göğün uluyan karanlığı altındaki bu çarpma, gözleri ve kulakları aynı derecede sersemleştirmişti. Ben, köreltici parlayıştan ürktü, patikayı yeniden görebilmek ve sandaletli ayaklarıyla basabileceği güvenli yerler bulmak için – elbette ki, sarsılmış gözlerine yardımcı olabilecek bir şeyler yapmak için artık çok geçti – bakışlarını aşağıya indirdi. Rüzgârlı bir gecede, yağmur altında darbenin ne kadar uzağa düştüğüne karar vermek zordu, sadece bir sonrakinin daha da uzağa düşmesini ümit edebiliyordu. Ben’in kalın ve güçlü sağ kolu, oldukça fazla yüklenmiş bir yük hayvanının sağrısının üzerinden ileriye doğru uzanmıştı, hayvanın sırtındaki küfeleri bağlayan ipi tutuyordu. Bu arada, geriye doğru uzanmış olan sol koluyla da kendisini gönülsüz bir şekilde izleyen başka bir yük hayvanının dizginlerini sertçe çekti. Küçük hayvan kervanı, altı yük hayvanıyla birlikte onları süren, yöneten ve küfreden altı adamdan oluşuyordu. Yükleri taşıyan diğer altısından çok daha besili ve zarif görünümlü yedinci bir hayvan, kervanın birkaç metre gerisinden geliyordu. Bu hayvan, sağ elinde soğuk, alevsiz bir Eski Dünya meşalesi tutan pelerinli ve kukuletalı birini, yedinci bir adamı taşıyordu. Meşale, rüzgârın ve yağmurun arasından ışığının bir bölümünü kervan sürücülerine, nereye gittiklerini görme umudu verecek kadar ilerilere yansıtabilen ve titreşmeyen bir ışık saçmaktaydı. Üç düzine birbiriyle uyumsuz ayağa ve tuhaf bir yapıya sahip sürüngen bir yaratığa benzeyen hayvan kervanı, yabanıl doğanın içinde belli belirsiz bir patikayı izleyerek el yordamıyla yolunu bulup ilerlemeye uğraşıyordu. Ben, önündeki hayvanı ileriye doğru itip arkasındakini de kendisine doğru çekmeye uğraşırken, bir yandan da onları sakinleştirmeye çalışıyordu. Saatlerce önce, yolculuğun başlangıcında, sürücüler, genelde sakin olan hayvanların bu gece biraz ürkek olabilecekleri konusunda uyarılmışlardı. Etrafta ejder kokusu olacak, demişti kervan lideri. Bir şimşek daha çaktı, Allahtan sonuncusu kadar yakınlarında değildi.


Çünkü sadece bir an için, küçük kervanı çevreleyen kayalık ve ıssız yabanıl bölge, patikanın önlerinde uzanan birkaç metrelik kısmı da dahil olmak üzere görülebilecek kadar aydınlanmıştı. Hemen ardından karanlık, her zamankinden daha da koyu olarak ve beraberinde daha sert bir yağmurla üzerlerine çöktü. Parçaları, insan kollarının itme ve çekmeleriyle birbirlerine bağlanmış, üç düzine ayağıyla ilerleyen hayvan, yağmurdan kayganlaşmış kayaların ve çöken kumlar üzerindeki tehlikeli ilerleyişini yavaş yavaş sürdürüyordu. Bunlar olurken rüzgâr durmaksızın uğulduyor ve yağmur her şeyin üzerine saldırıyordu. Ben’in önünde, birinci yük hayvanını idare eden asker de tıpkı Ben gibi, kendisini sırılsıklam olmuş mavi sarı renklerde bir üniforma pelerinine sarmalamıştı, kullanışsız bir miğferden gözlerinin içine yağmur damlıyordu. Ben, askerin kendisini bu duruma sokan, iblislerin kötü yazgısına ve tanrıların gazabına karşı açıkça sövmekte olduğunu duyabiliyordu – adam bedduasına, bu fikrin sahibi olan ve şüphesiz ki şu anda sıcak ve kuru bir yerlerde bulunan üst düzey görevlileri de ekledi. Kervanın arkasından gelmekte olan Radulescu adındaki rahip subayın, rüzgâra rağmen onu duyabilmesi ihtimalinden korkmadan, neredeyse haykırmaktaydı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir