Orson Scott Card – Aklin Cocuklari

Si Wang-mu ilerledi. Peter adındaki delikanlı elinden tutarak onu yıldız gemisine götürdü. Kapı arkalarından kapandı. Wang-mu, küçük, metal duvarlı odadaki döner koltuklardan birine oturdu. Tuhaf veya yeni bir şey görebilmek umuduyla etrafına bakındı. Metal duvarların dışında, burası Path dünyasındaki bürolardan herhangi biri olabilirdi. Temiz, ama pek de özenli değil. Yararlı biçimde döşenmiş. Uçan gemilerle ilgili hololar gördü: düzenle ve hızla atmosfere dalan ve çıkan savaş gemileri ve mekikler; maddenin, ışık hızına dayanabileceğine yakın bir hızla hızlanan yıldız gemilerinin yuvarlak yapıları. Bir yanda iğnenin keskin gücü, diğer yanda balyozun ezici gücü. Ama bu odada hiç güç yoktu, sadece bir odaydı. Pilot neredeydi? Bir pilot olmalıydı, çünkü ona göre odanın karşı ucunda oturan, bilgisayarına bir şeyler mırıldanan delikanlı, ışıktan daha hızlı yol alabilme kapasitesine sahip bir yıldız gemisini kontrol ediyor olamazdı. Yine de, yapmakta olduğu şey kesinlikle bu olmalıydı, çünkü başka odalara açılan hiçbir kapı yoktu. Yıldız gemisi dışarıdan küçük görünüyordu; bu oda geminin tüm alanını kaplıyordu. Köşede, geminin üstündeki güneş toplaçlarından alınan enerjinin depolandığı piller vardı.


Bir buzdolabı gibi yalıtılmış olan şu sandıkta yiyecek ve içecek olabilirdi. Yaşam desteği için oldukça fazla. Eğer hepsi bu kadarsa, yıldızlar arası uçuşun romantizmi neredeydi? Sadece bir oda. Bakacak başka şey olmadığı için bilgisayar terminalindeki genci izledi. İsminin Peter Wiggin olduğunu söylemişti. Eskiden insanların tek bir dünyada yaşadığı, gökyüzünün bir tavan ve uzayın da aşılamayan bir boşluk olduğu zamanlarda, birbirlerinin ülkesinden başka gidecek yerleri olmayan bütün milletleri, ırkları, dinleri ve felsefeleri dirsek dirseğe gelmeye zorlayarak, tüm insan ırkım kontrolü altında birleştiren eski Hegemon’un adı. Peter Wiggin, insan ırkına hükmeden adam. Elbette bu, o adam değildi ve bunu kendisi de kabul ediyordu. Onu Andrew Wiggin göndermişti. Wang-mu, Efendi Han’ın ona anlattığı şeylerden Andrew Wiggin’in bir şekilde onu yaptığım hatırladı. Bu, Ölülerin Büyük Sözcü’sünü, Peter’ın babası mı yapıyordu? Yoksa Peter bir şekilde Ender’in kardeşiydi de, üç bin yıl önce ölmüş olan Hegemon’un sadece adım değil, kendisini de mi içinde taşıyordu? Peter mırıldanmayı kesti, koltuğunda geriye yaslandı ve içini çekti. Gözlerini oğuşturdu, gerindi ve inildedi. Bu, yanında biri varken yapılmış saygısızca bir davranıştı. İnsan bu tür hareketleri ancak bir ameleden beklerdi. Peter, kızın hoşnutsuzluğunu hissetmiş gibiydi.

Ya da onun varlığını unutmuş, birden yanında biri olduğunu hatırlamıştı. Koltuğundaki oturuşunu değiştirmeden başını çevirip kıza baktı. “Kusura bakma,” dedi. “Yalnız olmadığımı unutmuşum.” Wang-mu ömür boyu cesurca konuşmaktan kaçınmasına rağmen, ona küstahça hitap edebilmeyi çok istedi. Ne de olsa, gemisi nehrin yanındaki çayırda yeni filizlenen bir mantar gibi belirip, elinde kızın ana dünyası Path’ın genetik hastalığını tedavi edecek bir şişe ilaçla birden ortaya çıktığı zaman, Peter kızla saldırgan bir küstahlıkla konuşmuştu. On beş dakikadan daha az bir süre önce kızın gözlerinin içine bakmış ve “Benimle gel ve tarihin değiştirilmesinin, tarihin yapılmasının bir parçası ol,” demişti. Korkmasına rağmen kız ona evet demişti. Evet demişti ve şimdi döner bir koltuğa oturmuş, onun önünde kabaca, bir kaplan gibi gerinmesini izliyordu. Bu Peter’ın içindeki canavar, kaplan mıydı? Wang-mu, Hegemon’u okumuştu. O büyük ve müthiş adamın içinde bir kaplan olduğuna inanabilirdi. Ama bu? Bu çocuk? Gerçi Wang-mu’dan daha yaşlıydı, fakat kız toy birini gördüğü zaman anlayamayacak kadar genç değildi. Bu delikanlı tarihin akışını değiştirecek! Kongre’deki çürümeyi temizleyecek! Lusitania Filosu’nu durduracak! Bütün koloni gezegenlerini Yüz Dünya’nın eşit üyeleri arasına sokacak! Orman kedisi gibi gerinen bu çocuk! “Beğenini kazanmadım,” dedi Peter. Aynı anda hem rahatsız olmuş, hem de eğleniyormuş gibiydi. Ancak, belki de kız böyle birinin ses tonlarını yorumlamakta pekiyi değildi.

Elbette böyle yuvarlak gözlü bir insanın yüz ifadelerim okumak zordu. Delikanlının hem yüzü, hem de sesi, kızın anlayamadığı gizli dilleri içeriyordu. “Şunu bilmelisin,” dedi delikanlı. “Ben, kendim değilim.” Wang-mu, ortak dili oldukça iyi, en azından bir deyimi anlayabilecek kadar bilirdi. “Bugün rahatsız mısın?” Fakat bunu söylerken bile sözcüğün deyimsel anlamını ifade etmediğini biliyordu. Delikanlı yeniden, “Ben, kendim değilim,” dedi. “Ben gerçekten Peter Wiggin değilim.” “Umarım değilsindir,” dedi Wang-mu. “Okulda onun cenaze törenini okumuştum.” “Yine de ona benziyorum, değil mi?” Delikanlı bilgisayar terminalinin üstüne havada süzülen bir hologram getirdi. Hologram, Wang-mu’ya bakmak için döndü; Peter ayağa kalktı ve kıza bakarak aynı pozu aldı. “Bir benzerlik var,” dedi kız. “Elbette, ben daha gencim,” dedi Peter. “Çünkü Ender, şey – yaklaşık beş yaşındayken Dünya’yı terk ettikten sonra beni görmedi.

Ne de olsa biraz çelimsizdim. Hâlâ çocuktum. İncecik havadan beni yaratırken hatırladığı buydu.” “Hiç hava yoktu,” dedi kız. “Hiçbir şeyden yaratırken.” “Hiçbir şey de yoktu,” dedi Peter. “Beni böyle yarattı.” Şeytani bir ifadeyle gülümsedi. “Engin derinliklerden ruhları çağırabilirim.” Bu sözler ona bir şey ifade ediyordu, ama kıza değil. Path dünyasında onun bir hizmetçi olması beklendiğinden, çok az eğitilmişti. Sonra, Han Fei-tzu’nun evinde, önce eski hanımı Han Qing-jao, sonra da efendisinin kendisi tarafından yetenekleri fark edilmişti. Her ikisinden de, gelişigüzel bir şekilde, biraz eğitim almıştı. Orada öğretilen şeyler genellikle teknik konular ve öğrendiği edebiyat da orta krallık, ya da Path’la ilgili şeyler olmuştu. Kız, eski hanımına adı verilmiş olan büyük şair Li Qing-jao’dan hiç durmaksızın şiirler okuyabilirdi.

Fakat şiirlerini okuduğu şair hakkında hiçbir şey bilmiyordu. Peter yeniden, “Engin derinliklerden ruhları çağırabilirim,” dedi. Sonra sesini ve tavrını biraz değiştirerek kendini yanıtladı. “Evet, ben çağırabilirim ya da herhangi biri çağırabilir. Ama sen çağırdığın zaman gelirler mi?” “Shakespeare,” diye tahmin yürüttü kız. Delikanlı ona gülümsedi. Kız bunu bir kedinin oynadığı yaratığa karşı olan davranışına benzetti. “Bir Avrupalı şiir okuduğunda, bu her zaman iyi bir tahmindir,” dedi Peter. “Komik bir şiir,” dedi kız. “Bir adam ölüleri çağırabileceğini söyleyerek böbürleniyor. Fakat başka bir adam, asıl maharetin onları çağırmakta değil, gelmeye zorlamakta olduğunu söylüyor.” Peter güldü, “Amma espri anlayışın var.” “Bu şiir sana bir şey ifade ediyor, çünkü Ender seni ölümden çağırdı.” Peter şaşırmış göründü. “Nereden biliyorsun?” Kız bir korku ürpertisi hissetti.

Bu mümkün müydü? “Bilmiyorum. Şaka yapıyordum.” “Şey, bu doğru değil. Tam olarak değil. Ender ölüleri yeniden diriltmedi. Yine de gerekli olursa bunu yapabileceğini düşünüyordu, kuşkusuz.” Peter içini çekti. “Sevimsizleşiyorum. O sözcükler birden aklıma geldi. Onları kastetmiyordum. Sadece geliverdiler.” “Yine de, aklına gelen bazı sözcükleri yüksek sesle söylemekten kaçınman mümkün.” Peter gözlerini devirdi. “Ben senin gibi hizmetçilik yapmak için yetiştirilmedim.” Demek özgür insanların dünyasından gelen birinin davranışı böyleydi – kendi suçu olmadan hizmetçilik yapmış birini küçümsemek.

“Ben, hoş olmayan sözleri nezaket gereği içimde tutmak için eğitildim,” dedi kız. “Ama senin için bu da başka bir hizmetçilik biçimi olabilir.” “Batı’nın Ana Kraliçesi, az önce söylediğim gibi, sevimsizlik kendiliğinden dilime geliveriyor.” “Ben Ana Kraliçe değilim,” dedi Wang-mu. “Bu isim zalimce bir şaka ve sadece çok sevimsiz bir insan seninle alay etmek için bunu kullanır.” Peter sırıttı. “Ama bana da Hegemon’un adı verildi. Bence böyle abartılı komik isimlere sahip olmakla, belki ortak bir yanımız vardır.” Kız, Peter’ın belki de aralarında dostluk kurmaya çalıştığı olasılığını düşünerek ses çıkarmadı. “Ben çok kısa zaman önce var oldum sadece,” dedi Peter. “Birkaç haftalık bir olay, sanırım benimle ilgili olarak bunu biliyorsun.” Kız anlamadı. “Bu yıldız gemisinin nasıl çalıştığını biliyor musun?” diye sordu Peter. Şimdi de konudan konuya atlıyordu. Onu deniyordu.

Eh, yeterince denenmek canına yetmişti. “Görünüşe göre, içinde oturan kimse, kaba yabancılar tarafından imtihan ediliyor.” Peter gülümsedi ve başını salladı. “Karşındakinden hiç de aşağıda kalmıyorsun. Ender bana senin kimsenin hizmetçisi olmadığını söyledi.” “Qing-jao’nun gerçek ve sadık hizmetçisiydim. Umarım Ender sana bu konuda yalan söylememiştir.” Peter, kızın açıklamasını bir kenara itti. “O senin fikrin.” Kızı yeniden gözleriyle tarttı; nehir kenarında ona ilk kez baktığında olduğu gibi, kız onun üstünden ayrılmayan bakışının kendisini yeniden tümüyle kavradığını hissetti. “Wang-mu, sana yeni yapılmış olduğumu mecaz anlamda söylemiyordum. Yapılmak, anlıyor musun, doğmak değil. Ve benim yapılış tarzımın bu yıldız gemisinin çalışmasıyla yakın ilgisi var. Zaten bildiğin şeylerle seni sıkmak istemiyorum, fakat benimle birlikte olmana neden ihtiyaç duyduğumu anlaman için, benim ne -kim değil- olduğumu bilmen gerekir. Bu nedenle yeniden soruyorum – bu yıldız gemisinin nasıl çalıştığını biliyor musun?” Kız, başını salladı.

“Sanırım biliyorum. Jane, bilgisayarlarda yaşayan varlık, yıldız gemisinin ve içinde kim varsa hepsinin, mümkün olduğunca en mükemmel resmini zihninde tutuyor. İnsanlar da kendi resimlerini ve kim olduklarını zihinlerinde tutuyorlar vesaire. Sonra Jane her şeyi gerçek dünyadan alıp hiçliğin olduğu yere götürüyor ki bu hiç zaman almıyor, sonra onları seçtiği bir yerde tekrar gerçekliğe getiriyor. Bu da hiç zaman almıyor. Böylece yıldız gemilerinin bir dünyadan diğerine gitmesi yıllarca süreceği yerde, bir anda oluyor.” Peter onayladı. “Çok iyi. Sadece bilmen gereken şey, yıldız gemisinin Dışarı’da olduğu sürece hiçlikle değil, sayısız miktarda aiûayla çevrelenmiş olduğu.” Kız başını çevirdi. “Aiûaları anlamıyor musun?” “Bütün insanlar her zaman vardı, diye ifade edilebilir. Yani bizler en eski tanrılardan daha eskiyiz…” “Eh, bir bakıma,” dedi Peter. “Ancak, Dışarı’daki aiûalar, onların var oldukları, ya da bir tür anlamlı varlıklar olduğu, söylenemez. Onlar sadece… Oradalar. Öyle bile değil, çünkü bir yer mefhumu yok, olabilecekleri bir orası yok.

Sadece varlar. Bir zekâ onları çağırıp adlandırıncaya, onları bir düzene sokuncaya, onlara bir kalıp ve biçim verinceye kadar.” “Balçık, bir ayı olabilir,” dedi kız, “ama ırmağın kıyısında soğuk ve ıslak kaldığı sürece değil.” “Kesinlikle. İşte Ender Wiggin ve birkaç kişi daha şansları sayesinde ki senin buna ihtiyacın olmayacak, Dışarı’ya ilk yolculuklarım yaptılar. Aslında hiçbir yere gitmiyorlardı. İlk yolculuğun amacı, aralarından birisi, oldukça yetenekli bir genetik bilimcisi, zihninde yarattığı bir görüntüyle son derece karmaşık yeni bir molekül yaratıncaya kadar Dışarı’da kalmaktı. Daha çok, var olan bir şeye yapmak ihtiyacını duyduğu değişikliklerin görüntüsüyle… Eh, bunun için elinde biyoloji yoktu. Her neyse, kadın yapması gerekeni yaptı, yeni molekülü yarattı, Calloo Callay, ancak şu var ki, o gün yaratma işini yapan tek o değildi.” “Ender’in zihni de seni mi yarattı?” diye sordu, Wang-mu. “Elinde olmayarak. Ben, şöyle diyelim, trajik bir kazaydım. Talihsiz bir yan etki. Sadece şundan eminiz ki oradaki herkes, her şey çılgınca bir şeyler yaratıyordu. Dışarı’daki aiûalar bir şeyler olabilmek için çılgına dönmüşlerdi, anlıyor musun? Tüm çevremizde gölge savaş gemileri yaratılmıştı.

Her türden, zayıf, donuk, parçalanmış, kırılgan, kısa ömürlü yapıtlar yükseliyor ve düşüyordu. Sadece dört tanesi katılaşmayı başardı. Bir tanesi Elenora Ribeira’nın yaratmak için geldiği genetik moleküldü.” “Biri de sen miydin?” “Korkarım en az ilginç olanı. En az sevilen ve değer verileni. Gemidekilerden biri yıllar önce feci bir kaza geçirerek sakat kalan Miro adında bir adamdı. Sinir sistemi hasar görmüştü. Konuşması boğuktu, elleri hantaldı ve yürüdüğü zaman topallıyordu. Zihninde güçlü ve değerli görüntüsünü sabit tuttu, büyük sayıda aiûa birbiriyle birleşerek onun tam bir kopyasını oluşturdu, şimdiki halini değil, bir zamanlar olduğu ve yeniden olmak istediği halini; tüm anılarıyla birlikte – kusursuz bir kopyasını. O kadar kusursuzdu ki, kendi sakat vücuduna karşı büyük bir tiksinti hissetti. Böylece… Yeni Miro -ya da eski, hasar görmemiş olan Miro’nun kopyası -her neyse – sakat olanın büyük utancı karşısında dikildi. Ve herkesin gözlerinin önünde eski, reddedilmiş vücudu hiçliğe doğru ufalandı gitti.” Bunu hayal ederken Wang-mu’nun soluğu kesilmişti. “Demek öldü!” “Hayır, önemli olan nokta bu, anlamıyor musun? Yaşadı. O, Miro’ydu.

Sadece kendi aiûası – vücudunun atom ve moleküllerini yapan trilyonlarca aiûa değil, ama onları kontrol eden, kendi olan arzusu- yeni ve kusursuz vücuda geçti. Bu onun gerçek kendisiydi ve eski olan…” “Yararsızdı.” “Biçimine verecek bir şeyi yoktu. Bilirsin, bence vücutlarımız sevgi sayesinde bir arada tutuluyor. Ona itaat eden muhteşem ve güçlü vücuda ve bireye dünyayla ilgili tüm deneyimlerini kazandıran ana aiûanın sevgisi. Miro bile, sakat olduğu zaman, kendisine duyduğu tüm tiksintiye rağmen vücudunun hangi parçası kendisine kalmışsa, onu sevmiş olmalı. Yeni bir tanesini buluncaya kadar.” “Ve sonra yer değiştirdi.” “Bunu yaptığının farkında bile olmadan,” dedi Peter. “Sevgisini izledi.” Wang-mu bu hayali öyküyü duymuştu ve gerçek olması gerektiğini biliyordu, çünkü Han Fei-tzu ile Jane arasındaki konuşmalarda birçok kez aiûadan bahsedildiğine kulak misafiri olmuştu ve şimdi Peter Wiggin’in öyküsüyle bu, bir anlam kazanıyordu. Gerçek olmak zorundaydı, çünkü bir yıldız gemisi gerçekten Han Fei-tzu’nun evinin arkasındaki nehrin kenarında yoktan var olurcasına ortaya çıkmıştı. “Ama şimdi merak etmen gerekiyor,” dedi Peter. “Nasıl oldu da, sevilmeyen ve hiç sevilmeyecek olan ben, var oldum.” “Zaten söyledin.

Ender’in zihni.” “Miro, kendisinin daha genç, daha sağlıklı ve daha güçlü görüntüsünü büyük bir yoğunlukla kafasında tutmuştu. Fakat Ender’in zihninde oluşan görüntüler, ablası Valentine ve ağabeyi Peter’la ilgiliydi. Ancak şimdiki halleri değil, çünkü ağabeyi Peter çoktan ölmüştü ve Valentine -uzaydaki bütün sıçramaları boyunca Ender’in yanında bulunmuş, ya da onu izlemişti- hâlâ yaşıyordu, fakat Ender gibi o da yaşlanmıştı. Olgun, gerçek bir insan. Ancak o uzay gemisinde, Dışarı’daki o süre zarfında, Ender, kızın gençlik halinin bir kopyasını çağırdı. Genç Valentine. Zavallı yaşlı Valentine! Gençlik halini, bu kusursuz varlığı, Ender’in çarpık, küçük çocukluk zihninde yaşayan bu meleği görünceye kadar bu kadar yaşlanmış olduğunu bilmiyordu. Onun bu küçük dramada en rahatsız olan kişi olduğunu söylemeliyim. Sizi şu andaki halinizle sevmek yerine, kardeşinizin içinde böyle bir görüntünüzü taşıdığını bilmek -eh, insan Yaşlı Valentine’in ondan nefret ettiğini görebiliyordu, fakat şimdi, zavallı kendisi de dâhil, herkes onu öyle düşünüyordu- ve insan Yaşlı Valentine’in sabrının gerçekten tükendiğini fark edebiliyordu.” Wang-mu, şaşkın bir ifadeyle, “Fakat eğer gerçek Valentine hâlâ yaşıyorsa,” dedi, “o zaman Genç Valentine kim oluyor? Gerçekte kim o? Sen Peter olabilirsin, çünkü o ölmüş, kimse onun adını kullanmıyor, fakat…” “Oldukça şaşırtıcı, değil mi?” dedi Peter. “Ama anlatmak istediğim şu, ölmüş olsun veya olmasın, ben Peter Wiggin değilim. Daha önce söylediğim gibi, ben, kendim değilim.” İskemlesinde geriye yaslanarak tavana baktı. Terminalin üstündeki hologram da dönerek ona baktı.

Peter kontrollere dokunmamıştı. “Jane bizimle beraber,” dedi Wang-mu. “Jane her zaman bizimle beraber,” dedi Peter. “Ender’in casusu.” Hologram konuştu. “Ender’in casusa ihtiyacı yok. Eğer elde edebilirse, dostlara ihtiyacı var. En azından müttefiklere.” Peter tembelce terminale uzanarak onu kapadı. Hologram kayboldu. Wang-mu çok rahatsız olmuştu. Bu sanki Peter’ın bir çocuğu tokatlaması, ya da bir uşağı dövmesi gibi bir şeydi. “Jane kendisine böyle saygısızca davranılmayacak kadar asil bir yaratık,” dedi. “Jane kimlik programında virüs olan bir bilgisayar programı.” Onu yıldız gemisine alan ve Path dünyasından gizlice kaçıran bu çocuk, koyu bir karamsarlık içindeydi.

Fakat terminalde kaybolan hologramda gördüğü bir şeyle, kız onun karamsarlığının nedenini anlamıştı. “Bu sadece senin çok genç ve Hegemon Peter Wiggin’in hologramının olgun bir adamınki gibi olmasıyla ilgili değil,” dedi Wang-mu. “Ne,” dedi Peter sabırsızca, “Ne, ne değil?” “Sen ve Hegemon arasındaki fiziksel fark.” “Ne öyleyse?” “Onun şey – tatmin olmuş bir ifadesi var.” “O, dünyayı fethetti,” dedi Peter. “Yani sen de aynı şeyi yaptığın zaman bu tatmin olmuş ifadeyi edineceksin?” “Sanırım öyle,” dedi Peter. “Bu benim hayatımın amacı olarak yazılmış. Ender’in beni yolladığı görev bu.” “Bana yalan söyleme,” dedi Wang-mu. “Nehrin kıyısında ihtiraslarımla ilgili olarak bana korkunç şeyler söyledin. Kabul ediyorum – aşağı tabakadan biri olarak doğmuş olmamla ilgili korkunç durumumdan çaresizce yükselme hırsı içindeydim. Onun tadını ve kokusunu biliyorum ve tıpkı sıcak bir gündeki katran kokusu gibi olan bu kokunun senden geldiğim hissettim, kokuşmuştun.” “İhtiras kötü mü kokar?” “Onunla sarhoş olmuş durumdayım.” Peter sırıttı. Sonra kulağındaki mücevhere dokundu.

“Unutma, Jane dinliyor ve her şeyi Ender’e anlatıyor.” Wang-mu sustu, ama utandığından değil. Sadece söyleyecek bir şeyi yoktu, o nedenle konuşmadı. “Kabul ediyorum; ihtiraslıyım. Çünkü Ender beni böyle hayal etti. Hırslı, kötü fikirli ve zalim.” “Fakat senin kendin olmadığım sanıyordum,” dedi kız. Peter’ın gözleri meydan okumayla parladı. “Doğru, değilim.” Öteye baktı. “Üzgünüm Gepetto, ama gerçek bir çocuk olamam. Ruhum yok.”(1) Kız onun söylediği ismi anlamamıştı, ana ruh sözcüğünü anlamıştı. “Tüm çocukluğum boyunca doğal bir hizmetçi olmak için eğitildim. Bir ruhum olmaması için.

Sonra bir gün benim bir ruhum olduğunu keşfettiler. Ancak bu bana büyük bir mutluluk getirmedi.” “Bir tür dinsel düşünceden değil, aiûadan bahsediyorum. Bende yok. Aiûası onu terk ettiği zaman Miro’nun sakat vücudunun ne olduğunu hatırla.” “Fakat sen ufalanmadın, bu nedenle bir aiûan olması gerekir.” “Ben ona sahip değilim. O bana sahip. Var olmaya devam ediyorum, çünkü dayanılmaz bir arzuyla beni var olmaya çağıran aiûa, beni hayal etmeye devam ediyor. Bana ihtiyaç duymaya, beni kontrol etmeye, benim iradem olmaya devam ediyor.” “Ender Wiggin mi?” diye sordu kız. “Kardeşim, yaratıcım, işkencecim, tanrım, iradem.” “Ya Genç Valentine? O da mı?” “Ah, ama Ender onu sever. Onunla iftihar eder. Onu yaptığına memnundur.

Tiksindiği benim. Tiksiniyor, ama yaptığım ve söylediğim her kötü şey onun arzusu. En alçakça davrandığım zamanlarda sadece kardeşimin benden yapmamı istediği şeyleri yaptığımı unutma.” “Oh, bunun için onu suçlamak -” “Suçlamıyorum, Wang-mu. Sadece gerçeği belirtiyorum. Onun iradesi şu anda üç bedeni kontrol ediyor. Benimkini, olanaksız derecede iyi huylu kız kardeşiminkini ve elbette, çok yorgun, orta yaşlı kendi vücudunu. Vücudumdaki her aiûa emirlerini ve yerini onunkinden alıyor. Bu konuda her bakımdan Ender Wiggin’im. Ancak beni nefret ettiği ve korktuğu her iç dürtüsünün kalıbı olmam için yarattı. Hırsının, evet benimkini kokladığın zaman onun hırsının kokusunu alıyorsun. Saldırganlığının. Öfkesinin. Kötülüğünün. Zalimliğinin.

Onunkilerin, benimkilerin değil, çünkü ben ölüyüm ve zaten hiçbir zaman beni gördüğü gibi değildim. Önünde duran bu şahıs bir karikatür, komik bir taklit! Ben çarpık bir anıyım. Değersiz bir rüya. Bir karabasan. Ben yatağın altında saklanan yaratığım. Ender beni kaosun içinden çocukluğunun dehşeti olmam için çekip çıkardı.” “O zaman yapma,” dedi Wang-mu, “eğer o şeyler olmak istemiyorsan, onları yapma.” Peter içini çekti ve gözlerini kapadı. “Eğer çok zekiysen, neden söylediklerimin bir kelimesini bile anlamadın?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir