Orson Scott Card – Soykirim

“Bu gün kardeşlerden biri bana sordu: Bulunduğun yerden kımıldayamamak, feci bir hapishane gibi değil mi?” “Sen de ona dedin ki…” “Ona şimdi kendisinden daha özgür olduğumu söyledim. Hareket edememek, beni hareket etmek mecburiyetinden kurtarıyor.” “Siz dil konuşanlar, öyle yalancısınız ki.” Han Fei-tzu karısının hasta yatağının yanındaki çıplak tahta döşemenin üstünde lotus pozisyonunda oturdu. Bir an önce uyuyor olabilirdi: emin değildi. Fakat şimdi onun soluk almasındaki ufak değişikliğin, bir kelebeğin geçişi kadar hafif soluğunun farkındaydı. Jiang-qing de, kendi açısından, ondaki hafif değişikliği fark etmiş olmalıydı, çünkü daha önce konuşmazken, şimdi konuşuyordu. Sesi çok yumuşaktı. Fakat Han Fei-tzu onu gayet iyi duyabiliyordu, çünkü ev sessizdi. Dostlarından ve hizmetçilerinden, Jiang-qing’in yaşamının akşamının karanlığında sessizlik istemişti. Kadının dudaklarından fısıltı halinde sözcükler çıkmadıkça, yaklaşmakta olan gecenin dikkatsiz sesleri için daha zaman vardı. Kadın, “Hâlâ ölmedim,” dedi. Son birkaç gündür her uyanışında onu, bu sözcüklerle selamlıyordu. Önceleri bu söz Han Fei-tzu’ya alaycı ya da ironik gelmişti, ama şimdi onun düş kırıklığıyla böyle konuştuğunu biliyordu. Kadın artık ölümü özlüyordu, yaşamı sevmediği için değil, ölüm kaçınılmaz olduğu ve kaçınılamayacak bir şeyi kucaklamak gerektiği için.


Path böyleydi. Jiang-qing hayatı boyunca Path’dan dışarıya hiç çıkmamıştı. “O zaman tanrılar bana karşı iyiler,” dedi Han Fei-tzu. “Sana karşı,” kadın soluk aldı, “Ne düşüneceğiz?” Bu onun, kocasının özel düşüncelerini kendisiyle paylaşmasını isteme yoluydu. Başkaları özel düşüncelerini sorduğu zaman, Han Fei-tzu kendini incelenecekmiş gibi hissederdi. Fakat Jiang-qing bunu sadece kendisi de aynı şeyi düşünebilmek için soruyordu; tek bir ruh olmalarının bir parçasıydı bu. “Arzunun doğasını düşüneceğiz,” dedi Han Fei-tzu. “Kimin arzusu?” diye sordu kadın. “Ve ne için?” Benim arzum, kemiklerinin iyileşip güçlenmesi ve böylece en küçük bir baskıda bile kırılmaması. Böylece tekrar ayağa kalkabilmen, ya da kasların kol kemiklerinden parçalar koparmadan veya gerilerek kol kemiklerini kırmadan bir kolunu kaldırabilmen. Böylece seni şu anda olduğun on sekiz kiloya ininceye kadar çürümeni seyretmek zorunda kalmamam. Artık birlikte kalamayacağımızı öğreninceye kadar ne kadar mutlu olduğumuzun farkında değildim. “Benim arzum,” diye yanıtladı. “Senin için.” “’Sadece sahip olmadığın şeye imrenirsin.

’ Bunu kim söylemişti?” “Sen söyledin,” dedi Han Fei-tzu. “Bazıları, ‘sahip olamayacağın şeye,’ der. Başkaları, ‘sahip olmaman gereken şeye’ der. Bense, ‘ancak her zaman özlem duyacağın bir şeye gerçekten imrenebilirsin,’ diyorum.” “Bana sonsuza kadar sahipsin.” “Seni bu gece kaybedeceğim. Ya da yarın. Veya gelecek hafta.” “Arzunun doğasını düşünelim,” dedi Jiang-qing. Her zaman yaptığı gibi Han Fei-tzu’yu melankolik düşüncelerden sıyırmak için felsefeyi kullanıyordu. Han Fei-tzu biraz, ama sadece şaka olarak, direnerek, “Zalim bir hükümdarsın,” dedi. “Tıpkı gönül atan gibi başka insanların zayıflığına izin vermiyorsun.” Jiang-qing’e çok eski bir geçmişte insanları yeni Path’a doğru yürütmek isteyen, fakat zayıf yürekli korkaklar nedeniyle yenilgiye uğratılan ihtilalci bir liderin adı verilmişti. Bu doğru değil, diye düşündü, Han Fei-tzu, çünkü eşi ondan önce ölecekti: oysa gönül atası kocasından uzun yaşamıştı. Ayrıca kadınlar kocalarından uzun yaşamalıydılar.

Kadınlar kendi başlarına daha bütündüler. Çocuklarıyla birlikte yaşamakta daha iyiydiler. Hiçbir zaman bir erkek kadar yalnız olmazlardı. Jiang-qing onun tekrar karamsar düşüncelere dalmasına izin vermedi. “Bir erkek karısı öldüğü zaman, neyi özler?” İsyan edercesine, Han Fei-tzu onun sorusuna en yanlış yanıtı verdi. “Onunla birlikte yatmayı.” “Bir vücudun arzusu,” dedi Jiang-qing. Kadın bu konuşmayı yürütmeye kararlı olduğundan, Han Fei-tzu ona teknik bilgiler vermeye başladı. “Vücudun arzusu bir davranıştır. Rasgele ve candan bütün dokunmaları ve bütün alışılmış hareketleri kapsar. Böylece erkek göz ucuyla bir hareket görür, ölmüş olan karısının kapının eşiğinde hareket ettiğini gördüğünü düşünür ve kapıya kadar yürüyüp onun karısı olmadığını öğrenmeden rahat etmez. Böylece onun sesini duyduğu bir rüyadan uyanır ve sanki karısı onu işitiyormuş gibi yanıtını yüksek sesle verir.” “Başka?” diye sordu Jiang-qing. “Felsefeden bıktım,” dedi Han Fei-tzu. “Belki Yunanlılar bunda bir rahatlama bulmuşlar, ama ben bulmuyorum.

” Jiang-qing ısrar ederek, “Ruhun arzusu,” dedi. “Çünkü ruh dünyevidir. Eski şeylerden yenisini yapan bu kısımdır. Karısı öldüğü zaman, kocası birlikte yapmakta oldukları bütün bitmemiş şeyleri ve eğer yaşasaydı sahip olacakları başlamamış rüyaları özler. Böylece bir adam, çocuklarına, kendisine çok benzedikleri ve karısına yeterince benzemedikleri için öfkelenir. Böylece adam, birlikte yaşadıkları eve gitgide öfkelenir, çünkü ya onu değiştirmeyecek böylece ev, karısı kadar ölü olacaktır, ya da onu değiştirecek böylece ev artık karısının zamanında olduğunun yarısı kadar bile olmayacaktır.” “Küçük Qing-jao’muza kızmak zorunda değilsin,” dedi Jiang-qing. “Neden?” diye sordu Han Fei-tzu. “O zaman kalıp ona bir kadın olmayı öğretmeme yardım edecek misin? Ona ancak benim gibi olmayı öğretebilirim; soğuk ve sert, keskin ve güçlü, bir obsidyen gibi. Senin gibi görünmesine karşın eğer böyle büyürse, öfkelenmekten başka elimden ne gelir?” “Çünkü ona ben olan her şeyi de öğretebilirsin,” dedi Jiang-qing. “Eğer içimde senin bir parçan olsaydı,” dedi Han Fei-tzu, “tam bir insan olmak için seninle evlenmeye ihtiyaç duymazdım.” Şimdi konuşmayı acıdan uzaklaştırmak için felsefeyi kullanarak kadına takılıyordu. “Bu ruhun arzusu. Çünkü ruh ışıktan yapılmıştır ve havada yaşar, fikirleri bu parçası tasarlar ve saklar, özellikle kişi olmak fikrini. Koca, karı-kocanın beraberliğinden doğan kendi bütünlüğünü özler.

Böylece kendi düşüncelerinin hiçbirine inanmaz, çünkü her zaman kafasında, karısının düşüncelerinin olası tek yanıt olabileceğine dair bir soru işareti vardır. Böylece bütün dünya ona ölüymüş gibi gelir, çünkü bu yanıtlanamayan sorunun saldırısı öncesinde, anlamını koruması için hiçbir şeye güvenemez.” “Çok derin,” dedi Jiang-qing. “Eğer Japon olsaydım, seppuku yapar ve içinde küllerinin olduğu kavanoza bağırsaklarımı dökerdim.” “Çok ıslak ve kirli olurdu,” dedi Kadın. Han Fei-tzu gülümsedi, “O zaman eski bir Hindu olup kendimi senin kül yığınının üstünde yakardım.” Fakat kadın şakadan bıkmıştı. “Qing-jao,” diye fısıldadı. Han Fei-tzu’ya onunla birlikte ölmek gibi abartılı bir şey yapamayacağını hatırlatıyordu. Ortada bakılması gereken küçük Qing-jao vardı. Bu nedenle Han Fei-tzu kadına ciddiyetle cevap verdi. “Ona sen olmayı nasıl öğretebilirim?” “İçimde olan tüm iyilik Path’dan geliyor,” dedi Jiang-qing. “Eğer ona tanrılara itaat etmeyi, atalarına saygı duymayı, insanları sevmeyi ve yöneticilere itaat etmeyi öğretirsen, senin kadar ben de onun içinde olurum.” “Ona Path’ı kendimin bir parçasıymış gibi öğreteceğim,” dedi Han Fei-tzu. “Yalan,” dedi Jiang-qing.

“Path senin doğal bir parçan değil, sevgili kocam. Tanrıların seninle her gün konuşmalarına rağmen, sen hâlâ her şeyin doğal nedenlerle açıklanabileceğine inandığın bir dünyada yaşıyorsun.” “Tanrılara itaat ediyorum.” Han Fei-tzu acıyla başka bir şansı olmadığını düşündü; yani itaatte gecikmek bile bir işkenceydi. “Ama onları bilmiyorsun. Onların yaptıklarını sevmiyorsun.” “Path insanları sevmektir. Tanrılara sadece itaat ederiz…” Her fırsatta beni aşağılayan ve işkence eden tanrıları nasıl sevebilirim? “İnsanları, tanrıların yaratıları oldukları için severiz.” “Bana vaaz verme.” Kadın iç çekti. Jiang-qing’in üzüntüsü, Han Fei-tzu’yu örümcek gibi sokuyordu. “Bana sonsuza kadar vaaz vermeni dilerdim,” dedi Han Fei-tzu. “Benimle evlendin, çünkü tanrıları sevdiğimi biliyordun ve bu sevgi sende tümüyle kaybolmuştu. Seni bu şekilde tamamladım.” Şimdi bile, ona yapmış oldukları her şey nedeniyle, ona yaptırdıkları her şey nedeniyle, onun hayatından çaldıkları her şey nedeniyle tanrılardan nefret ettiğini bilirken, onunla nasıl tartışabilirdi ki? “Söz ver,” dedi Jiang-qing.

Han Fei-tzu bu sözlerin ne anlama geldiğini biliyordu. Kadın ölümün üzerinde olduğunu hissediyordu; kendi hayatının yükünü onun üstüne yıkıyordu. Memnuniyetle karşılayacağı bir yük. Bu, çoktandır sevmediği Path’da onun yoldaşlığını kaybetmesi demekti. “Qing-jao’ya tanrıları sevmeyi ve her zaman Path’ın izinde yürümeyi öğreteceğine söz ver. Onu benim olduğu kadar senin de kızın yapacağına söz ver.” “Tanrıların sesini hiç duymasa bile mi?” “Path sadece tanrılarla konuşanlar için değil, herkes içindir.” Belki, diye düşündü Han Fei-tzu, fakat tanrılarla konuşanlar için Path’ı izlemek daha kolaydı, çünkü onlar için Path’dan ayrı bir yola sapmak korkunçtu. Sıradan insanlar özgürdüler; Path’ı terk edebilir ve yıllarca bunun acısını duymazlardı. Tanrılarla konuşanlar, bir saat için bile Path’dan ayrılamazlardı. “Söz ver.” Yapacağım. Söz veriyorum. Fakat bu sözleri yüksek sesle söyleyemedi. Nedenini bilmiyordu, fakat isteksizliği çok derindi.

Kadının onun sözünü beklediği sessizlikte, evin ön kapısının dışındaki çakılların üstünde koşan ayak sesini duydular. Bu, sadece Sun Cao-pi bahçesinden eve dönen Qing-jao olabilirdi. Sadece Qing-jao’ya sessizlik saatlerinde koşmak ve gürültü yapmak izni verilmişti. Onun doğruca annesinin odasına geleceğini bilerek beklediler. Kapı neredeyse sessizce kayarak açıldı. Qing-jao bile annesinin yanında yavaş yürüyerek sessizliği bozmaması gerektiğini yeterince anlamıştı. Parmaklarının ucunda yürümesine rağmen kendini dans etmekten ve döşemede koşmaktan zorlukla alıkoyuyordu. Ama kollarını annesinin boynuna dolamadı; üç ay önceki sabırsız kucaklamasıyla annesinin çenesini kırdığında oluşan Jiangqing’in yüzündeki korkunç çürük solmasına rağmen, Qing-jao dersini almıştı. “Bahçedeki akarsuda yirmi üç beyaz sazan balığı saydım,” dedi Qing-jao. “Ne kadar çok,” dedi Jiang-qing. “Bence kendilerini bana gösterdiler,” dedi Qing-jao. “Böylece onları sayabildim. Hiçbiri ayrılmak istemedi.” “Seni sevdiler,” diye fısıldadı Jiang-qing. Han Fei-tzu onun soluk soluğa konuşmasında yeni bir ses duydu; bir fokurdama sesi, sanki sözcükleriyle beraber köpükler patlıyordu.

“Sence bu kadar çok sazan balığı görmem, tanrılarla konuşan bir kişi olacağım anlamına mı geliyor?” diye sordu Qing-jao. “Tanrılardan seninle konuşmalarını isteyeceğim,” dedi Jiang-qing. Birden Jiang-qing’in solukları sıklaştı ve sertleşti. Han Fei-tzu hemen eğilerek karısına baktı. Kadının gözleri korkuyla sonuna kadar açılmıştı. O an gelmişti. Jiang-qing’in solukları yutkunmak dışında hiçbir ses veremezken, dudakları kımıldadı. Söz ver, dedi. “Söz veriyorum,” dedi Han Fei-tzu. Sonra kadının solukları durdu. “Seninle konuştukları zaman tanrılar ne söylüyor?” diye sordu Qing-jao. “Annen çok yorgun,” dedi Han Fei-tzu. “Şimdi gitmelisin.” “Ama bana cevap vermedi. Tanrılar ne derler?” “Sırlar söylerler,” dedi Han Fei-tzu.

“Dinleyen kimse onları tekrarlamaz.” Qing-jao bilgece başını salladı. Oradan ayrılacakmış gibi bir adım geriye gitti, ama durdu. “Seni öpebilir miyim, Anne?” “Çok hafifçe, yanağından,” dedi Han Fei-tzu. Dört yaşında bir çocuk olarak oldukça küçük olan Qing-jao’nun annesinin yanağını öpmek için çok fazla eğilmesine gerek yoktu. “Seni seviyorum, Anne.” “Artık gitmelisin, Qing-jao,” dedi Han Fei-tzu. “Ama annem de beni sevdiğini söylemedi.” “Söyledi. Daha önce söyledi. Hatırladın mı? Fakat çok yorgun ve zayıf. Şimdi git.” Sesine yeterince sertlik katabilmişti, bu nedenle Qing-jao başka soru sormadan çıktı. Ancak o gittikten sonra, Han Fei-tzu artık karısından başka bir şeyle ilgilenemeyeceğini hissetti. Jiang-qing’in vücudunun yanına diz çökerek şimdi ona neler olmakta olduğunu düşündü.

Ruhu uçmuş ve herhalde çoktan cennete varmıştı. Hayaleti ise biraz daha oyalanacaktı; belki hayaleti bu evde yaşardı; eğer onun için gerçek bir mutluluk yeri olursa. Batıl inançları olan insanlar bütün ölülerin hayaletlerinin tehlikeli olduğuna inanır ve onları uzaklaştırmak için işaretler ve koruyucular koyarlardı. Fakat Path’ı izleyenler, iyi bir insanın hayaletinin hiçbir zaman zararlı ve yıkıcı olmadığını bilirlerdi, çünkü onların hayattaki iyiliği, hayaletin bazı şeyleri yapmaktaki iyiliğinden gelirdi. Jiang-qing’in hayaleti, eğer kalmayı seçerse, gelecek yıllarda evi kutsayan bir şey olacaktı. Yine de, Path’ın öğretilerine göre onun ruhunu ve hayaletini hayal etmeye çalışırken, Jiangqing’den geriye kalan şeyin, kesinlikle şu kırılgan, kurumuş vücut olduğuna dair, kalbinde soğuk bir yer vardı. Bu gece bir kâğıt gibi çabucak yanacak ve sonra kalbindeki anıları dışında gitmiş olacaktı. Jiang-qing haklıydı. O olmadan ruhunu tamamlaması için, şimdiden tanrılardan kuşku duyuyordu. Ve tanrılar bunu fark etmişti; her zaman ederlerdi. Hemen, değersiz düşüncelerinden kurtuluncaya kadar, temizlik ayini yapması için dayanılmaz zorlamayı hissetti. Şimdi bile onu cezasız bırakmıyorlardı. Şimdi bile, karısı ölmüş bir durumda önünde yatarken, daha onun için bir damla acı gözyaşı dökmeden, tanrılar ondan itaat bekliyorlardı. Önce ertelemeye, itaat etmeyi sonraya bırakmaya niyetlendi. İçindeki işkencenin tüm dış belirtilerini saklarken, bir gün boyunca ayini ertelemek konusunda kendisini eğitmişti.

Bunu şimdi de yapabilirdi – ama sadece kalbini son derece soğuk tutarak. Bunun bir anlamı yoktu. Uygun bir yas ancak tanrıları tatmin ettiği zaman gelebilirdi. Bu nedenle orada, diz çökmüş durumda, ayine başladı. Bir hizmetçi içeriye göz attığı zaman hâlâ ayinle kıvrılıyor ve dönüyordu. Hizmetçi bir şey söylemese de, Han Fei-tzu kapının hafif kayma sesini işitti; hizmetçinin ne düşüneceğini biliyordu: Jiang-qing ölmüştü ve Han Fei-tzu onun ölümünü ev halkına açıklamadan önce çok haklı olarak tanrılarla konuşuyordu. Jiang-qing’in olağandışı bir kutsallığı olduğu bilindiğinden, kuşkusuz bazıları tanrıların onu almaya geldiklerine inanacaktı. Han Fei-Tzu’nun böyle tapınırken bile, tanrıların ondan şu anda bunu istemeye cüret etmeleri nedeniyle kalbinin acıyla dolu olduğunu kimse tahmin edemezdi. Ey Tanrılar, diye düşündü, sizden sonsuza kadar kurtulabilmek için bir kolumu kesmenin veya karaciğerimi söküp çıkarmanın yeterli olacağını bilsem, bıçağı alır ve özgürlük uğruna acı ve kaybın zevkini çıkarırdım. Bu düşünce de değersizdi ve daha fazla temizlenmeyi gerektiriyordu. Tanrılar sonunda onu bırakmadan önce saatler geçti, sonrasında yas tutabilmek için çok yorgundu ve kalbi kırıktı. Kalktı ve Jiang-qing’in vücudunu yakmak için hazırlamak üzere kadınları çağırdı. Gece yarısı, uyuyan Qing-jao’yu kollarında taşıyarak, ölünün yakılacağı odun yığınının yanına en son o geldi. Kızın avucunda o çocuk yazısıyla annesi için karalamış olduğu üç kâğıt vardı. “Balık,” yazmıştı, sonra “kitap” ve “sırlar”.

Bunlar, yanında cennete götürmesi için Qing-jao’nun annesine verdiği şeylerdi. Han Fei-tzu, bu sözcükleri yazarken Qing-jao’nun aklından neler geçtiğini tahmin etmeye çalışmıştı. Bahçedeki akarsudaki sazanlar nedeniyle Balık, kuşkusuz. Ve kitap, bunu anlamak kolaydı, çünkü kızına yüksek sesle okumak Jiang-qing’in en son yapabileceği şeylerden biriydi. Ama neden sırlar? Annesi için Qing-jao’nun ne gibi sırları olabilirdi? Soramazdı. Kimse ölüye sunulan kâğıtları tartışamazdı. Han Fei-tzu, Qing-jao’yu ayaklarının üstüne bıraktı; kız derin bir uykuda değildi, bu nedenle hemen uyanıp ayakta durdu. Han Fei-tzu ona bir şeyler fısıldadı ve kız kâğıtları rulo haline getirerek annesinin elbisesinin koluna soktu. Annesinin soğuk etine dokunmaya aldırmadığı belli oluyordu; ölümün dokunuşuyla titremeyi henüz öğrenmiş olamayacak kadar gençti. Kendisine ait üç kâğıdı kadının diğer koluna sokarken, Han Fei-tzu da karısının etine dokunmaya aldırmadı. En büyük kötülüğünü yapmışken, artık ölümden korkacak ne vardı ki? Kimse onun kâğıtlarında ne yazılı olduğunu bilmiyordu, yoksa dehşete düşerlerdi, çünkü şöyle yazmıştı, “vücudum,” “hayaletim” ve “ruhum.” Böylece Jiang-qing yakılırken aslında kendini de yakmış ve kadın nereye gidiyorsa kendini de onunla birlikte yollamış oluyordu. Sonra Jiang-qing’in özel hizmetçisi, Mu-pao, kutsal odunların arasına meşaleyi soktu ve odun yığını ateşle parladı. Ateşin sıcaklığı acı vericiydi ve Qing-jao babasının arkasına saklandı, sadece ara sıra kafasını uzatarak annesinin sonsuz yolculuğa çıkışını izliyordu. Ancak, alevler Han Feitzu’nun derisini ve gevrek ipek elbisesini kavururken o bu kuru sıcağı memnuniyetle karşıladı.

Anlaşılan kadının vücudu sanıldığı kadar kuru değildi; kâğıtlar küle dönüşerek alevlerin dumanıyla yukarıya fırladıktan çok sonra, vücudu hâlâ cızırdıyor ve alevler her yanı sarmış olmasına rağmen yanan etin kokusunu ondan gizleyemiyordu. İşte burada yaktığımız bu: et, balık, leş, hiçbir şey. Benim Jiang-qing’im değil. Sadece bu hayatta giymiş olduğu elbise. Şu vücudu, benim sevdiğim kadın yapan şey hâlâ yaşıyor, hâlâ yaşıyor olmalı. Ve bir an için onu görebildiğini, ya da işitebildiğini veya bir şekilde Jiang-qing’in geçtiğini hissettiğini sandı. Havanın içine, toprağın içine, ateşin içine. Seninle beraberim.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir