Terry Deary – Ateş Hırsızı

YUNANISTAN – Z A M A N ı N ŞAFAĞı Öyküm burada başlıyor. Ben Eski Yunan’da yaşamadım; ama bu korkunç hikâyedeki kahramanlardan biri bana öyküsünü anlattı ve ben ona inandım. Bu öyküyü, yazan ben-mişim gibi anlatacağım. Hep yazar olmak istemiştim. Ben kim miyim? Bekleyin ve görün. Zamanın şafağıyla başlayalım…1 Kuş, yeryüzünün ıssız yüksekliğinde, bulutsuz gökyüzünde süzülerek uçtu. Aşağıda yemyeşil vadiler ve zirveleri karlı dağlar uzanıyor; uzakta, berrak mavi bir deniz ışıldıyordu. Devasa kuşun altında derin bir orman vardı. Ormanın karanlığının ortasında yanan odun ateşinden çıkan dumanlar, temiz havada yükseliyordu. “Ahh!” diye homurdandı kuş. “Ateş.” İsli havayı kokladı ve kokudan uzaklaşmak için yükseldi. Sonra dönerek 1 Peki, t a m a m , belki t a m olarak z a m a n ı n şafağı değildi. İlk g ü n ü n ilk saati değildi. Ama bir m i l y o n sene ö n c e , i n s a n l a r ı n çok zeki m a y m u n l a r d a n biraz d a h a ileri o l d u ğ u z a m a n l a r d ı .


Bazı insanlar hâlâ aynı d u r u m d a . Ama biz artık onlara polis m e m u r u diyoruz. H e h ! H e h ! 6 uzaktaki dağa doğru ok gibi uçtu. “Kahvaltı,” diye tısladı ve dalışa geçti. Kuşun, ölüm anlamına gelen gölgesi üstlerinden geçerken tavşanlar, yerlerinde dondular. Kuş onları görmezden geldi ve ılık havanın onu dağın yamacına kadar kaldırmasına izin verdi. Kuş yükselirken, aşağıdaki ışıl ışıl çimenlerin yerini rüzgârın süpürdüğü gri çalılar aldı. Sonra, üzerinde yosunların bile büyüyemediği korunaksız, çıplak kayalar… Kuş, çengel gagasını kaldırdı ve kıvrık kanatlarını biraz katlayarak dev bir kayaya doğru dalışa geçti. Kayanın üzerinde bir adam yatıyordu. Rüzgârla kavrulmuş, güneşle pişmiş bir adamdı. Kuş, ancak pençeleri kayaya çarpınca durabildi. O sırada adam, yattığı yerden kımıldamamıştı bile. ” T ü h ! ” diye gakladı kuş. “Bunca zaman sonra, iniş k o n u s u n d a hâlâ başarılı değilim.” Adamın el ve ayak bileklerine ince zincirler dolanmış, zincirlerin uçları kayalara çakılmıştı.

İnce, ama kırılmaz zincirler… Kuş, altın ışıltılı kahverengi tüylerini silkeledi. Kara gözleri çakmak çakmaktı. “Günaydın Prometeus. Umarım iyi uyumuşsundur,” dedi isteksizce. Adam gülümsedi. Yüzü bir t a n r ı n ı n k i kadar yakışıklıydı. “Çok iyi u y u d u m . ” 2 2 Karakterlerimiz aslında Eski Yunanca k o n u ş u y o r d u . Ama sen Eski Yunanca anlayamazsın; bu y ü z d e n b e n b i z i m dilimize çevirdim. Bak, sana çok iyi d a v r a n ı y o r u m , bu y ü z d e n gerçekçilik h a k k ı n d a sızlanmayı bırak da öyküm ü z e d e v a m edelim. G ü v e n b a n a , b e n bir yalancıyım. 7 Kuş, gözlerini kırpıştırdı. “Neşeli gibisin,” diye terslendi kuşkuyla. “iyi uyudum,” diye haykırdı adam, “ve harika düşler gördüm! Özgürlük düşleri…” “Bunu hak etmiyorsun,” diye h o m u r d a n d ı kuş. “Sen tanrılardan ateşi çaldın ve onu, insan denilen şu sürüngen yaratıklara verdin.

Ateşi bir sazın içine saklayıp gizlice uzaklaştın; yol kesip soygun yapan haydutlardan hiç farkın yok.” Kuş bağırmaya ve tüylerini kabartmaya başladı. “İnsanlar dünyamızı yakacak ve bizi d u m a n a boğacak! Sen ölümden beterini hak ediyorsun! Ateş Hırsızı!.” Prometeus yine gülümsedi. “Aldığım ceza da ölümden beter, öyle değil mi? Kuzenim Zeus beni buraya zincirledi. Güneş ve kar, rüzgâr ve dolu altında, daima acı çekmem ve asla ölmemem için.” Kuşun zalim gagasının kenarından büyük, gri bir dil çıktı. Kuş yalandı. “Ölümden de beter Prometeus, ölümden de beter! Senin cezan, benim! Gazap!. Tanrıların Büyük İntikamcısı.” Kuşun nefesi sıklaştı. “Şimdi ne yapacağım Prometeus?” Prometeus m a s u m bir bebek gibi, gözlerini iri iri açtı. “Bilmiyorum! İki yüz yıldır her gün ne yapıyorsun Gazap… Minik gaganı kullanarak yan tarafımı gagalıyorsun ve karaciğerimi alıyorsun. İki yüz yıldır, her sabah beni öldürüyorsun. Her gece dinliyorum ki bir sonraki şafakta yine acı çekebileyim.

” 8 “Ben gagalamam!” diye h o m u r d a n d ı kuş. “Ben parçalarım.” “Bana gagalama gibi geldi,” dedi Prometeus, başını hüzünle iki yana sallayarak. Gazap öfkelendi: “Ben senin karaciğerini almıyorum; ben onu senin v ü c u d u n d a n söküyorum.” “Bana azıcık çekiştiriyormuşsun gibi geldi.” diyerek omuzlarını silkti adam. Zincirler kayaya çarparak şıngırdadı. Kuş, ayağını öfkeyle kayaya vurduğunda pençeleri takırdadı. “Keşke Zeus senin yalancı dilini kopartmama ve alaycı gözlerini oymama izin verseydi!” diye ciyakladı. “Üzgünüm, yalnızca küçük ihtiyar karaciğerimi alabilirsin.” diye içini çekti adam. “Yakına gel Gazap.” Kuş yerinde d o n d u . “Ne?” “Sana d ü ş ü m ü anlatmak istiyorum.” “Neden senin d ü ş ü n ü dinlemek isteyeyim ki? Ben senin v ü c u d u n u parçalayıp deştikten sonra ölü düşleri görüyor olacaksın.

” “Ah, ne düştü ama! Ancak iki yüz yılda bir görebileceğin türden bir düş.” diye mırıldandı adam. Kuş yavaşça yanaştı. Gagasını keskinleştirmek için soğuk kayaya sürttü. “Başını kaldır Prometeus!” diye haykırdı. “Vadiye bir bak. Aşağıdaki şu duman, bu sabah beni boğuyordu neredeyse, insan denen o zavallı hayvanlara SENİN verdiğin ateşten yükselen d u m a n . Bu sabah karaciğerin daha da tatlı gelecek.” 9 Kuş, adamın yan tarafına saldırdı. Prometeus’un eli zincirden kayıp kurtuldu ve kuşu boğazından yakaladı. Kuş şaşkın şaşkın gakladı. Kara gözleri iri iri açıldı, bedeni çabaladı. Ama bedeni ne kadar kıvranırsa, boynu o kadar acıyordu. “Sana d ü ş ü m ü anlatmayı bitirmedim,” dedi adam. Kavrayışı ne kadar sertse sesi de o kadar yumuşaktı.

“Düşümde, arkadaşım Herkül dağa tırmandı. O, dünyadaki en güçlü yaratıktır. Benden de güçlü,” diye içini çekti Prometeus ve tüylü boynu biraz daha sıktı. “Senden de güçlü. Sonra Herkül, zincirlerimi, ottan yapılmışlar gibi koparıverdi. Tıpkı benim şimdi senin b o y n u n u koparacağım gibi.” Kuş kıvrandı ve gakladı. “Düş olduğunu söylemiştin.” “Yalan söyledim,” dedi Prometeus, kahkaha atarak. “Hâlâ bazı dostlarım var.” Yine sıktı. “Herkül gibi güçlü dostlar. Bana haksızlık yapıldığını d ü ş ü n e n iyi dostlar. D ü n gece beni kurtarması için Herkül’ü gönderen dostlar…” “Düş demiştin!” “Gerçekleşen bir düş.” “Zeus, kaçmana asla izin vermeyecek.

Bu yeryüzünde nereye saklanırsan saklan, o seni bulacak.” Prometeus omuzlarını silkti ve k o p m u ş zincirleri üzerinden silkeledi. “Belki bu dünyada saklanmam,” diye mırıldandı. Sertçe sıktı. Kırık kemiklerin çatırtısı ve hafif bir nefes sesi duyuldu. Canavar k u ş u n gevşeyen bedenini 10 tiksintiyle fırlatıp attı. Kuşun soğuk kayalara çarpan zalim gagasının ve kıvrık pençelerinin sesi yankılandı. 3 Prometeus doğruldu ve gerindi. Dünya ayaklarının altında uzanıyordu. Dağın yamacından inmeye başladı. İki yüz yıldır zincire vurulu yaşadığından, bacakları tutulmuştu. Birinin onu izlediğini hissetti. D ö n ü p arkasına baktı. Canavar k u ş u n gözleri ölü ve d o n u k t u . Sabah güneşine karşı gözlerini kıstığı zaman, k u ş u n üzerinden bir gölge geçtiğini gördü.

U z u n boyunlu bir k u ş u n gölgesi. Bir k u ğ u n u n gölgesi… Genç adam bir anlığına gözlerini kapattı ve inledi. “Zeus,” dedi dişlerinin arasından. “Zeus!.” Saklanacak yer aradı ama korunaksız, çıplak dağda saklanacak yer yoktu. 3 Bak, bu canavar kuş için ağlamaya, iç çekmeye falan kalkışma lütfen! Ve hayvanlara işkence etmek konusunda şikâyet mektupları da yazma. Her şeyden önce, bu bir intikam şeytanıydı; banyoda karşılaşmak isteyeceğin türden bir şey değil, inan bana. Yalnızca, kuş biçimine bürünmüştü. Hem, sonra ne olduğunu bilmiyorsun. Bekle ve gör. İKİ A D E N – BIZIM 1 8 5 8 DEDIĞIMIZ YIL Şimdi öykü benim çocukluğuma dönüyor. Bu kısım ger çekten oldu. Biliyorum, çünkü ben de oradaydım, değil mi? Bu, bir milyon senelik sıçrayış kafanı karıştırdıysa gerçekten çok küçük bir beynin olmalı. Bu durumda, okumayı bırak ve örgüye ya da çomak yontmaya başla. Eğer kafan o kadar kolay KARIŞMIYORSA okumaya devam et.

Ee, ne bekliyorsun? OKUSANA. E d w a r d A m c a ‘ n ı n öldüğü haftayı asla unutmayacağım. Eh, dürüst olmak gerekirse, Edward Amca’nın iki kez öldü. Bu tuhaftı, çünkü çoğu hafta yalnızca bir kez ölürdü. O gece, ilk ölüşünde biraz güçlük çekti ve suçu, benim üzerime attı. Hep öyle yapardı! Aden’e gelmiştik. Dünyadaki en karanlık, en rutubetli, en kasvetli şehre… Aynı zamanda, en kötü ve en dikkatli şehirdi. Dolambaçlı sokaklar, yabancıların kaybolması için yapılmış gibiydi. Sanki şehir kaybolmanızı istiyordu. Geniş 12 bir yol, sizi bu tarafa gitmeye teşvik ediyordu. Ama o tarafa gittiğinizde yol kıvrılıyor, dönüyor; sizi, geçit vermeyen geniş tahta bir duvarla yüz yüze getiriyordu. Geri döndü ğünüz zaman iki d ö n ü ş yolu ile karşı karşıya kalıyordunuz. Hangisini seçerseniz seçin, yanlış yol çıkıyordu. Sonra, bir başka geniş duvara rastladığınızda hafif bir kıkırdama duyuyordunuz. Dönüyordunuz, kimseyi göremiyor-dunuz.

Size gülen, sinsi şehrin kendisiydi. İstasyondan ayrılırken b u n u bilmiyorduk. Bir kibritçi kıza sorduk: “Storm Hanı’na nasıl gidebiliriz?” Kız, buz kesmiş parmağını puslu sokağa doğru uzattı: “Kavşağa kadar d ü m d ü z gidin, sonra sola, ırmağa doğru d ö n ü n . ” Ama Aden’de ‘dümdüz gitmek’ yoktur, yalnızca dolaşık sokaklar vardır. G ü n ışığını asla görmeyen, kasvetli arka sokaklar… Senin gitmek istediğin yöne gidiyormuş gibi görünen; ama seni birinin avlusuna, eşelenen tavukların ve korkudan donakalmış köpeklerin, ayaklarına dolandığı bir yere götüren dar yollar… Aden, sizi içine çeken şekilsiz bir bataklık gibiydi. Harita ressamlarını deli etmiş olmalıydı. Bazı binalar sağlam taştan, bazıları d u m a n d a n kararmış tuğladandı; bir çoğu ise, dingildek ahşaptan inşa edilmişti ve tepeleri p u s u n içinde kayboluyordu; ama hepsinin, kör gözler gibi bakan pencereleri vardı. 13 Sokaktaki insanlar, pencereler kadar boş ve kaldırım taşları kadar sert yüzlerle geçip gidiyorlardı. Kâbuslarınızı gerçekleştirmek isterseniz Aden’e gidebilirdiniz. O zaman Edward Amca sizi oraya neden götürdü, diye mi soruyorsunuz? Yanıt şu: Ç ü n k ü orada kimse bizi tanımıyordu. Kim olduğumuzu bilseler bizi ya hapsederler ya da kovarlardı; hatta daha kötüsünü yaparlardı. Irmaktan yayılan fare k o k u s u n u aldık ve o tarafa döndük. Aniden Storm Hanı karşımıza çıktı. Yine o yumuşak kıkırdamayı duyduk. Aden, tıpkı fareyle oynayan zalim bir kedi gibi, bize yeterince işkence etmişti.

Şimdi bizi salıvermiş, tam da aradığımız kapının ö n ü n e bırakmıştı. “Buna kader derler oğlum,” dedi Edward Amca. “Bu huzurlu oteli bulacağımız kesindi.” Ama kader değildi. Aden bizi salıvermişti; çünkü bizi daha k ö t ü s ü n ü n beklediğini biliyordu. “Burası otelden çok d o m u z ağılına benziyor.” diye mırıldandım. Buna rağmen içeri girdik ve bir oda tuttuk. Bavullarımızı ve tabutumuzu bıraktık. Uyurken bize hamamböcekleri eşlik etti. Ertesi gün öğleden sonra, şehrin en zengin evine yollandık. Bu sefer, kaldırım taşlarının üzerinde tıkırdaya tıkırdaya ilerleyen bir araba tuttuk. Araba bizi salladı, silkeledi. Arabayı çeken at, ağır ağır süzülen sislerin içinde 14 yolunu bulmayı bir şekilde başardı. Yalnızca iki kez kayboldu.

Sessiz, asık suratlı arabacıya parasını ödedik. Adam suratını asıyordu, çünkü Edward Amca ona bahşiş vermemişti. Edward Amca asla bahşiş vermezdi. Caddeden eve kavisli bir yol uzanıyordu. Evin, ahır kapısı kadar geniş kapısına taştan basamaklarla çıkılıyordu. Pirinç kapı tokmağı kafam kadar vardı… Tabi o günlerde kafam pek büyük değildi. Edward Amca, solmuş siyah ceketine yapışmış akşam sisini silkeledi ve sarı kravatını düzeltti. Yıpranmış ayakkabılarını gri, kareli pantolonuna sildi. Artık hazırdı. Kapıyı çaldı. “Biz gezgin oyuncularız,” dedi kapıyı açan kâhyaya. “Küçük gösterimizle insanları eğlendiririz.” Kâhya buzdan oyulmuştu sanki. “Storm Hanı’na gidin. Sizin gibi avarelerin gösteri yapmasına izin veriyorlar.

” dedi ve yemin ederim, dilinden buzdan sarkıtlar dökülüyordu. Edward Amca, gösterişli bir hareketle cebinden bir parşömen rulosu çıkardı. Amcam her şeyi gösterişle yapardı. Parşömeni açtı -gösterişli bir hareketle elbette- ve yine gösterişli bir hareketle kâhyanın bıçak kadar keskin b u r n u n u n dibine gösterişle uzattı.4 4 Bak, bu gösteriş meselesini bırakabilir miyim? Anlamışsındır artık. Ne zaman Edward Amca bir şey yapsa sen kendiliğinden, gösterişli olduğunu düşün. Sen benim için bu küçücük iyiliği yaparsan öyküye devam edeceğim. 15 “Bu, zarif şehrin belediye başkanından,” dedi Edward Amca. “Belediye başkanı benim çok eski dostumdur. Onunla aynı okula gittik.” Kâhya mektuba uzanırken Edward Amca gösterişli bir hareketle5 mektubu kaçırdı. “Şöyle diyor. Boğazını temizledi ve yazıları okudu: “Bu mektubu iyi dostum Bay Edward Slaughter’ı takdim etmek için yazdım. Kendisi bir aktör, müzisyen ve dünyanın en büyük sahnelerinin yıldızıdır. Bu olağanüstü adam, Amca’ adlı başyapıtı ile dostlarınızı ve konuklarınızı h e m eğlendirecek h e m eğitecektir.

Dahası, bu hayranlık uyandırıcı sanat karşılığında bir ücret talep etmemektedir (Bay Slaughter’ın, yaşamlarına bir zenginlik kattığını hissederlerse konuklarınız onu ödüllendirmekte serbesttir). Saygıdeğer belediye başkanı.” Edward Amca eğilerek selam verdi. “Yalan söylüyorsun. Adı nedir?” dedi siyah takım elbiseli kâhya, havlarcasına. “Kimin adı?” “Belediye başkanının elbette, adı nedir?” “Niye… Belediye başkanı. Ben ona her zaman Bay Belediye Başkanı derim.” Kâhya başını iki yana salladı. Yemin ederim boyun kemiklerinin gıcırdadığını duydum. “Onunla aynı okula gitmişsin.” 5 Tüh! Pardon! 16 “Gitmişim mi?” “Kendin söyledin.” “Ah, evet, çocukluğumuz birlikte geçti, en azından benim çocukluğum,” dedi Edward Amca gülerek. “Ee, okulda ona nasıl hitap ediyordun?” diye hırladı kâhya. “Hangi okulda?” diye yanıt verdi Edward Amca. “Ne demek hangi okulda? Belediye başkanıyla birlikte gittiğiniz okulda tabi ki.

Hangi okuldu o?” “Sen bilmiyor musun?” diye sordu Edward Amca hayretle. “Yoo…” “Ee? Onunla aynı okula gitmediğimi nereden biliyorsun?”

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir