Orson Scott Card – Ender Serisi 1 – Ender’in Oyunu

“Gözleriyle seyrettim, kulaklarıyla dinledim ve sana söylüyorum ki, bu o. Ya da en azından aradığımıza en yakın olanı.” “Erkek kardeş için de bunları söylemiştin.” “Erkek kardeşi denemeleri geçemedi. Başka sebeplerden dolayı. Yeteneği ile ilgisi yok.” “Kız kardeşi de öyle. Bununla ilgili şüpheler de var. Çok uysal. Kendini başkalarının iradesine bırakmaya çok hevesli.” “Eğer diğer kişi düşmanı değilse.” “Öyleyse ne yapalım? Her zaman etrafını düşmanlarla mı saralım?” “Eğer gerekiyorsa” “Bu çocuktan hoşlandığını söylediğini hatırlıyorum” “Eğer Böceklerin eline geçerse, beni onun en sevdiği amcasına benzetirler” “Tamam. Sonuçta dünyayı kurtarıyoruz. Al onu” Monitör kadın kibarca gülümsedi ve saçını karıştırarak, “Andrew sanırım bu berbat monitörden bıkmışsındır. Öyleyse, sana güzel haberlerim var.


Monitör bugün çıkacak. Bulunduğu yerden onu çıkaracağız ve hiç acı olmayacak,” dedi. Ender başını salladı. Hiç acı olmayacakmış, tabii ki bu bir yalandı. Fakat yetişkinler, acıyacağı zaman hep bunu söyledikleri için başına ne geleceğini kesinlikle görebiliyordu. Bazen yalanlar, gerçekten çok daha güvenilirdi. “Buraya gelir misin Ender, sadece şuraya, muayene masasına otur. Doktor bir dakika içerisinde yanında olacak.” Monitör kadın gitmişti. Ender boynunun arkasındaki ufak cihazın orada olmadığını hayal etmeye çalıştı. Yatakta arkama dönebileceğim ve oramda herhangi bir baskı olmayacak. Ensemin ürperdiğini hissetmeyeceğim ve duş alırken ısınmayacak. Ve Peter artık benden nefret etmeyecek. Eve geleceğim ve ona monitörün olmadığını göstereceğim, böylece benim de başaramadığımı görecek. Artık normal bir çocuk olacağım, tıpkı onun gibi.

Ondan sonra bu kadar kötü olmayacak. Monitörü onun taşıdığından tam bir yıl daha uzun taşıdığım için beni affedecek. Biz. Muhtemelen arkadaş olmayacağız. Hayır, Peter çok tehlikeliydi. Peter çok sinirliydi. Yine de kardeştiler. Düşmanlık yok, arkadaşlık yok, sadece kardeşlik; aynı ev içinde yaşayabilmek. Benden nefret etmeyecek, sadece beni yalnız bırakacak. Hatta Böcekler ile Astronotları oynamak istediğinde, belki de onunla oynamak zorunda kalmayacağım ve sadece kitap okuyabileceğim. Fakat Ender böyle düşünse bile, Peter’in onu yalnız bırakmayacağım biliyordu. Delilik zamanlarında, Peter’in gözlerinde bir şeyler olurdu ve Ender bakışlarındaki o kıvılcımı her gördüğünde Peter’in yapmayacağı tek şeyin, onu yalnız bırakmak olacağını bilirdi. Piyano çalışıyorum Ender. Gel de sayfaları benim için çevir. Oh, monitör çocuk, erkek kardeşine yardım edemeyecek kadar meşgul mü? Çok mu akıllı? Birkaç Böcek mi öldürmen lazım, astronot? Hayır, hayır, senin yardımını istemiyorum.

Kendi başıma halledebilirim, seni küçük piç kurusu, seni aşağılık Üçüncü. “Uzun sürmeyecek, Andrew” dedi doktor. Ender başını salladı. “Çıkarılabilecek şekilde tasarlandı. Enfeksiyon yapmadan, zarar vermeden. Fakat biraz gıdıklanma olabilir ve bir şeyin kaybolduğu hissine kapıldıklarını söylerler. Bir şeyler arayıp duracaksın, bulamayacaksın, aslında aradığın şeyin ne olduğunu da hatırlamayacaksın. Öyleyse ben söyleyeyim, aradığın şey o monitör olacak ve artık orada olmayacak. Birkaç güne kadar da bu duygu geçmiş olacak.” Doktor Ender’in başının arkasındaki bir şeyi çeviriyordu. Aniden boynundan kasıklarına doğru iğne gibi bir ağrı saplandı. Ender arkasının kasıldığını hissetti ve vücudu sertçe geriye doğru yaylandı; başı yatağa vurdu. Bacaklarının kıvrandığını hissedebiliyordu, elleri birbirine o kadar sıkı kenetlenmişlerdi ki, eğrildiler. “Deedee!” diye bağırdı doktor. “Sana ihtiyacım var” hemşire soluk soluğa içeriye koştu.

“Bu kasları rahatlatmamız lazım. Onu bana getir, şimdi! Daha ne bekliyorsun!” Bir şeyler el değiştirdi; Ender ne olduğunu göremedi. Yana doğru yalpaladı ve muayene masasından düştü. “Yakala onu!” diye haykırdı hemşire. “Onu sadece sabit tut!” “Onu siz tutun doktor, benim için fazla güçlü.” “Hepsini değil! Kalbini durduracaksın.” Ender, gömleğinin yakasının biraz üzerinde, arkasına bir iğnenin girdiğini hissetti. İğne yakmıştı, fakat ateşin yayıldığı her bölgedeki kaslar yavaş yavaş gevşedi. Bunun yarattığı korku ve acı yüzünden artık ağlayabilirdi, “İyi misin Andrew?” diye sordu hemşire. Andrew nasıl konuşulacağını hatırlayamadı. Onu masanın üzerine kaldırdılar. Kalp atışlarını kontrol ettiler, hiç anlamadığı başka şeyler yaptılar. Doktor sarsılmıştı; konuşurken sesi titredi. “Bu şeyleri üç yıl çocukların içinde bırakıyorlar, ne umuyorlar ki? Onu kaybedebilirdik, bunun farkında mısın? Sonsuza kadar beyninin fişini çekebilirdik” “İlaç etkisini ne zaman kaybedecek?” diye sordu hemşire “Onu en azından bir saat burada tut. İzle.

Eğer on beş dakika içinde konuşmaya başlamazsa beni ara. Sonsuza kadar fişini çekebilirdik. Bende bir Böceğin zihniyeti yok.” Bayan Pumpherey’in sınıfına, paydos zilinden sadece on beş dakika evvel geri geldi. Bacakları üzerinde hâlâ bir parça dengesizdi. “İyi misin Andrew?” diye sordu Bayan Pumpherey. Başını salladı “Hasta miydin?” Kafasını salladı. “iyi görünmüyorsun.” “Ben iyiyim.” “Olursan iyi olacak, Andrew.” Sandalyesine doğru ilerledi, ama durdu. Şimdi ben neyi arıyordum? Neyi aradığımı hatırlayamıyorum. “Sandalyen karşıda,” dedi Bayan Pumpherey. Oturdu, fakat ihtiyacı olan başka bir şeydi, kaybetmiş olduğu bir şey. Onu sonra bulurum.

“Monitörün,”diye fısıldadı, arkasındaki kız. Andrew omuzlarını silkti. “Monitörü,”diye fısıldadı kız, diğerlerine. Andrew eliyle dokunup boynunu hissetti. Orada bir yara bandı vardı. Gitmişti. Şimdi tastamam herkes gibiydi. “Yıkandın mı? Andy” diye sordu, koridorun çaprazında ve onun arkasında oturan bir oğlan. İsmini hatırlayamadı. Peter. Hayır o başka birisiydi. “Sessiz olun. Bay Stilson” dedi Bayan Pumpherey. Stilson sırıttı. Bayan Pumpherey, çarpmayı anlatıyordu.

Ender, sırasının üzerine amaçsızca dağlık adaların, eş yükselti eğrisi haritalarını karalıyor ve sonra, sırasına onların her açıdan üç boyutlu görüntülenmesini emrediyordu. Tabii ki öğretmen, onun derse dikkatini vermediğini biliyordu ama onu rahatsız etmedi. Her zaman cevabı bilirdi, hatta öğretmeni onun derse dikkatini vermediğini düşündüğünde bile. Sırasının köşesinde bir kelime belirdi ve sıranın çevresi etrafında ilerlemeye başladı. İlk başta, yukarıdan aşağıya ve tersti, ama Ender kelime sıranın altına ulaşıp düzgün duruma gelmeden önce onun ne olduğunu anlamıştı. Ender gülümsedi. Nasıl mesaj yollanacağını ve onları nasıl ilerleteceğini kafasında oluşturan kişi kendisiydi; gizli düşmanı ona kötü sözler söylese de yollanma şekli onu mest ediyordu. Üçüncü olması onun hatası değildi. Bu hükümetin fikriydi. Bunu emreden onlardı. Ender gibi bir Üçüncü okula başka nasıl gidebilirdi ki? Ve artık monitör yoktu. Andrew Wiggin’e ünvanını kazandıran deney, bir işe yaramamıştı. Eğer yapabilselerdi, onun doğmasına izin veren feragatnameyi iptal etmek isteyeceklerinden emindi. Başarılı olmadın mı? Öyleyse deneyi silin gitsin. Zil çaldı.

Herkes sıralarını kapattı ve aceleyle kendilerine hatırlatıcı notlar yazdılar. Bazıları dersleri ya da verileri evdeki bilgisayarlarına aktarıyorlardı. Birkaç kişi göstermek istedikleri şey basılırken yazıcının etrafında toplandı. Ender sıranın kenarında duran çocukların kullandığı klavyeye ellerini uzattı ve yetişkinlerinki kadar büyük ellere sahip olmanın nasıl bir duygu olacağını merak etti. Çok büyük ve hantal hissediyor olmalılar, kalın güdük parmaklar ve iri avuçlar. Tabii ki onların daha büyük klavyeleri vardı – ama nasıl o kalın parmaklarla Ender’in yaptığı gibi, birbirine değmeden ya da üst üste gelmeden, sıranın kenarından merkezine kadar yetmiş dokuz kere spiral yapabilen dümdüz bir çizgi çizebiliyorlardı? Öğretmen aritmetiğe takılıp kaldığında bu onu oyalayacak bir şeydi. Aritmetik! Üç yaşındayken, Valentine ona aritmetiği öğretmişti. “İyi misin, Andrew?” “Evet efendim. ” “Otobüsü kaçıracaksın.” Ender başını salladı ve ayağa kalktı. Diğer çocuklar gitmişti. Yine de, kötü olanlar bekleyeceklerdi Monitörü boynunda yoktu, duyduklarını duymuyor, gördüklerini görmüyordu. Ne isterlerse söyleyebilirlerdi. Hatta onu dövebilirlerdi; artık hiç kimse onları görmüyordu, öyleyse Ender’i kurtarmaya kimse gelmeyecekti. Monitörün avantajları vardı ve onları özleyecekti.

Stilson’dı tabi ki. Diğer çocukların çoğundan iri değildi, fakat Ender’den daha iriydi. Ve yanında diğerleri de vardı. Her zaman yaptığı gibi. “Hey, Üçüncü. “ Cevap verme, söyleyecek bir şey yok. “Hey, Üçüncü, seninle konuşuyoruz, Üçüncü, hey Böcek aşığı, seninle konuşuyoruz.” Verebileceğim bir cevabım yok. Söyleyeceğim her şey, durumu daha da güçleştirecek. Öyleyse hiçbir şey söylemiyorum. “Hey, Üçüncü, hey, pislik, çaktın ha? Bizden daha iyi olduğunu düşünüyordun, ama küçük kuşunu kaybettin. Üçcüüük, boynunda yara bandı var.” “Geçmeme izin verecek misiniz?” diye sordu Ender. “Geçmesine izin verecek miyiz? Gitmesine müsaade edelim mi?” Hepsi güldü. “Tabi ki gitmene izin vereceğiz.

Önce kolunun geçmesine izin vereceğiz, sonra kıçının geçmesine, sonra belki dizinin bir parçasının.” Şimdi diğerleri de alay ediyordu. “Küçük kuşunu mu kaybettin. Üççük. Küçük kuşunu kaybettin. Üççük. “ Stilson tek eliyle, onu ittirmeye başladı. Arkasındaki biri, sonra onu Stilson’a doğru ittirdi. “Tahtıravalli, dönme dolap,” dedi birisi. “Tenis!” “Pin pon!” Mutlu son olmayacaktı. Öyleyse Ender, sonuda en mutsuz olmamaya karar verdi. Stilson’ın kolu, onu ittirmek için tekrar ortaya çıktığında, Ender onu yakaladı. Iskalamıştı. “Oh, benimle kavga mı edeceksin, ha? Benimle kavga mı edeceksin, Üççük?” Ender’in arkasındakiler, onu tutmak için atıldılar. Ender, gülecekmiş gibi hissetmiyordu, ama güldü.

“Yani hepiniz buraya bir Üçüncüyle kavga etmek için mi toplandınız?” “Bizler insanız. Üçüncü değil, bok suratlı. Ancak bir osuruk kadar güçlüsün!”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir