Siyah takım elbisemi ve beyaz gömleğimi giydim; siyah kravat ve siyah ayakkabılar, hepsi cilalı ve parlak: Asla rahat edemediğim kıyafetler. Normalde yetişkin numarası yapan bir çocuk olduğum veya çalıntı bir üniforma giydiğim hissini bir türlü atamam üzerimden. Şimdiyse beni rahatlattıklarını söyleyebilirdim. Beni bekleyen zor güne uygun kıyafetler giyiyordum. Sabah görevlerimi yerine getirmiş, söylemem beklenen sözleri söylemiştim. Üstelik o sözleri öyle bir içtenlikle söylemiştim ki… Cenaze sona erdiğinde, yıllardır görmediğim insanlarla buluşup yeniden tokalaşmaya ve kaliteli porselenlerden gereksiz miktarda çay içmeye başlamadan önce, birkaç saat arabama atlayıp sokaklarda kafama estiği gibi dolaşma hakkını buldum kendimde. Aklımda belli bir hedef yoktu, öylesine vakit öldürüyordum. Sussex’in güç belâ hatırladığım virajlı yollarında bir süre direksiyon salladıktan sonra, yeniden şehir merkezine giden yola çıktığımı fark eder etmez rastgele seçtiğim başka bir yola sapıp direksiyonu önce sola, sonra sağa kırdım. Nereye gittiğimi, baştan beri nerenin yolunu tuttuğumu ancak o zaman anladım ve kendi budalalığıma kızdım elimde olmadan. Yıllardır var olmayan bir eve doğru sürüyordum arabayı. Gerçeği fark ettiğimde, bir zamanlar arpa tarlası olan arsanın yanı sıra uzanan tali yolun yerine inşa edilmiş geniş caddede giderken, geri dönmeyi, yolumu değiştirip geçmişi kurcalamadan bırakmayı düşündüm. Ancak merak ediyordum. Eski evim, beş yaşından on iki yaşına kadar, tam yedi yıl boyunca yaşadığım ev yıkılmış, sonsuza dek yok olmuştu. Ailemin bahçenin dibine, açelyalar ile peri çemberi dediğimiz yeşil çemberin arasına inşa ettiği yeni ev ise otuz yıl önce satılmıştı. Yeni evi gördüğümde arabayı yavaşlattım. Zihnimde her zaman yeni ev olarak kalacaktı. Arabayı evin önüne yanaştırırken, evin yetmişli yıllara özgü mimari özelliklerini inceledim. Tuğlaların çikolata rengi olduğunu unutmuşum. Evin yeni sakinleri, annemin küçük balkonunu kapatıp oturma odasını genişletmişlerdi. Evi seyrederken ergenlik dönemimle ilgili ne kadar az şey hatırladığımı fark ettim; ne iyiydi ne kötü. Yeniyetmenin teki olarak o evde yaşamıştım yıllarca ama anlaşılan o yalların bugün olduğum kişiye dönüşmemde hiç etkisi olmamıştı. Geri geri giderek arabayı tekrar yola çıkardım. Kız kardeşimin günün mâna ve ehemmiyetine uygun olarak derleyip topladığı, içi dışı insan kaynayan evine gitme zamanımın geldiğini biliyordum. Var olduklarını dahi yıllar önce unuttuğum ahbaplarımızla konuşacaktım; evliliğimin nasıl bittiğini soracaklardı (on yıl önce ömrünü doldurmuştu yavaş yavaş çatlaklarla dolmuş ve çatlaklarla dolan bütün ilişkiler gibi sonunda parçalanmıştı), hayatımda yeni birinin olup olmadığını öğrenmek için ağzımı arayacak (yoktu; yeni bir ilişkiye henüz hazır değildim) ve çocukların neler yaptığını öğrenmek isteyeceklerdi (hepsi büyüdü, kendi yollarına gittiler, burada olabilmeyi elbette isterlerdi). Ya işim? (İyi gidiyor, teşekkürler, diyecektim işimi kelimelere dökmeyi becerememenin ağırlığını hissederek. Eğer işimden bahsedebilseydim işimi yapmam gerekmezdi. Sanatla uğraşıyorum, bazen gerçek sanat eserleri üretiyorum ve bazen ürettiğim şeyler, hayatımdaki boşlukları dolduruyor. Hepsi değil, bazıları ) Müteveffayı anacak, ondan da önce aramızdan ayrılanları yâd edecektik. Çocukluğumun ufak taşra yolu, gittikçe büyüyen iki mahalleyi birbirinden ayıran, asfaltla kaplı, geniş bir caddeye dönüşmüştü. Gaza basıp şehir merkezinin aksi istikametine ilerledim. Gitmem gereken yön o değildi ama uzaklaşmak bana kendimi iyi hissettirdi. Virajlar çoğalırken geniş cadde daraldı, daraldı, çocukluğumdan hatırladığım tek şeritli yola dönüştü, asfalt bitti, yerini kırık kemikleri andıran mıcırlarla kaplı toprak zemin aldı. Kısa süre sonra kendimi iki yanını çalılar ve yaban gülleri kaplamış bozuk, dar bir yolda giderken buldum. Aralarda fındık ağaçları ve yabani çalılardan oluşmuş çitler görülüyordu. Zamanda geriye gidiyormuş gibi hissettim kendimi. Geri kalan her şey değişmişti ama yol… Tıpkı hatırladığım gibiydi. Caraway Çiftliği’ni geçtim. On altı yaşında olduğum günleri, sarı saçlı, elma yanaklı Callie Anders’ı öptüğümü hatırladım. Orada otururlardı ama öpüşmemizden kısa süre sonra ailesiyle birlikte Shetlands’a taşınmışlardı ve onu bir daha öpemeyecek, hatta göremeyecektim. Yaklaşık bir kilometre boyunca, yolun iki tarafında da tarlalardan ve iç içe gevmiş çayırlardan başka bir şey yoktu. Derken yol, patikaya dönüş tü. Sonuna varmak üzereydim. Virajı dönmeden hemen önce karşılaşacağım manzarayı hatırladım ve birkaç saniye sonra Hempstock’ların kızıl tuğladan yapılma çiftlik evi bütün ihtişamıyla karşımda belirdi. Neden şaşırdım bilmiyorum, o yol kendimi bildim bileli aynı yerde biterdi. Gidebileceğim bir yer yoktu. Arabayı çiftliğin yanına park ettim. Onca yıldan sonra orada lûla hı rilerinin yaşayıp yaşamadığını veya daha kesin konuşmak gerekirse, Hempstock’ların hâlâ orada oturup oturmadıklarım merak ediyordum. Düşük ihtimaldi ama hatırladığım detaylar bana, Hempstock ailesinin düşük ihtimallerin insanları olduğunu söylüyordu. Arabadan indiğimde gübre kokusu suratıma çarptı. Bahçe inek dışkılarıyla doluydu. Yine de büyük bir hevesle küçük bahçeyi aşıp evin ön kapısına ilerledim. Zili aradım ama boşunaydı. Kapıyı yumrukladım. Düzgün kilitlenmemişti, ikinci vuruşumda kendiliğinden açıldı. Oraya daha önce de gelmemiş miydim? Uzun, çok uzun yıllar önce? Elbette gelmiştim. Çocukluk anıları bazen sonradan yaşananların altında kalıp silikleşir; yetişkinlerin dolabının dibinde unutulan oyuncaklar gibidirler ama asla sonsuza kadar kaybolmazlar. Holde durup içeri seslendim. “Merhaba? Evde kimse yok mu?”
Neil Gaiman – Yolun Sonundaki Okyanus
PDF Kitap İndir |