Philip K. Dick – Vulcan’ın Çekici

Arthur Pitt güruhun farkına Birlik binasından çıkar çıkmaz, daha caddeyi geçerken vardı. Köşede arabasının yanında durdu ve bir sigara yaktı. Evrak çantasını sıkı sıkı tutarak arabasını açarken, kalabalığı inceledi. Elli-altmış kişiydiler: Kasaba halkı, işçiler, küçük esnaf, metal çerçeveli gözlüklü memurlar. Tamirciler ve kamyon şoförleri, çiftçiler, ev kadınları, beyaz önlüklü bir bakkal. Her zamankiler – hep aynı alt-orta sınıf. Pitt arabasına giriverdi ve ön paneldeki mikrofonun üstüne atılarak bağlı olduğu en yüksek düzeydeki kişiyi, Güney Amerika Direktörü’nü aradı. Artık hızlı hareket ediyorlar, cadde boyunca sessizce ve dalga dalga ona doğru ilerliyorlardı. Hiç kuşkusuz onu T-sınıfı giysilerinden tanımışlardı -yani beyaz gömlek ve kravat, gri takım elbise, fötr şapka. Evrak çantası. Siyah ayakkabılarının parlaklığı. Paltosunun göğüs cebinde parıldayan ışın kalemi. Pitt altın tüpü açtı ve hazır duruma getirdi. “Acil durum,” dedi. “Ben Direktör Taubmann,” dedi kumanda panosundaki verici.


“Neredesiniz?” Pitt’in o denli üstünde olan uzak, resmi bir ses. “Hâlâ Alabama’da Sedir Korusu’ndayım. Çevremde bir kalabalık oluşuyor. Herhalde bütün yolları kapatmışlardır. Belki de bütün kasabayı.” “İyileştiriciler de var mı?” Bir tarafta, kaldırımda kocaman bir kafası ve kısa kesilmiş saçları olan yaşlı bir adam vardı. Soluk kahverengi elbisesi, belinde düğümlenmiş bir ip ve ayaklarında sandaletlerle sessizce duruyordu. “Bir tane,” dedi Pitt. “Vulcan 3 için tarama yapmaya çalışın.” “Deneyeyim.” Kalabalık artık arabanın etrafını sarmıştı. Pitt arabaya dokunan, onu itiştiren, dikkatle ve soğuk bir özenle inceleyen ellerini hissedebiliyordu. Arkasına yaslandı ve kapıları iki kez kilitledi. Camlar kapalıydı; arabanın üstü de sıkıca kapatılmıştı. Aceleyle, arabanın bir parçası olan savunma düzeneğini harekete geçiren motoru çalıştırdı.

Sistem,, arabanın zırhında olabilecek herhangi bir zayıf bağlantıyı aramak üzere, altında ve çevresinde uğultuyla çalışmaya başladı. Kaldırımda duran kahverengi giysili adam kıpırdamamıştı. Sıradan sokak giysili birkaç başka kişiyle birlikte duruyordu. Pitt tarayıcıyı çıkararak kaldırdı. Birden bir kaya parçası arabanın kenarına, camın hemen altına isabet etti. Araba sallandı, elindeki tarayıcı titredi, ikinci kaya doğrudan cama geldi ve ağı andıran bir çatlak oluştu. Pitt tarayıcıyı bıraktı. “Yardıma ihtiyacım olacak. Ciddi görünüyorlar.” “Bir ekip yola çıktı bile. Daha iyi bir tarama yapmaya çalışın. Yeterince iyi alamadık.” “Alamamışsınızdır tabii,” dedi Pitt öfkeyle. “Elimde olduğunu görünce o kayaları özellikle attılar.” Arka camlardan biri de çatlamıştı; insanlar ellerini arabanın içine sokuyorlardı.

“Buradan kurtulmam gerekiyor, Taubmann.” Gözünün ucuyla arabadaki düzeneğin kırık camı tamir etmeye çalıştığını ve başaramadığını gören Pitt boş boş sırıttı. Yeni plastik cam oluşurken, yabancıların elleri onu tutup koparıyordu. “Paniğe kapılma,” dedi kumanda panosundaki metalik ses. “Çıldırdınız mı?” Pitt ayağını frenden çekti. Araba bir-iki metre ilerleyip durdu. Motor ölüm sessizliğine büründü, onunla birlikte savunma sistemi de; uğultu durdu. Pitt korkudan soğuk soğuk terlemeye başladı. Tarayıcıyı bulmaya çalışmaktan vazgeçti; titreyen parmaklarla ışın kalemini çıkardı. Dört veya beş kişi kaportanın üstüne çıkmış, görüntüyü kapatmışlardı; diğerleri tepesinde, şoför yerinin üstündeydi. Birden arabayı sallandıran bir gürültü geldi: arabanın üstünü matkapla deliyorlardı. “Daha ne kadar sürecek?” dedi Pitt boğuk bir sesle. “Burada sıkıştım kaldım. Adamların elinde bir tür müdahale plazması olmalı; her şeyi bozuyor.” “Her an oraya varabilirler,” diyen sakin, metalik, Pitt’ten ve içinde bulunduğu durumdan öylesine uzak olan seste korku yoktu.

Örgütün sesi. Bilgili ve olgun, tehlikeli sahnelerden uzaklarda. “Acele etseler iyi olacak.” Araba kayaların çarpmasıyla sallandı. Uğursuz bir şekilde yana yattı; bir taraftan kaldırıyor, ters çevirmeye çalışıyorlardı. Arka camların ikisi de kırılmıştı. Bir adamın eli kapının içerideki kilidine uzandı. Pitt ışın kalemiyle eli yakarak kül haline getirdi. Yanık kol çılgınca geri çekildi. “Birini vurdum.” “Adamları biraz daha tarayabilsen…” Birkaç el daha belirdi. Arabanın içi bunaltıcıydı; matkap da neredeyse içeriye ulaşmıştı. “Bunu yapmaktan nefret ediyorum.” Pitt ışın kalemini evrak çantasına çevirerek geriye hiçbir şey kalmayacak şekilde yaktı. Aceleyle ceplerini, torpido gözündeki her şeyi, kimlik belgelerini yok etti, sonunda da cüzdanını yaktı.

Plastik cüzdan kabarcıklar halinde siyah bir çamur yığınına dönüşürken bir an için karısının fotoğrafını gördü … sonra resim de gitti. “İşte geliyorlar,” dedi yavaşça; arabanın bir tarafı boğuk bir iniltiyle içine göçerek matkabın yarattığı basınç altında kenara kaydı. “Dayanmaya çalış, Pitt. Ekip her an orada olabil…” Aniden verici sustu. Pitt’i yakalayan eller onu koltuğun arkasına doğru çarptı. Pitt’in paltosu yırtıldı, kravatı çekiştirildi. Bir çığlık attı. Bir kaya yüzünü ezdi; ışın kalemi yere düştü. Kırık bir şişe gözlerini ve ağzını kesti. Çığlığı boğularak sessizliğe dönüştü. Adamlar, bedeninin üstünde itişip kakıştılar. Sonra sıcak kokulu insanlığın pençesinde yitti gitti. Arabanın kumanda panosundaki, puro çakmağı şeklinde kamufle edilmiş bir tarayıcı sahneyi kaydetmişti; hâlâ çalışmaya devam ediyordu. Pitt’in bundan haberi yoktu; alet, üstlerinin ona sağladığı arabayla beraber gelmişti. Sonra, itişip kakışan insanların arasında bir el, el yordamıyla ama uzmanca, panoya uzandı ve tam isabetle bir kabloyu çekti.

Gizlenmiş tarayıcı durdu. Pitt gibi o da ömrünün sonuna gelmişti. Aşağıdaki otoyoldan polis ekibinin sirenlerinin acıklı sesi geliyordu. Aynı uzman el geri çekildi. Ve gidip yine kalabalığın içine karıştı. William Barris fotoğrafı dikkatle inceledi ve bir kez daha tarayıcıdan alınan ikinci banttaki görüntüyle karşılaştırdı. Masasındaki kâğıtların arasında unutulmuş olan kahvesi soğuyarak pis bir köpük haline gelmişti. Birlik Binası hesap makinelerinin, istatistik makinelerinin, görüntülü telefonların, telekslerin ve alt düzey memurların kullandığı sayısız elektrikli daktilonun sesleriyle çınlıyor ve titriyordu. Görevlileri büroların, yani T-tipî personelin çalıştığı sayısız hücrenin oluşturduğu labirentte uzmanca bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Kahve arasından dönen ve yüksek, sivri topukları her adımda ses çıkaran üç genç sekreter Barris’in masasının yanından geçti. Normalde onları fark ederdi, özellikle de pembe yün kazaklı sarışını, ama bugün fark etmedi; geçtiklerinin farkına bile varmadı. “Bu yüz olağan değil,” diye mırıldandı Barris. “Gözlerine, kaşlarının üstündeki derin izlere bak.” “Frenoloji,” dedi Taubmann kayıtsızca. Dolgun, belirgin hatlı yüzünden sıkıldığını görmek mümkündü; Barris’in aksine, sekreterleri fark etmişti.

Barris resmi masaya attı. “Bu kadar çok müritleri olmasına şaşmamalı. Böyle örgütleyiciler olduktan sonra …” Tekrar bantlardaki o küçücük yere yakından baktı; net olarak görülebilen tek bölüm burasıydı. Bu, aynı adam mıydı? Emin olamıyordu. Hatları olmayan bir leke, bulanık bir şekil. Sonunda resmi tekrar Taubmann’a uzattı. “Adı ne?” “Peder Fields.” Taubmann sakin sakin dosyasının sayfalarını çevirdi. “Elli dokuz yaşında. Mesleği: elektrikçi. Üst düzey taret bağlantısı uzmanı. Savaş zamanının en iyilerinden. Georgia, Bacon’da 1970’te doğmuş, iyileştiricilerin arasına işin en başında, iki yıl önce katılmış. Kuruculardanmış, burada adı geçen ihbarcılara inanırsan. Atlanta Psikolojik Islah Laboratuvarları’nda iki ay kalmış.

” Barris, “O kadar uzun süre, ha?” dedi. Çok şaşırmıştı; çünkü çoğu insan için bu süre olsa olsa bir haftaydı. İyileşme bu denli ileri bir laboratuvarda çabuk sağlanıyordu- bildiği bütün aletlerden vardı orada, bazılarını ise yalnızca geçerken görmüştü. Dokunulmazlığına, mevkiinin ona sağladığı kutsallığa karşın, orayı her ziyaret edişinde dehşet duyardı. “Kaçmış,” dedi Taubmann. “Yok olmuş.” Başını kaldırınca Barris ‘in dik bakışıyla karşılaştı. “Tedavi görmeden.” “Laboratuvarda iki ay geçirmiş ve tedavi olmamış, öyle mi? “Hastaymış,” dedi Taubmann belirsiz, alaycı bir gülümsemeyle. “Bir yaralanma, sonra kronik kan hastalığı. Sonra savaş zamanından kalma radyasyon. Oyalamış, oyalamış, sonra bir gün çekip gitmiş. Odalardaki havalandırma birimlerinden birini duvardan söküp değiştirmiş. Bir kaşık ve kürdanla. Tabii onu neye dönüştürdüğünü hiç kimse bilmiyor; ne yaptıysa onu da duvardan, sonra avludan, sonra da parmaklıklardan geçerken götürmüş.

Teftişte bizim gördüklerimiz geriye kalanlardı, kullanmadıkları.” Taubmann fotoğrafı dosyaya geri koydu. Filmdeki görüntüyü işaret ederek, “Eğer bu aynı adamsa,” dedi, “bu, o zamandan beri hakkında duyduğumuz ilk şey.” “Pitt’i tanır mıydın?” “Biraz. İyi, daha çok saf, genç biri. Kendini işine adamış. Aile erkeği. Saha görevi için başvurdu, çünkü ekstra aylık prime ihtiyacı vardı. Böylece karısı salonuna eski dönem, New England zamanından kalma meşe mobilyalar alabildi.” Taubmann ayağa kalktı. “Peder Fields için arama emri çıktı. Ama tabii aylardır aranıyordu zaten.” “Polisin geç kalmış olması çok kötü,” dedi Barris. “Her zaman birkaç dakika geç kalıyorlar.” Taubmann’ı inceledi.

İkisi teknik olarak eşittiler ve örgütte eşit düzeyde olanların birbirlerine saygı duymaları gerekirdi. Ama kendisi hiçbir zaman Taubmann’dan pek hoşlanmamıştı; adam ona daha çok kendi mevkiiyle ilgiliymiş gibi gelirdi. Sanki Birlik umrunda değildi. Taubmann omuz silkti. “Bütün bir kasaba sana karşı örgütlenmişse, durum o kadar da garip değil demektir. Yolları kapatmış, hatları ve kabloları kesmiş, görüntülü telefon kanallarını bozmuşlardı.” “Peder Fields’ı bulursan bana gönder. Kendim sorguya çekmek istiyorum.”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir