Raymond E. Feist – Gediksavaşlar Efsanesi #1-2 Büyücü

FIRTINA DİNMİŞTİ. Pug kayaların kenarında sekiyor, gelgit birikintileri arasında dolaşırken zorlukla basacak yer bulabiliyordu. Gözleri fıldır fıldır dönerek yamacın altındaki her birikintiyi inceliyor, henüz sona ermiş fırtınanın etkisiyle bu göletlere sürüklenmiş kılçıklı yaratıkları arıyordu. Bu su bahçesinden topladığı kum böcekleri, kaya sürüngenleri ve yengeçlerle dolu çuvalını taşırken genç kasları ince gömleğinin altında şişiyordu. Öğlen güneşi, çevresinde kıpırdaşan denizi pırıl pırıl aydınlatırken, batı rüzgârı güneşten yol yol açılmış kestane rengi saçlarını dalgalandırıyordu. Pug çuvalını yere bıraktı, ağzının sıkıca bağlı olup olmadığını kontrol etti ve açık bir kumluğa oturdu. Çuvalı dolu sayılmazdı, ama Pug önündeki fazladan bir saatlik zamanı dinlenmeye ayıracaktı. Aşçı Megar, çuval doluya yakın olduğu sürece başını ağrıtmazdı. Sırtını büyük bir kayaya dayadı, az sonra sıcak güneşin altında uykuya dalmıştı. Saatler sonra, serin bir su serpintisiyle uyandı. İrkilerek gözlerini açtı, gereğinden fazla kaldığını anlamıştı. Batıda, denizin üzerinde, ufuktaki altı küçük ada olan Altı Kız Kardeş’in karanlık siluetinin üzerinde kara fırtına bulutları toplanmaya başlamıştı. Yağmurun isli bir tül gibi peşinden sürüklendiği bulanık, dalgalanarak yaklaşan bulutlar, yazın başlarında sahilin bu tarafında olağan sayılan ani fırtınalardan birini haber veriyordu. Güneyde, Denizcinin Kederi’nin sarp yamaçları gökyüzüne doğru uzanıyor, dalgalar o kayalık kulenin dibini dövüyordu. Şiddetli dalgaların ardında köpükler kabarmaya başladı, fırtınanın az sonra vuracağının kesin bir işaretiydi bu.


Pug tehlikede olduğunu biliyordu, yaz fırtınaları kumsallardaki, hatta çok şiddetliyse ilerideki alçak bölgelerdeki herkesi boğabilirdi. Çuvalını kapıp kuzeye, kaleye doğru ilerlemeye başladı. Birikintilerin arasından geçerken rüzgârın serinliğinin daha derin ve nemli bir soğuğa döndüğünü hissetti. İlk bulutlar güneşin önünden geçip parlak renkleri gri tonlarına dönüştürürken, yamalı bir bohçayı andıran gölgeler günü bölmeye başlıyorlardı. Açıklarda, bulutların karanlığını delen yıldırımlar düşüyor, şimşeklerin boğuk gümbürtüsü dalgaların sesini bastırıyordu. Pug kumsaldaki ilk açıklığa gelince hızını arttırdı. Fırtına umduğundan daha hızlı yaklaşıyor, önünde yükselen gelgiti de hızlandırıyordu. İkinci gelgit birikintisi bölgesine ulaştığında, suyun kıyısıyla yamaçlar arasında ancak on adımlık kuru kum kalmıştı. Pug kayaların arasında hızla, bir o kadar da dikkatle ilerledi, iki kez neredeyse tökezliyordu. Bir sonraki kumluğa vardığında, son taşın üzerinden atlayışını ayarlayamayıp yere, kötü bir şekilde indi. Ayak bileğini tutarak kumların içine atladı. Gelgit de, sanki bunu bekliyormuşçasına kabarıp, bir an üzerini tamamen kapladı. Görmeden elini uzatınca, çuvalının sürüklenip gittiğini hissetti. Çılgınca ileri atılarak onu tutmaya çalıştı, ama ayak bileğini kullanamıyordu. Yuvarlandı, su da yutmuştu.

Öksürüp tükürükler saçarak başını kaldırdı. Doğrulmaya başlamıştı ki, ilkinden de büyük ikinci bir dalga göğsüne çarpıp onu sırtüstü devirdi. Pug dalgalar arasında oynayarak yetişmişti ve tecrübeli bir yüzücüydü, ama bileğinin acısı ve dalgaların çarpışları onu giderek paniğe doğru sürüklüyordu. Bunu üzerinden atıp, dalga çekilirken hava almak için yüzeye çıktı. Yarı yüzerek, yarı çırpınarak yamaca doğru ilerledi, suyun orada sadece birkaç santim derinliğinde olacağını biliyordu. Pug yamaçlara ulaşıp yaslandı, ağırlığını elinden geldiğince yaralı bileğine vermemeye çalışıyordu. Kayalık duvar boyunca ağır ağır ilerledi, sular da her dalga ile birlikte yükseliyordu. Nihayet yukarıya çıkabileceği bir yere ulaştığında, sular beline kadar yükselmişti. Kendini yola kadar çekmek için tüm gücünü kullanması gerekti. Bir an durup soluklandı, sonra tırmanmaya başladı, taşlı zeminde yürümeye direnen bileğine yüklenmek de istemiyordu. Dizlerini ve bacaklarını taşların üzerinde yara bere içinde bırakarak zorlukla tırmanıp, nihayet kayalıkların tepesindeki çimenliğe ulaştığında yağmurun ilk damlaları da düşmeye başlamıştı. Pug tırmanışın verdiği yorgunluktan nefes nefese, bitap düşmüş bir halde kendini yere bıraktı. Seyrek damlalar hafif, ama aralıksız bir yağmura dönüşmüştü. Soluklandıktan sonra doğrulup, şişmiş bileğini inceledi. Dokunmaya karşı hassastı, ama oynatabilince içi rahatladı: Demek ki kırılmamıştı.

Dönüş yolunu topallayarak kat etmek gerekecekti, ama kumsalda boğulma tehlikesini atlattığı için de rahattı. Kasabaya vardığında Pug sırılsıklam ve üşümüş olacaktı. Kalenin kapıları gece kapanacaktı, hassas bileğiyle ahırların arkasındaki duvara tırmanmayı da göze alamayacağı için, orada kalacak bir yer bulması gerekecekti. Hem bekleyip kaleye ertesi gün dönerse, yalnızca Megar’ın ona söyleyecekleri olurdu, ama duvardan atlarken yakalanacak olursa, Kılıçustası Fannon ya da Atustası Algon, onu sözlerden çok daha fazlasıyla karşılarlardı. O dinlenirken, yağmur şiddetlendi ve ikindi güneşi fırtına bulutlarının ardında tamamen gözden yitince gökyüzü karardı. Bir anlık rahatlaması, kum böcekleriyle dolu çuvalını yitirdiği için kendine duyduğu bir kızgınlığa dönüştü. Uyumamış olsa, dönüş yolculuğunu sakin sakin yapabilir, bileğini burkmamış olur, ayrıca kayalıkların yukarısındaki akarsu yatağında da, fırlatmak için o çok değer verdiği dümdüz taşlardan aramaya zamanı kalmış olurdu. Şimdi ise taşlar yoktu, geriye dönmesi de en az bir hafta sonra olacaktı. Tabii Megar onun yerine başka bir çocuk yollamazsa ki eli boş döndüğüne göre bu pekâlâ mümkündü. Pug yağmurda oturmanın pek rahatsız edici olduğunu hatırladı ve yola koyulma zamanının geldiğine karar verdi. Ayağa kalkıp bileğini yokladı. Yoklanmaya itiraz ediyordu, ama idare ederdi. Çimenlerin üzerinde topallayarak eşyalarını bıraktığı yere gidip heybesini, değneğini ve sapanını aldı. Heybesinin yırtılmış, ekmek ve peynirinin de kayıp olduğunu görünce, kaledeki askerlerden duyduğu bir küfürü savurdu. Rakunlar, daha büyük olasılıkla kum kertenkeleleri, diye düşündü.

Artık bir işe yaramayan çuvalı atıp, şanssızlığına hayret etti. Derin bir nefes alıp değneğine dayanarak, yarları yoldan ayıran alçak tepelere doğru yola koyuldu. Etrafta yer yer basık ağaç kümeleri vardı, Pug civarda daha uygun bir barınak olmayışına hayıflandı, kayalıklarda hiçbir yer yoktu çünkü. Bir ağacın altında da beklese, ağır adımlarla kasabaya da gitse, aynı miktarda ıslanacaktı. Rüzgâr şiddetlendi ve Pug, ıslak sırtında soğuğun ilk ısırışını hissetti. Titreyerek, hızını elinden geldiğince arttırdı. Küçük ağaçlar rüzgârın önünde eğilmeye başlamıştı, Pug da adeta dev bir el sırtından itiyormuş gibi hissediyordu. Yola varınca kuzeye saptı. Doğudaki büyük ormanın ürkütücü seslerini duyuyordu, yıllanmış meşelerin dallarının arasında ıslık çalan rüzgâr da uğursuz havayı güçlendiriyordu. Ormanın karanlık açıklıkları Kral Yolu’ndan daha tehlikeli değildi kuşkusuz, ama kanun kaçakları ve diğer, daha az insan olan suçlular hakkında anımsadığı hikâyeler, gencin tüylerini diken diken ediyordu. Kral Yolu’na sapan Pug, yol boyunca devam eden hendek sayesinde biraz daha korunmuş oluyordu. Rüzgâr güçlenip, yağmur gözlerine batmaya, zaten ıslak olan yanaklarını gözyaşlarına boğmaya başlamıştı. Sert bir rüzgâr onu yakaladı ve bir an için dengesini yitirdi. Yol kenarındaki hendekte su birikmeye başlamıştı ve beklenmedik derinlikteki birikintilere düşmemek için adımlarını dikkatle atmak zorundaydı. Bir saate yakın bir süre boyunca, durmaksızın şiddetlenen fırtınada yol aldı.

Yol kuzeybatıya dönmüş, uluyan rüzgârı neredeyse tam karşısına almıştı. Pug rüzgâr karşısında eğildi, gömleği arkasında dalgalanıyordu. Sık sık yutkunuyor, içinde kabaran paniği bastırıyordu. Artık tehlikede olduğunun farkındaydı, fırtına yılın bu zamanı için normal olanın çok ötesinde bir şiddetle güçleniyordu. Müthiş yıldırımlar karanlık manzarayı aydınlatıyor, parlak beyaz ve mat siyah renklerle anlık olarak ağaçların ve yolun siluetini çiziyorlardı. Ardından, tersine dönmüş renkleriyle bir süre gözlerinin önünde kalan, baş döndürücü görüntüler algılarını şaşırtıyordu. Yukarıdan gelen müthiş şimşek gümbürtüleri bedensel birer darbe gibiydi. Fırtınaya karşı duyduğu korku, hayal ürünü haydut ve goblinlere duyduğu korkuyu bastırmıştı. Yolun kenarındaki ağaçların arasından yürümeye karar verdi; meşelerin gövdeleri rüzgârı biraz olsun keserdi. Ormana yaklaşırken bir kırılma sesi duyunca durdu. Fırtınanın karanlığında, çalıların arasından fırlayan kara orman yaban domuzunu zorlukla fark edebilmişti. Domuz çalılardan çıktı, dengesini kaybetti, sonra birkaç metre ileride tekrar doğruldu. Pug orada dikilmiş, başını bir o yana bir bu yana sallayarak kendisini süzen hayvanı açıkça görebiliyordu. Uçlarından sular damlayan iki büyük dişi loş ışıkta parlıyor gibiydiler. Korkudan gözleri büyümüş, ayaklarını yere vuruyordu.

Orman domuzları öfkeli hayvanlardılar, ama normalde insanlardan uzak dururlardı. Bu domuz ise fırtına yüzünden paniğe kapılmıştı, Pug da kendisine saldıracak olursa ağır yaralanacağının, hatta ölebileceğinin farkındaydı. Taş kesilmiş bir halde beklerken değneğini savurmaya hazırlandı, ama domuzun ormana dönmesini umuyordu. Hayvan başını kaldırarak çocuğun havadaki kokusunu inceledi. Kararsızlık içinde titrerken pembe gözleri pırıl pırıldı. Bir ses duyunca bir an için ormana doğru döndü, sonra başını eğip saldırdı. Pug değneğini savurdu, domuzun başının yan tarafına sıkı bir darbe indirerek dengesini bozdu. Domuz çamurlu zeminde yana doğru kayıp, Pug’ın bacaklarına çarptı. Domuz kayarak geçerken o da düştü. Pug yerde yatarken, domuzun dönüp tekrar saldırmaya hazırlandığını gördü. Domuz yaklaşıyordu ve Pug’ın kalkacak kadar zamanı yoktu. Hayvanı tekrar savuşturmak için değneğini çaresizce salladı. Domuz değneği savuşturdu, Pug da yuvarlanarak uzaklaşmaya çalıştı, ama bedenine bir ağırlık çöktü. Elleriyle yüzünü, kollarıyla da göğsünü kapatarak hayvanın darbesini bekledi. Bir an sonra ise, domuzun hareket etmediğini fark etti.

Yüzünü açınca domuzun, yan tarafına siyah tüylü, bir metrelik bir ok yemiş bir halde yattığını gördü. Pug ormana doğru baktı. Kahverengi deri giysiler giymiş bir adam ağaçların başladığı yerde duruyor, elindeki çiftçi yayını özenle bir muşamba kılıfa sarıyordu. Değerli silah havanın kötü etkisine karşı korunmaya alındıktan sonra, adam yaklaşıp çocukla hayvanın başında dikildi. Cüppesi ve pelerini vardı, yüzü görünmüyordu. Pug’ın yanında diz çöküp, yaban domuzunun leşini çocuğun bacaklarının üzerinden kolayca kaldırırken rüzgârın uğultusuna karşı, “İyi misin, evlat?” diye bağırdı. “Bir yerin kırıldı mı?” “Sanmıyorum,” diye bağırdı Pug, kendini toparlamıştı. Sağ tarafı sancıyordu, her iki bacağı da fena yaralanmıştı. Bileği de hâlâ hassastı ve bugün şanslı gününde değildi, ama kırık ya da kalıcı bir yaralanma yok gibiydi. İri, etli eller onu tutup ayağa kaldırdı. Adam ona değneğini ve yayı uzatarak, “Al,” diye buyurdu. Pug onları alınca adam koca bir avcı bıçağıyla hemen domuzu kesmeye koyuldu, işini bitirince Pug’a döndü. “Benimle gel, evlat. En iyisi benim ve efendimin yanında gecelemen. Yeri uzak değil, ama acele etsek iyi olur.

Bu fırtına bitince daha da kötüleşecek. Yürüyebilir misin?”. Dengesizce bir adım atan Pug, başıyla onayladı. Adam tek kelime etmeden domuzu omuzuna vurdu ve yayını aldı. Ormana doğru dönerek, “Gel,” dedi. Pug’ın zorlukla yetişebildiği bir hızla yürümeye başladı. Orman, fırtınanın gümbürtüsünü çok az kesebildiği için konuşmak mümkün değildi. Bir şimşek bir an için ortalığı aydınlattı ve Pug adamın yüzünü görebildi. Yabancıyı daha önce görüp görmediğini anımsamaya çalıştı. Crydee ormanında yaşayan avcı ve ormancılar arasında sık rastlanan bir görünüşü vardı: Geniş omuzlu, uzun boylu, sağlam yapılıydı. Siyah saçlarıyla sakalı ve zamanının çoğunu dışarıda geçirenlere özgü, hava şartlarından yıpranmış bir görünümü vardı.

.

PDF Kitap İndir

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir